1961 yılında Elazığ’da doğdu. 1979 yılında Ankara Fen Lisesi’nden mezun oldu ve tıp eğitimine başladı. 1985 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olarak tıp doktoru oldu. 1984 yılında Danimarka Glostrup hastanesinde değişim öğrencisi olarak bulundu. 1996 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden ‘psikiyatri uzmanlığı’nı aldı. 1992 yılında ABD’de Maryland Crownsville psikiyari hastanesinde ziyaretçi psikiyatr olarak bulundu. 2014-2016 arasında Merkezi Paris’te bulunan ALI-Association Lacanienne International (Uluslararası Lacancı Psikanaliz Birliği) ile çalışmalar yürüttü. Aynı dönemde yine ALI’nin desteğinde ODTÜ psikoloji bölümünde yapılan psikanaliz eğitimi ve süpervizyon çalışmalarına eğitmen olarak destek verdi. Halen çeşitli kurum ve vakıflarda eğitim vermeye ve nevrozları psikanaliz yoluyla tedavi etmeye devam etmektedir. Çeşitli dergilerde psikiyatri, psikanaliz ve psikoloji üzerine yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.
Halen Ankara’da bulunan muayenehanesinde psikiyatr-psikanalist olarak çalışmaktadır ve Freud Lacan Psikanaliz Derneği üyesidir FREUD-LACAN. Obsesif Kompulsif Nevroz, Panik Bozukluğu, Depresyon tabloları, Bipolar Bozukluklar, Kişilik Nevrozları, Cinsel İşlev Bozuklukları,Kaygı (Anksiyete) Bozuklukları, Anoreksiya ve Bulimia gibi Yeme Bozuklukları, Fobiler, Psikotik Bozukluklar, Uyku Bozuklukları, Yanlış ya da aşırı dozda psikiyatrik ilaç kullanımına bağlı sorunları, gereken en düşük dozda ve en hafif ilaç tedavilerinin desteğinde psikoterapi yöntemi kullanılarak tedavi etmektedir.
LACAN: PSİKANALİST, PSİKANALİZ YAPMA YETKİSİNİ KENDİSİNDEN ALIR
Panik, Depresyon gibi nevrozlardan ilaçsız ve kesin kurtuluş yolunu sadece psikanaliz tedavisi sağlar
An analyst is only authorized by her/himself (Lacan's dictum: l'analyste ne s'autorise que de lui-même)
Psikanalistin yetkisini belgeleyen sertifikaların aranması, tekelleştirici ve yaratıcılığı engelleyici zihniyetin yansımasıdır. Bu sertifikaları veren bir takım dernekler vardır dünyada. Ancak ne Freud ne de çevresindeki ilk psikanalist grubundakiler böyle sertifikalara sahip değillerdir. Sonradan ortaya çıkan dernekler ise Lacan gibi ustaları sertifikalarını vermeyerek onları yetkisiz ilan edip bünyelerinden kovmuşlardır.
Bir nevrozu iyileştiren sertifika değil, psikanalistin bilgisi, tecrübesi ve yeteneğidir. Sertifika düşkünlerine en güzel yanıtı Lacan vermistir; "bir psikanalist yalnız kendisi tarafından yetkilendirilir"
http://www.wikidoc.org/index.php/Jacques-Alain_Miller
. Daha önce yayımlanmış “Öznenin Diyalektiği , Hegel, Sartre ve Lacan”, “Antidepresan Tuzağı”, “Lacancı Psikanaliz ve Karakter Çözümleme” ve “Yaramaz Çocukları İlaçlamayın” isimli kitapları vardır.
. Tıp Bu Değil-1 ve Tıp Bu Değil-2 kitaplarındaki, ‘Bir Gerçeklik-Özne İlişkisi Biçimi Olarak Psikiyatrik Hastalıklar’ ve ‘Tavuklar Neden Depresyondalar?’ adlı bölümlerin yazarıdır.
GEREKSİZ VE AŞIRI DOZDA ANTİDEPRESAN KULLANIMININ NEDENLERİ
Psikiyatrik sorunlar arasında en sık rastlanan tablo anksiyete (kaygı, endişe, korku, takıntı ve panik) bozukluklarıdır. Buna karşın depresyon tanısı, anksiyete bozukluklarından kat kat fazla konulmaktadır. Anksiyete bozuklukları, anksiyolitik ilaçlarla genellikle kısa süre içinde kontrol altına alınırlar ve uzun süre ilaç kullanmayı gerektirmezler. Anksiyete bozukluklarının tedavisinde antidepresan ilaçlar da kullanılabilir ancak bu durumda depresyonda kullanılan dozun çok daha altında bir doz verilerek sorun tedavi edilebilir. Anksiyete bozukluğu yerine depresyon tanısının konulmasının net sonucu, antidepresan ilaçların gereksiz biçimde ve çok daha yüksek dozda kullanılmalarıdır. Özellikle yeni nesil SSRI ve SNRI grubu antidepresan ilaçların kullanımlarının kolay olması, anksiyete yerine depresyon teşhisi alan kişilerin yüksek dozda bu ilaçlara uzun bir süre maruz kalmalarına neden olmaktadır.
Gerçek bir depresyon tablosu olmadan, güçlü antidepresan ilaçları depresyon tedavisinde gereken yüksek doza çıkarak kullanmak, bireyi tasasız, çok daha gözü kara davranabilen, ani kararları pek düşünmeden alabilen bir kişiye dönüştürebiliyor. Örneğin güncel bir konu olan döviz artışını fırsata çevirme konusunda çok daha cesur davranabilir duruma gelebiliyor insanlar. Döviz kurunun çok daha yükseleceği iddiasına kanıp, elindeki tek evi satıp dövize yatırmak ve döviz yükseldiğinde iki ev birden almak hayali bu ilaçların yarattığı rahatlık içinde cazip gelebiliyor insanlara. Hayaller böyleyken gerçekte yaşanan ise, yüksek fiyattan alınan döviz düştüğünde satmış olduğu evi bile geri alamayacak duruma gelmek oluyor. Günlük yaşamda acı çekmektense pembe hayaller görmek daha cazip gelebilir ancak gerçek yaşamda bazı şeylerin telafisi olanaklı olmuyor ne yazık ki.
ANTİDEPRESAN KULLANMA KILAVUZU
Antidepresan ilaçlar günümüzde her yaşta en yaygın kullanılan ilaçlardan birisi haline gelmişlerdir. Bu durumun en başta gelen nedeni, insanların beyninde serotonin düzeyinin düşmesi değil, toplum sağlığının bozulması yla birlikte psikolojik sorun yaşayan insanlara, çare bulmak için gittikleri kliniklerde depresyon teşhisinin aşırı biçimde konulmasıdır. Yerinde kullanıldığında yararı büyük olan antidepresan ilaçlar, aşırı teşhis nedeniyle gereksiz biçimde ve yüksek dozda kullanıldıklarında intihar eğilimini arttırmaktan bipolar hastalığa neden olmaya dek birçok ciddi yan etkiye neden olabilirler. Özellikle yeni nesil antidepresanların başlandıktan sonra bırakılmaları güç olduğu için bu ilaçlarla tedaviye başlama kararı ince eleyip sık dokuyarak, adım adım diğer ilaçlarla tedaviye verilen tepkiye bakarak verilmelidir. Bir psikiyatrik sorun yaşadığımızda gereksiz antidepresan tedavisine maruz kalmamak için dikkat etmemiz gereken noktalar şunlardır:
Psikiyatrik ya da psikolojik sorun yaşayan insanlarda bu sorunlara neden olan en sık etken depresyon değil kaygı (anksiyete), endişe, korku, obsesyon ve panik halidir. Bu sorunların büyük çoğunluğu, hafif bir kaygı giderici (anksiyolitik) ilaç verilerek birkaç hafta içinde ortadan kaybolmaktadırlar. İnatçı kaygı, endişe, evham ve panik durumlarında kaygı giderici ilaçların daha yüksek dozda kullanılmaları gerekebilir. Psikiyatrik sorun yaşayan kişilerde tedaviye güçlü bir yeni nesil antidepresanla başlamaktansa sorunun depresyondan çok kaygı-anksiyete olduğunu düşünüp ona yönelik ilaçlarla başlamak, gereksi biçimde antidepresanlara ve onların olası yan etkilerine maruz kalmamızı ve yıllarca ilaç kullanmak zorunda kalmamızı engelleyecektir. Bu grupta, benzodiyazepin grubuna ait olan diyazepam, alprazolam, klonazepam, lorazepam gibi ilaçlar vardır. Benzodiyazepin grubuna ait olan ilaçlar yeşil reçeteye tabidir ve bağımlılık yaratacakları endişesi, bu ilaçlardan uzak durmaya neden olmaktadır. Ancak bu tedaviler kısa süreli olacağı için bağımlılığın gelişmesine fırsat kalmadan ilaç tedavisi sonlandırılabilmektedir.
Kaygı-anksiyete tedavisinde bağımlılık yapmayan antihistaminik ilaçlar da kullanılabilmektedir. Kaygı bozukluğu için daha uzun sürecek bir tedavi için ise eski nesil antidepresanlar düşük dozda tercih edilebilir. Amitriptilin, maprotilin ve klomipramin, bu gruptaki ilaçlardır. Trisiklik antidepresanlar olarak bilinen bu ilaçlar, 150-200 miligram gibi yüksek dozda kullanıldıklarında ağız kuruluğu, uyku hali, kabızlık gibi yan etkiler yaparlar ancak kaygı tedavisinde 10-25 miligram gibi dozlarda bu yan etkilerin çoğu hafif biçimde orataya çıksa da 3-4 gün içinde ortadan kaybolurlar. Düşük dozlarda kullanıldıkları için yeni nesil etkili antidepresanlar gibi intiharı ve bipolar hastalığı tetikleme etkileri çok daha azdır. Uzun süreli kaygı, panik, obsesyon tedavisi için en güvenli olan ve bırakılması çok kolay olan ilaçlardır.
Eğer sorun bu tür bir tedavi ile geçmediyse ve gerçekten bir depresyon tablosu söz konusu ise, yeni nesil ilaçlar tercih edilmek durumunda kalınabilir. Yeni nesil antidepresanlar, SSRI grubuna ait olan fluoksetin, paroxetin, sitalopram, essitalopram, sertralin ve SNRI grubuna ait olan venlafaksin, duloksetin, vortioxetin gibi maddelerdir. Bu gruptaki ilaçları 10-50 mg gibi düşük dozlarda kullanılıyor gibi görünseler de beyin üzerindeki etkileri eski nesil antidepresanların 200-250 miligramına denk etki yaparlar. Eğer sorun ciddi bir depresyon değil de kaygı, panik, obsesyon ya da hafif depresyon ise, tedaviye doğrudan bu ilaçlarla başlamak hem tedavi süresini uzatacak hem de hastaların bipolar bozukluk, intihar ve şiddet eğiliminde artma gibi yan etkilere maruz kalmalarına neden olacaktır.
ANTİDEPRESAN İLAÇLAR HER YAŞTA ŞİDDETE, CİNAYETE VE İNTİHARA EĞİLİMİ ARTTIRIYORLAR.
Bu değişimler ani ve öngörülemez olduğu için antidepresan ilaç kullanan kişilerin günlük yakından takip edilmeleri öneriliyor. Kaynak: https://www.bmj.com/content/358/bmj.j3697/rr-4
KOLESTEROL GİRMEYEN BEYNE ANTİDEPRESAN GİRER
Düşük kolesterol düzeylerinin depresyon ve intihar eğilimi ile bağlantılı olduğu görülüyor bir çok çalışmada. Üstelik bu nedenle ortaya çıkan depresif belirtilerin düzeltilmesi için verilen antidepresan ilaçların prospektüslerinde intihar eğilimini artırabildikleri de belirtilmiş.
"Kolesterol doğrudan ve dolaylı olarak insan vücudunda temel ruhsal ve beyinsel fonksiyonları etkileyen bir çok hormon ve enzimin kritik bir öncüsüdür. DHEA, testosteron ve estrojenin dahil olmak üzere tüm steroid cinsiyet hormonları sentezi için, aynı zamanda vitamin D'nin sentezi için de gereklidir. Ayrıca serotonin ve beyin nörotransmitterlerinin üretimi için de elzemdir. Araştırmalar, düşük kolesterol seviyeleri ile depresyon ve şiddet eğilimleri arasında bağları gösteriyorlar. Bu nedenle genetik olarak düşük kolesterol düzeyine sahip kişiler için yağ asitlerinden ve kolesterolden zengin beslenme öneriliyor."
https://www.greatplainslaboratory.com/…/the-implications-of…
DULOKSETİN ADLI ANTİDEPRESAN, PANİK ATAĞINI VE SALDIRGANLIĞI TETİKLEYEBİLİYOR
Antidepresan tedavisine hemen en yeni ve en güçlü antidepresanları kullanarak başlamanın sakıncasını bize bir kez daha gösteren bu makale, depresyon tedavisine en düşük dozda ve etkisi nispeten daha ılımlı olan ilaçları tercih ederek başlamamızın ne kadar doğru olduğunu anlatıyor. Depresyon tedavisinde kullanılan Duloksetin gibi en yeni nesil ve çok güçlü etki gösteren bazı antidepresanlar, yan etki olarak panik atağını tetikleyebiliyorlar ve ilaç tedavisi kesildiğinde panik atakları ortadan kalkıyor. Bu antidepresanların panik atağının yanında saldırganlığı da tetikledikleri gözlenmiş. Bu ilaçların kullanımı sırasında bu tür bir yan etki gözlendiğinde o ilacın kesilerek başka bir antidepresana geçilmesi öneriliyor. Unutmayalım güçlü ilaç, güçlü yan etki demektir ve bu ilaçları kullanırken ortaya çıkabilecek olan yan etkilere değecek bir aciliyetin olması gerekir. Aksi halde, hastaları tedavi ediyoruz derken onlara yeni sorunlar kazandırmak, doğru bir sağaltım uygulaması olmayacaktır.
Psychiatr Danub. 2011 Mar;23(1):114-6.
Duloxetine-related panic attacks.
Sabljić V1, Rakun R, Ružić K, Grahovac T.
İSVEÇ’TE YAPILAN ÇALIŞMAYA GÖRE ANTİDEPRESAN İLAÇ TEDAVİSİ ALAN GENÇ KADINLARDA ÖLÜMLE SONUÇLANAN İNTİHAR GİRİŞİMLERİ ARTIYOR
İsveç’te 1999-2013 yılları arasında yapılan bu çalışmada 15-24 yaşlar arasında intihar girişiminde bulunmuş olan kadınların antidepresan ilaç alıp almadıkları, antidepresan ilaçları kullanmanın intihar riskini azalttığı inancının sorgulanması için araştırılmış.
Çalışmanın sonucunda, genç kadınlarda giderek artan antidepresan ilaç kullanımının intihar girişimini arttırdığı ve hatta ölümle sonuçlanan intihar girişimlerinin antidepresan ilaç tedavisi kullanmış olan ya da halen kullanmakta olan genç kadınlarda daha yüksek oranda görüldüğü ortaya çıkmıştır.
Int J Risk Saf Med. 2017;29(1-2):101-106. doi: 10.3233/JRS-170739.
Antidepressants and suicide among young women in Sweden 1999-2013.
Larsson J
ANTİDEPRESANLAR GÜNÜMÜZDE ÇOK YERDE GEREKSİZ BİÇİMDE KULLANILIYORLAR VE BU DURUMDA İYİLEŞTİRİCİ ETKİ YERİNE HASTA EDİCİ ETKİ YAPARAK GERÇEKTEN HİPOMANİ-MANİ VE İNTİHARI TETİKLİYORLAR
Antidepresanlar her ruhsal soruna çare olamıyorlar ve hatta yerinde ve dikkatli kullanılmadıklarında ruhsal durumumuzu olumsuz biçimde etkiliyorlar. Yakın zamanda yapılan şu araştırmalar bunu kanıtlar nitelikteler:
Eur J Clin Pharmacol. 2018 Feb;74(2):201-208. doi: 10.1007/s00228-017-2360-x. Epub 2017 Nov 4.
Antidepressants and suicidal behaviour in late life: a prospective population-based study of use patterns in new users aged 75 and above. (Geç yaşlarda antidepresan ilaç tedavisine başlanması, intihar riskini arttırıyor).
Hedna K1, Andersson Sundell K2,3, Hamidi A4, Skoog I4, Gustavsson S5, Waern M4.
Int J Risk Saf Med. 2017;29(1-2):101-106. doi: 10.3233/JRS-170739.
SON YİRMİBEŞ YILDA GERÇEKLEŞTİRİLEN KİTLESEL KATLİAMLARIN TEK BİR ORTAK NOKTASI VAR; BU ORTAK NOKTA SİLAHLAR DEĞİL, ANTİDEPRESAN VE PSİKOSTİMULAN GİBİ PSİKOAKTİF İLAÇLAR
Bu ilaçların intihar eğilimini ve saldırgan davranışları tetiklemeleri gibi yan etkilerinin gizlendiği ileri sürülüyor. Dün Florida'da yirmi civarında ogrencinin katledildiği olayin faili yine bu ilaçları kullanan bir öğrenci
https://www.naturalnews.com/039752_mass_shootings_psychiatric_drugs_antidepressants.html#
1980'LERİN SONLARINA KADAR, KİTLESEL KATLİAMLAR VE NEDENSİZ ŞİDDET EYLEMLERİ HENÜZ PEK DUYULMUŞ ŞEYLER DEĞİLDİ.
Meşhur SSRI Prozac henüz piyasaya çıkmamıştı. 1990'lardan itibaren, Prozac çok satılmaya başlayınca, birçok ilaç firması SSRI Antidepresan ilacı piyasaya sürdüler ve kitlesel katliamlar ile nedensiz saldırganlıklar sık rastlanır oldu.
http://www.cchrflorida.org/antidepressants-are-a-prescription-for-mass-shootings/
DEPRESİF BELİRTİLERİN VARLIĞI, ORTADA MUTLAKA DEPRESYON HASTALIĞININ OLDUĞU ANLAMINA GELMEZ
Canan Hocam, Karatay Diyeti ile depresyonu düzeltirim derken ilaç firmalarının yaptıkları çarpıtmayı yaptığınızın farkında mısınız? İlaç firmaları son 50 yılda her depresif belirtiyi depresyon hastalığının net bir kanıtı olarak göstererek depresyon hastalığının olduğundan çok daha fazlaymış gibi görünmesini sağladılar ve bu sayede antidepresan satışları patladı. Türkiye'de yıllık antidepresan ilaç kullanımı 70 milyon kutuyu aştı. Bunu sağlayan en başta gelen etken, hemen herkesin her gün yaşayabileceği sıradan duygusal çökkünlük ve fiziksel yorgunluk gibi belirtileri depresyon hastalığının bir kanıtı olarak alınması alışkanlığının yerleştirilmesi oldu.
Şimdi diyet yoluyla depresyonu düzeltirim iddiası ile ortaya çıkan değerli meslektaşlarımız aslında düzelttikleri şeyin bir hastalık olmadığını, birtakım sıradan belirtileri ortadan kaldırdıklarının farkında değiller mi?. Bu yaklaşım insanların gereksiz biçimde ilaca maruz kalmalarını engellediği için değerlidir ama dürüst olmak gerekir ki bu yolla bir hastalığı değil, herhangi hastalık dışı bir etkenle ortaya çıkabilecek belirtiyi ortadan kaldırıyoruz.
Tıpta her hastalık için durum aynıdır. Nasıl ki baş ağrısı belirtisi her zaman beyin tümörünün kesin bir belirtisi değilse ve migren, sinüzit, magnezyum eksikliği, D vitamini eksikliği gibi başka durumlarda da ortaya çıkabiliyorsa, depresif belirtiler de her zaman kesin olarak bir depresyon hastalığının belirtisi değillerdir. Magnezyum vererek başağrısını düzeltmek, magnezyumla beyin tümörünün tedavi edileceği anlamına gelmez.
Gerçek depresyon hastalığı her zaman bipolar hastalığın bir parçası olduğu için gereksiz ilaç tedavileri gibi gereksiz besin ve vitamin takviyeleri de gerçek depresyonlu kişilerin bipolar hastalıklarının açığa çıkmasına neden olurlar. Nitekim aşırı B12 desteği alan gerçek depresyon hastalarında bu durumu gözlüyoruz.
Depresif belirtilerin çoğu da sadece psikolojik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkarlar. Bu durumda tedavi için psikoterapi dışında bir seçenek yoktur. Ancak günümüzün stresli yaşam koşulları ve kişiye anlam vermeyen toplum yapısı, çoğumuzun kendisini amaçsız, bitkin, çökkün hissetmesine neden oluyor. Bu durum bir hastalık değil, sağlıksız bir duruma verdiğimiz tepkinin belirtisidir. Takviyeler ya da ilaçlarla bu durumu aşmamız ise bir hastalığın tedavi edilmesi demek değildir.
Birçok depresif belirti, antidepresan ilaç almadan, psikoterapi, doğru beslenme, yaşam biçimi değişiklikleri yoluyla ortadan kaldırılabilmektedir
http://www.gazetearena.com/depresyon-mu--antidepresan-tuzag…
http://www.sozcu.com.tr/2016/saglik/depresyon-bir-bagirsak-hastaligidir-1547372/
SEROTONİN İLE İLGİSİ OLMAYAN YENİ NESİL ANTİDEPRESANLAR YAKINDA KULLANIMA SUNULACAK VE “BİLİM DÜNYASI” ŞUNU SÖYLEYECEK: BUGÜNE DEK BİLDİKLERİMİZ YANLIŞMIŞ
Bugüne değin depresyonun en başta gelen nedeninin, doğrudan bir kanıta dayanmadığı halde beyinde serotonin düzeyinin düşüklüğü olduğu söylene geldi. Hekimler, beyinde serotonin yükselten ilaçları üreterek pazarlayan ilaç firmalarının desteğinde yapılan güçlü “bilgilendirme” ve “bilimsel kongre” etkinlikleri nedeniyle depresyonun niteliğini ve nedenini pek sorgulayacak fırsatı ve vakti bulamadılar. Bu durum, ağırlıklı olarak kaygı sorunu yaşayan hastaların “depresyon” olarak teşhis edilmeleri eğilimini ve dolayısıyla da serotonin yükseltici olduğu iddia edilen ilaçların yazılmalarını arttırdı.
Ancak yeni nesil depresyon ilaçlarının niteliklerine bakıldığında, asıl sorunun depresyon değil kaygı olduğu ve serotonin düzeyiyle hiçbir ilgisinin olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü “depresyon” olarak tanılandırılan hastaların tedavisinde halen kullanılan serotonin yükseltici ilaçların hastaların 2/3 sinde etkisiz kaldıkları ve etkilerini 3 hafta gibi uzun bir süreden sonra gösterdikleri görülüyor. Oysa serotonin ile ilgili bir etki yapmayan ve NMDA üzerinden etki ederek kaygıyı düşürerek yeni nesil antidepresanların (örneğin ketamin) kısa sürede ve daha yaygın bir etki gösterdikleri görülüyor.
Yeni ilaçların kullanıma sunulmasına henüz süre var. Bu süre boyunca, halen kullandığımız antidepresanların yaygın kullanımları devam edecek ve ilaç firmaları yine çok kazanacaklar. Yeni ilaçlar çıktıktan sonra pabuçları dama atılacak olan şimdinin moda antidepresanlarının birden bire, şimdilerde itinayla gizlenen, berbat yan etkilere sahip olduklarının “farkına varılacak” ve “bilimsel kongrelerde” bu yan etkiler nedeniyle ne kadar çok sayıda insanın mağdur olduğu anlatılıp durulacak. Depresyonu ve tedavisini bence vakit kaybetmeden sorgulamaya başlamamız gerekiyor.
https://psychcentral.com/lib/depression-new-medications-on-the-horizon/
DÜŞÜK KOLESTEROL DÜZEYİ, DEPRESYONLU HASTALARDA İNTİHAR GİRİŞİMİNİ ARTTIRIYOR
Kolesterol genellikle insanların tüylerini diken diken eden ve mutlaka ken düzeyinin düşük tutulması gerektiğine inanılan bir maddedir. Oysa başta beynimiz için en az serotonin kadar hayati öneme sahip bir maddedir. Aşağıdaki çalışmada, kan kolesterol düzeyi düşüklüğünün intihar girişimi ile olan ilgisi gösterilmiş
Ann Gen Psychiatry. 2017 Apr 17;16:20. doi: 10.1186/s12991-017-0144-4. eCollection 2017.
Is low total cholesterol levels associated with suicide attempt in depressive patients?
Messaoud A1, Mensi R1,2, Mrad A1, Mhalla A1, Azizi I1,2, Amemou B1, Trabelsi I3, Grissa MH3, Salem NH4, Chadly A4, Douki W1,2, Najjar MF2, Gaha L1.
TEDAVİYE NE KADAR GÜÇLÜ BİR ANTİDEPRESAN İLE BAŞLARSANIZ, ÖMÜR BOYU ORTAYA ÇIKMAYACAK OLAN BİPOLAR TABLONUZ O KADAR HIZLI BİÇİMDE AÇIĞA ÇIKABİLİR.
Vortioxetine yeni ve çok güçlü antidepresan etkiye sahip bir antidepresan ilaç. Antidepresan ilaçların bipolar tabloyu tetikledikleri, hatta bu ilaçların etkisi olmasa ömür boyu açığa çıkmayacak olan bipolar tabloları açığa çıkardıkları bilinir yıllardır. Ancak şimdilerde çok daha güçlü ve kullanımları o kadar kolay olan yeni ilaçlar geliştirildi ve bu durum bipolar hastalığın görülme sıklığını giderek arttırıyor. Makalede bu ilacın güvenli olup olmadığını gösteren veriler henüz eksiktir yazıyor ama dinleyen kim, tüm Avrupa'da piyasaya sürülmüş bile bu ilaç (Data on the safety of vortioxetine for treatment of depressive episodes in patients with bipolar disorder (BD) are still lacking). İntihar oranlarında, şiddet eğiliminde ciddi bir artış var. İşte böyle bir olguyu yayınlamışlar son olarak bir yabancı dergide:
Vortioxetine-induced manic mood switch in patient with previously unknown bipolar disorder.
Sobreira G1, Oliveira J1, Brissos S1
Rev Bras Psiquiatr. 2017 Jan-Mar;39(1):86. doi: 10.1590/1516-4446-2016-2113.
SSRI GRUBU ANTİDEPRESAN İLAÇLARI BIRAKMAK ZOR
Bu grup ilaçları özellikle yüksek dozlarda kullanan kişiler, bu ilaçları bırakmaya kalktıklarında şiddetli baş dönmesi, aşırı kaygı ve korku, bulantı kusma, uykusuzluk, konsantrasyon güçlüğü, şiddetli mutsuzluk hissi ve ağlama krizleri yaşamaya başlıyorlar. Bu durum aslında bir bağımlılık belirtisi olan çekilme sendromudur. Bağımlılık yapmıyor denilen bu ilaçların bağımlılık yapma riski açısından yeniden değerlendirilmesinde yarar vardır
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/27171568
BİPOLAR HASTALIĞIN NEDENİ, BEYNİN BAZI BÖLGELERİNİN OTONOMİ KAZANMASI OLABİLİR. ANTİDEPRESANLAR BEYİN BÖLGELERİNDE OTONOMİ YARATARAK BİPOLAR HASTALIĞI TETİKLİYORLAR
Beynimizin sağlıklı çalışabilmesinin ön koşullarından birisi de beyin bölgelerinin aralarında eşgüdümlü olarak çalışmaları ve kabaca tüm beynin beyin kabuğunun kontrolü altında etkinlik göstermesidir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için bazı bölgelerin baskılayıcı, bazı bölgelerin de uyarıcı etki altında tutulmaları ve bu etkinliğin iyi organize edilmesi gerekir.
Bipolar hastalık dediğimiz tabloda, beynin limbik sistem dediğimiz bölgesi otonomi kazanır ve insan düşünerek değil duygularına göre hareket etmeye başlar. Aşırı taşkınlık, dürtülerini kontrol edememe ya da aşırı depresif davranışlar bipolar hastalığın yaygın belirtilerindendir.
Antidepresan ilaçların beyinde kindling fenomeni denilen eşik altı epilepsi durumunu tetikleyerek beynin limbik sisteminin otonomi kazanarak bağımsız çalışmasına ve bu nedenle de bipolar hastalıkları tetiklediklerine dair bulgular elimizde bulunmaktadır. Aşağıdaki çalışma bu etkiyi inceleyen bir çalışmadır.
Bipolar hastalıklardan kaçınmak için, gereksiz, gerekenden daha yüksek dozda ve gerekenden daha uzun süreli antidepresan kullanımından kaçınmakta yarar vardır.
J Affect Disord. 2015 Sep 1;183:57-67. doi: 10.1016/j.jad.2015.04.057. Epub 2015 May 11.
Comparison of precipitating factors for mania and partial seizures: Indicative of shared pathophysiology?
Bostock EC1, Kirkby KC2, Garry MI3, Taylor BV4.
DEPRESYONUN SEROTONİN DÜŞÜKLÜĞÜNDEN KAYNAKLANDIĞI İNANCI KOCA BİR YALAN OLABİLİR
Depresyonun serotonin düşüklüğünden kaynaklanan bir hastalık olduğu ve sertonini yükseltirsek depresyonun tedavi edileceğine yönelik sava inanç demek daha doğru çünkü bu iddianın doğrudan bilimsel bir kanıtı yok. Bu iddia en çok sertonin yükselten antidepresan ilaçları üreten firmaların sarıldıkları bir iddia ve bu ilaçların satışını patlatmış durumda. Son zamanlarda bu iddiaya dayanarak serotonin en çok bağırsaklara üretildiği için bağırsaklara ikinci beyin deme modası ortaya çıktı. Bizim ruhsal yapımızı geri plana iten bu sav ilginç biçimde ruha inanan muhafazakar kesimde en çok benimsenmiş görünüyor.
Depresyon denilen belirtiler yumağının homojen bir hastalık olup olmadığı konusunda tartışmalar sürüyor. İlaç firmaları ya da gıda takviyesi üretip satan firmalar depresyonun somut sorunlardan kaynaklanan bir hastalık olduğu iddiasına sıkı sıkı sarılıyorlar. Depresif belirtilerin birçoğunun sağlıksız beslenme ve yaşam biçimlerinin düzeltilmesi sonucunda düzeldiği bilinen bir gerçek. Beyinde serotonin düzeyinin yükseltilmesinin de depresif belirtileri düzelttiği bir gerçek ama serotoninle aynı etkiyi yapan dopamin, adrenalin gibi birçok başka madde de var. Neden depresyonda bir adrenalin düşüklüğü kuramı geliştirilemediğini adrenalin yükselten antidepresan ilaçların pek tutulmamasına bağlamak sanırım yanlış olmaz. Ya da dopamin yükselten antidepresan ilaçların psikoz yapıcı etkilerinin çok şiddetle gözlenmesi nedeniyle piyasadan çekilmiş olmaları (bakınız; Survector) depresyon için bir dopamin düşüklüğü kuramının geliştirilmesine engel oldu. Artık Survector diye bir ilaç yok piyasada çünkü bu dopamin yükselten antidepresanın kullanan bir çok hasta intihar etti ya da cinnet geçirdi. Ancak depresyon dediğimiz otantik durum bunlardan bütünüyle farklı bir durum.
Depresyon terimi 1950’li yıllarda moda olmadan önce melankoli ve manik-depresif hastalık vardı. Manik depresif (bipolar) hastalıklar bugün de depresif belirtilere oldukça yüksek oranda neden olan klinik tablolardır. Ancak bu hastalar yeni nesil antidepresan kullandıklarında maniye giriyorlar. Antidepresan kullanımının 50 kat arttığı son 30 yılda ABD’de bipolar hastalıklar 100 kat artmıştır.
Melankoli ise bütünüyle psikolojik bir durumdur. Çocukluk travmalarından güncel travmalara, çiftlik tavukları gibi daracık yaşamlarına hapsolarak yaşayan insanların anlamsızlık içinde yuvarlanmalarından tüketim çılgınlığının getirdiği tatminsizliklere, benlik algısındaki yetersizliklere kadar birçok psikolojik nedeni vardır melankolinin. Bu tür durumları ise ne beslenme ile ne de ilaçla düzeltebilirsiniz. Bu duruma müdahale etmek için kitlesel sosyal müdahalelerden, psikoterapi gibi bireysel müdahalelere, eğitim düzeyinin arttırılmasına, tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmeye kadar bir dizi önlem almak gerekiyor.
BİR ERGEN NASIL ÖZENLE BİPOLAR YAPILIR?
“Bakışları değişmişti, herkese öldürecek gibi bakıyordu, hırçınlığı kontrol edilemez düzeydeydi ve hiç söz dinlemiyordu. Çok dik başlı ve asi bir çocuk haline gelmişti. Şimdi ise bir meleğe dönüştü. Gece hiç uyumuyordu, şimdi geceleri mışıl mışıl uyuyor. O dönemde yaptığım bazı şeyleri hiç anımsamıyorum. Aklıma sıklıkla intihar etme düşüncesi geliyordu ve hiçbir şeye tahammül edemiyordum.”
Bu satırlar, ergenlik dönemini rahat geçirsin diye çocuklarını bir psikiyatra götüren ve onun önerisiyle çocuklarına antidepresan ilaç başlayan bir anne-babanın çocukları, çocuğun da kendisi hakkındaki ifadeleri. Antidepresan ve dikkat arttırıcı ilaçları kullandıkça çocuk giderek kontrolden çıkıyor ve bipolar tabloya giriyor. Bipolar hastalığın iyileşmesi için ilaçların kesilmesi ile birlikte kısa bir sürenin geçmesi yeterli oluyor. Şu anda ilaç kullanmayan bu genç insan gayet sağlıklı biçimde üniversitede eğitim yaşamına devam etmekte.
Hepimizin bildiği gibi ergenlik, gerek toplumsal gerekse biyolojik açıdan yoğun değişimlerin yaşandığı ve bunlara bağlı olarak duygusal dengesizliklerin çok sık gözlendiği bir dönemdir. Bu duygusal sorunlar genellikle zamanla kendiliğinden ortadan kalkar. Daha derin sorunların yaşandığı durumlarda ise genellikle kısa süreli psikoterapi yaklaşımı, psikolojik ve sosyal destek gibi müdahalelerle sorun aşılabilmektedir.
Günümüzde sorun yaşayan ergenlere hemen antidepresan ya da dikkat arttırıcı ilaç başlama eğilimi hız kazandı. Hemen ilaç başlamakta acele etmemek gerektiğini bu ilaçların yan etkilerini yaşayan kişilere baktığımızda görüyoruz. ABD’de bipolar hastalıkların son 30 yılda 100 kat artışında, antidepresan ilaç kullanımının 50 kat artmasının ciddi bir katkısı var. İlaçları yerinde, dozunda ve sadece gerçekten bir hastalık varken kullanmaya dikkat edelim.
SADECE SAĞLIKLI BESLENEREK PSİKİYATRİK SORUNLARDAN KURTULMA OLANAĞI VAR MI?
Tabii ki yok. Örneğin obsesyon tablosunu, patolojik yası, travmatik nevrozu, şizofreniyi, bipolar hastalıkları, melankoliyi ya da kişilik sorunlarını sadece sağlıklı beslenerek tedavi etmek olanağı yoktur. Ancak konuyu bu kadar kısa geçiştirmek de doğru değil. Öncelikle sadece sağlıklı beslenerek psikiyatrik hastalıklardan kurtulacağımız iddiası nereye dayanıyor onu irdeleyelim.
Hastalık belirtisi olarak ele aldığımız belirtilerin çoğu tek bir hastalığa özel olarak ortaya çıkmazlar ve tek bir belirti genellikle çok sayıdaki farklı hastalıkta gözlenebilir. Klinik deneyim, farklı hastalıklarda ortaya çıkabilen belirtinin aslında ne nedenle ortaya çıktığını ayırmaya yarar. Örneğin baş ağrısı bir hastalık belirtisidir ancak migren, sinüzit, D vitamini eksikliği, somatizasyon bozukluğu, magnezyum eksikliği, beyin tümörü, beyin kanaması gibi birbirinden çok farklı nedenlerle ortaya çıkabilir.
Psikiyatrik belirtiler de sadece psikiyatrik hastalıklar nedeniyle ortaya çıkmazlar. Örneğin enerji düşüklüğü, ağlama isteği ve kendini depresif hissetmek gibi belirtiler, depresyon hastalığında ya da uzamış yas (matem) tablosunda ortaya çıkabildikleri gibi, B12 eksikliği, D vitamini eksikliği, kansızlık, tiroid hastalıkları, adiyabet, metabolik hastalıklar, aşırı kilolu olmak gibi durumlarda da ortaya çıkabilen belirtilerdir. Bu nedenlerle ortaya çıkan bu belirtileri sağlıklı beslenerek ortadan kaldırmış oluruz ancak nasıl ki magnezyum vererek başağrısını gidermek, sinüziti ya da beyin tümörünü tedavi etmek anlamına gelmiyorsa, bu da bir psikiyatrik hastalığı düzelttiğimiz anlamına gelmez. Psikiyatrik hastalıklar sadece psikiyatrik tedavilerle düzelirler. Ancak sorun, yanlış beslenme sonucunda ortaya çıkan belirtilerin bir psikiyatrik hastalıktan kaynaklandığını iddia etmekten kaynaklanmaktadır.
Aynı basitleştirmeyi, ilaç firmalarının desteklediği, klinik tedavi şemaları öneren "bilimsel" kurumlar da yapmaktadırlar. Bu kurumlar, her enerji düşüklüğü, ağlama, uykusuzluk ya da depresif duygulanım gibi belirtiler yaşayan kişinin depresyonda olduğunu iddia ederek tedavide bir antidepresan ilaç kullanılması gerektiğini iddia etmektedirler. Bu iddia antidepresan ilaç kullanımını patlatmıştır. Antidepresan ilaçların, nedeni ne olursa olsun bu tür belirtileri gidermek konusunda etkili oldukları tartışma götürmez ancak ortada gerçek bir psikiyatrik sorun yok iken antidepresan ilaçların kullanılması bizi bu sorunlardan kurtarırken antidepresan ilaçların yan etkilerine maruz bırakacaktır. Bu nedenle ABD'de antidepresan ilaç kullanımının 50 kat arttığı son 30 yılda Bipolar Hastalıkların oranı 100 kat artmıştır. Bipolar hastalıklar intihar girişimlerinin en sık görüldüğü psikiyatrik hastalıklardır.
Hekim olarak neyi tedavi ettiğimizi hastalarımızla paylaşalım, hasta olarak yaşadığımız sorunların nedenlerinin ezbere değerlendirilmesine karşı uyanık olalım. Sağlıklı beslenelim ancak sağlıklı beslenerek yakaladığımız mutluluğun bir psikiyatrik hastalığın tedavi edilmesinin sonucunda ortaya çıkmadığının bilincinde olalım.
İNSAN ZİHNİ BİR MAKİNE DEĞİLDİR
Herkes kendi açısından bakarak insan zihninin basitleştirilmiş bir modelini kurmaya çalışıyor.
Psikiyatri ve nöro-bilimciler için insan zihni, serotonin, dopamin gibi birkaç nöro-transmitterin etkisi altında olan bir sistem. Onlara göre bu maddelerdeki dengesizlikler, depresyon gibi ruhsal sorunlar yaşamamıza neden oluyor ve biz bu maddelerdeki azalmaları ya da artışları yeniden dengeye sokarsak bu ruhsal sorunlardan kurtuluruz. Bu bakış açısı tabii ki ilaç firmalarının çok sevdiği ve destekledikleri bir bakış açısı çünkü bu sözde dengesizlikleri düzeltebildiğini iddia ederek piyasaya sürdükleri ilaçlarını neredeyse kullanmayan kalmayacak. Maddi getirisi çok yüksek olan bir inanç yani bu… Şu olguların serotonin düzeyiyle nasıl bir ilgisi var merak etmemek elde değil; bir büyükşehir belediyesinde çalışan bir kontrol mühendisi, yapılan projelerin sakıncalı olduğunda ve değiştirilmesi gerektiğinde ısrar edince başına gelmedik kalmamış ve işinden ayrılmak zorunda kalacak kadar tacize uğramış. Yaşamının geri kalanı sürünmekle eşdeğer… Piyasada işe bulamamış, genç yaşta bu yetenekli insan boş kalmış. Yani doğruları söylediği için iş yaşamı sona ermiş. Ya da 3-4 yaşında tacize uğrayan bir kadın. Ya da doğal yaşamından kopartılmış kitleler. Bu insanların yaşadıkları sıkıntıların ne serotonin düzeyindeki düşüklükle ne de başka bir maddenin düzeyiyle ilgisi var. Diyeceksiniz ki serotonini yükseltince bu insanlar rahatlıyorlar. Bu mantıkla alkol de sosyal fobiyi rahatlatıyor diyelim ve çekingenlik yaşayan insanları alkol vererek tedavi etmeye kalkalım.
Bu akıma karşı, asıl sorun beyinde değil bağırsaklarımızda diyen bir başka grup beslenmedeki sorunları öne çıkartıyor ve örneğin depresyonda doğru beslenmediğimiz için bağırsakların yeterli serotonini üretemediğini, doğru beslenirsek serotonin sorunumuz kalmayacağı için depresyon ve kaygı gibi sorunları da yaşamayacağımızı iddia ediyor. Depresyonun serotonin düşüklüğüne bağlı olduğu kanıtlanmış olsa onlara söylenecek bir şey kalmayacak ama depresyon diye bir hastalık gerçekten var mı sorusundan girin de serotonin düşüklüğünün depresyon ya da anksiyete gibi sorunlara yol açıp açmadığının doğrudan kanıtı elimizde henüz yok iken, bu yaklaşımın da insan zihnini ilaç firmaları gibi birkaç maddenin etkisinden oluşan indirgemeci yaklaşımdan pek bir farkı olmadığını görüyorsunuz. İnsanlar bu yola baş koyunca diyete giriyorlar; bağırsakta üretilen serotonini yükseltecekler. Birkaç ay sonra bunun işe yaramadığını görünce diyeti sıkılaştırıyorlar. Giderek karşınıza yeme bozukluğuna kadar varmış, sürekli bağırsaklarını düşünerek yaşayan, yediklerinde gluten var mı yok mu diye kaygı yaşayan bir kişi çıkıyor. Olsun yine de kaygının nedenini değiştirdik derseniz sözüm olmaz tabii.
Bilişsel psikologlar için ise zihnimiz bir blgisayar programı gibi çalışır. Eğer yazılım iyiyse insanlar her sorunu aşabilirler. Ama yazılımda ortaya çıkan bir takım hatalar varsa bunlar insanın sorun yaşamasına neden olur. Bilişsel-davranışçı psikolojik yaklaşım bu basit argüman üzerinden sorun yaşayan kişinin programlama sorunlarının düzeltilmesiyle ruhsal sorunların aşılabileceğini iddia eder ve bir bilgisayar programcısının bilgisayar yazılımını ele aldığı gibi insanları karşısına alarak onların zihinlerindeki yanlış programlamanın sonucunda ortaya çıkan yanlış şemaları düzelterek sorunu çözmeye çalışır. Bilinçdışı denilen kavram yoktur bu yaklaşımda ve insan göründüğü kadar olan bir zihne sahiptir. Bu yaklaşımda da tam hastayı düzelttim derken sürpriz biçimde beklenmedik sorunların belirmesi seyrek karşılaşılan bir sorun değildir. Bu yöntemin ABD’de yaygın olarak kullanılmasının onun popüler olmasına etkili olmadığını kimse iddia edemez. Yine zihin aşırı basitleştirilir burada da ve ABD’de ne yapılıyorsa doğrudur inancına yaslanan bir etkisi vardır.
Bir de dini yaklaşımlar var. Buna göre bir insan dindar olursa ruhsal sorun yaşamaz inancı temeldir. Bu yönde birçok kitap yazıldı ve oldukça da çok satıyorlar. Ancak geçenlerde bana gelen dindar ve başörtülü öğretmen hanımın şaşırmasına neden olacak nitelikte bir yaklaşımdır bu. Bu öğretmen hanım bana şunu söyledi: “Ben dindar yetişen çocukların yalan söylemeyeceğini, ahlaklı olacaklarını ve okulda onlarla sorun yaşamayacağımızı düşünürdüm. Oysa onlarla da en az diğerleriyle olduğu kadar sorun yaşıyorum ve onların kolaylıkla yalan söylediklerini, beni kandırmaya çalıştıklarını görünce çok şaşırıyorum”. Ahlaklı olmanın sadece dindar olanların özelliği olmadığını görmek şaşırtmış bu öğretmenimizi. Tek başına din de ruhsal olarak sağlam olabilmemize yetmiyor ne yazık ki, keşke öyle olsaydı.
BEYNİMİZ NASIL ÖĞRENİR?
Kalıcı olarak bir bilginin, becerinin ya da davranışın öğrenilmesi için beyinde bir sinir hücresi şebekesinin oluşması gerekir. Bu şu anlama gelir: Öğrenme tek bir alanı kapsamadığı gibi, beynin her bölgesinden sinir hücrelerinin birbirleri ile bağlantılı duruma gelerek bir ağ oluşturmalarını gerektiren bir süreçtir. Öğrenilen bilginin kullanılabilmesi için her defasında aynı ağın etkinleştirilmesi gerekir. Bu yolla milyarlarca sinir hücresi ve her bir sinir sinir hücresinin diğerleriyle yaptığı ortalama 50-60 bin bağlantının oluşturduğu bir ağ kombinasyonu sayesinde sonsuz sayıda bilgiyi depolama olanağını buluruz. Öğrenmenin kodlandığı bir sinir ağının oluşabilmesi için beyin hücrelerine uzun süreli uyarının yapılması gerekir. Bu bizim çalışma dediğimiz eyleme karşılık gelir. Bunun fizyolojideki adı uzun süreli güçlendirmedir (long term potentiation). Yeterli sürece uyarı alan beyin bu uyaran için özel bir sinir hücresi ağı yani bir nöronal şebeke geliştirir. Zengin şebeke sistemine sahip olan bir beyin yeni bir bilgiyi daha hızlı biçimde öğrenebilir ve yeni şebekeleri daha kolay biçimde kurabilir. Alzheimer gibi bunama sorunlarından kurtulabilmenin en başta gelen yolu beynimizin yeni şebeke oluşturma yetisini canlı tutmaktır.
TAVUKLAR NEDEN DEPRESYONDALAR? DEPRESYONUN NEDENİ SEROTONİN DÜŞÜKLÜĞÜ DEĞİLDİR
Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur (Neden gülüyorsun? Başkalarının başına geldiği için güldüğün bu hikâyeler, aslında senin hikâyendir)- Horace
Depresyona girmiş olan tavukların sayısında ciddi bir artış varmış ancak bu tavuklar, tavuk çiftliklerinde hareketsiz olarak kafeslerde tutulanlar arasından çıkıyorlarmış, doğada kendi başına yaşayan tavuklarda depresyon vakası şimdiye dek bildirilmemiş. Çiftlik tavuklarına, daha çok yumurtlayabilmeleri ve etlenmeleri için stres giderici, rehavet verici, iştah açıcı etkileri olan antihistaminik, antidepresan ve kafein kokteyli veriliyormuş. Gece-gündüz döngüsünü hızlandırarak daha çok yumurtlamaları için yapay ışığa maruz bırakılıyorlarmış. Böylece bir taraftan antihistaminik ve antidepresanlarla sakinleştirilen tavuklar, diğer taraftan kafein ile uyanık tutuluyorlar. İşte, bu ilaç kokteyli ile tavuğun stresten uzak olması, iştahının açık olması ve etinin yumuşak olması sağlanıyormuş. Yani sözün kısası bu zavallı tavuklar doğal yaşamlarından kopartılmış, küçük kafeslerin içinde ye-iç-yumurtla döngüsü içinde yaşayan makineler haline getirilmişler. Artık onların çimlerin üzerinde serbestçe dolaşabilme, civcivlerinin yumurtadan çıkışlarını gözleme ve civcivlerini peşlerine takıp anaç tavukluk yapma olanakları kalmamış. Antidepresan, antihistaminik ve kafein verildiğinde ise tavuğun kendisini edilgen bir yumurtlama makinesi olarak görmesi engelleniyor. Mutlu olmaları için hiçbir nedenin bulunmadığı, doğal yaşam koşullarından kopartılmış olan bu tavuklar, ilaçların etkisi altında hayali bir dünyada mutlu biçimde yaşamaya devam ediyorlar. Tavuklar böylece daha yüksek bir kiloya kavuşabiliyorlar ve bolca da yumurtlayabiliyorlar.
Şimdi aklınıza insanların arasında da psikiyatrik hastalıkların sıklığının giderek arttığı ve özellikle de depresyonda ciddi bir artış olduğu gerçeği ister istemez geliyordur. Ruh sağlığı açısından tavuklarla benzer bir düzeyde olmak ve buna akıl ve zekâyla bir çözüm bulamamak, hayvanlardan çok daha gelişmiş akla ve zekâya sahip bir canlı olan insan için garip değil mi? İşin daha da garip olan kısmı, günümüzde depresyona giren insana modern tıbbın psikiyatri bölümünün çözüm olarak, ancak tavuklara sunduğu düzeyde bir kafein+antidepresan+antihistaminik kombinasyonu sunabilmesi. Evet, bu ilaçlar belki toplumun %5’i gibi bir kısmı için gerçekten gerekli olabilir ama ya toplumda bu ilaçların kullanım oranı %50’lere yaklaşmışsa? Psikiyatri pratiği, insanlara bol miktarda ilaç kullandırma pratiğine dönüşmüşse? Bu soruların yanıtı için belki de tavuklara kulak vermek gerekiyor. Tavuklar insanlara dönerek şunu söylüyor gibiler: “de te fabula narratur” (benim hikâyemde sen anlatılıyorsun).
Tavukların ne demek istediklerini insanlar anlayabiliyorlar mı? Bu kadar insanın sorunu çocukluk travmaları mı, yanlış beslenme mi yoksa tavuklar gibi insanların da doğal yaşam koşullarından uzaklaşıp, metropollerde kulelerin içine hapsedilmeleri, yapay ışıkla uykularının azalmış olması ve üretimci bir toplumun bireyi olamayarak yalnız bir yaşama mahkûm olmaları mı? Binlerce yıldır nice zorlukları aşarak doğanın çetin koşullarına karşı koyabilme becerisini göstermiş olan insanların bilişsel şemaları neden ha bire bozuluyor bu günlerde dersiniz? Ve insanları tavuklar gibi, antidepresan ilaçlarla, bilişsel terapilerle, bugünü yaşa (carpe diem) başka şeyi umursama felsefesiyle içinde bulundukları ortamın olumsuzluklarına duyarsız hale getirerek yaşatmak sağlıklı bir çözüm müdür? Tıp, depresyonun sadece medikal (başlıca ilaçla) tedavisini öne çıkartarak doğru mu yapıyor? Tavuğu yumurtasına yabancılaştıran süreç, insan için de acımasızca işlemekte ve insanlar yaşamlarına ve bedenlerine yabancılaşmaktadırlar. Yaşamın amacı oturtulamayınca, insanlık anlamsızlık içinde boğulmaktadır.
Onca bilimsel ilerleme ve teknolojik atılımın ardından insanın kendisini çiftlik tavuğu düzeyinde bulması, açıklanması gereken bir durumdur. İnsan yaşamının anlamını, ya doğayla baş edebilen kişi olarak, ya da doğadan kopuk yaşıyorsa üretken ve neyi ne için ürettiğini bilen bir toplumda yeri olan bir birey olarak bulabilir. Sağlıklı toplum, kendi ihtiyaçlarını üretebilen, neyi, nasıl ve ne zaman yapacağına kendisi karar verebilen, ihtiyaçlarından fazlasını da ihtiyacı olanlarla paylaşabilen bir toplumdur. Sağlıklı bir ruhsal durum sağlıklı bir toplumun bireyi olmakla yakalanabilir. Depresyondaki artışın serotonin ile hiçbir ilgisi yoktur. Kendisine ait doğal koşullarda yaşama olanağı kalmamış her canlı gibi, rekabetçi-tüketim toplumunda yaşamaya mahkum edilmiş olan insanlar için depresyon duyusu dışında bir duygu yaşama olanağı var mıdır?
ANTİDEPRESANLAR DOĞAL SEROTONİN DÖNGÜSÜNÜ NASIL BOZUYORLAR?
Beyin hücrelerimiz uyarıcı ya da uyuşturucu maddeleri üreterek salgılarlar ve bu maddeler yoluyla birbirlerinin üzerinde uyarıcı ya da uyuşturucu etki yaparlar. Salgılanan bu maddeler, başka hücrelerin üzerindeki alıcılara (reseptör) bağlanarak etkilerini gösterirler. Her bir maddenin etki süresi mili-saniyeler düzeyinde çok kısa bir süre zarfında gerçekleşir. Beyin için en büyük tehdit, sürekli olarak bu maddelerden yalnızca birinin ya da birkaçının etkisi altında kalmaktır. Böyle bir durumda beyin anlık gelişmelere kendisini uyduramaz, hep uyarılmış durumda kalır ve hiç uyuyamaz ya da hep uyuşmuş durumda kalır ve uyanamazdı.
Beyin uyuşma durumunda sürekli kalırsa tehlikelere anında tepki veremeyiz ya da dinlenme durumunda olması gerekirken sürekli uyarı durumunda kalırsa yüksek düzeyde korku ve kaygı yaşarız. Beynimiz bu maddelerin sürekli olarak etkisi altında kalmaktan kurtulabilmek için çok karmaşık düzenekler geliştirmiştir.
Beyin bir maddenin fazlalığı söz konusu ise bu maddenin salgılanmasını ve o maddenin bağlanacağı alıcıların sayısını azaltır. Tersine eğer bir maddenin eksikliği söz konusu ise o maddeyi salgılayan hücrelerin çalışmalarını arttırarak o maddenin salgılanmasını arttırır ve buna ek olarak o maddenin bağlanacağı alıcıların sayılarını arttırır.
Antidepresan ilaç kullanarak serotonin, dopamin ya da adrenalin gibi bir maddenin beyindeki düzeyi uzun süreli (6 aydan daha uzun süreler) olarak olması gerekenin çok üzerinde tutulduğunda, beyin ilk olarak bu maddenin etkisini azaltmak için harekete geçerek önce bu maddenin bağlanacağı alıcıların sayısını ciddi biçimde azaltarak kendisini korumaya çalışır. Örneğin serotonin ana maddesi olan triptofan içeren gıdalardan çok miktarda aldığımızda bu önlem yeterli olmaktadır. Ancak 6 aydan uzun süreli yeni nesil antidepresan ilaç kullanılması durumunda bu önlem genellikle yeterli olmamaktadır çünkü yeni nesil antidepresan ilaçlar bu maddelerden birinin düzeyini çok güçlü biçimde arttırırlar. Beyin bu durumda önce bu maddelerin üretimini azaltma yoluna gider. Güçlü yeni nesil antidepresan kullanımı sürüyor ise bir süre sonra bu önlem de yeterli olmaz. Bu durumda beyin bu maddeyi üreten ve salgılayan sinir hücrelerini devreden çıkartma yoluna gitmektedir. Bu işlem sinir hücrelerinde kayba yol açabilecek dereceye ulaşabilir (eksitotoksisite). Bu durumda uzun vadede serotonin, dopamin ya da noradrenalin gibi monoamin nörotransmitterlerin doğal döngüleri kalıcı olarak bozulduğu, bu maddeleri üreten hücrelerin sayısı azaldığı için antidepresan ilaç kullanmayı bırakmak giderek zorlaşmaktadır. Çünkü ilacın kesilmesi durumunda, artık beyin hücreleri ilaç sayesinde yeterli düzeye erişebilen maddenin üretimini yeterli düzeyde yapamamaktadırlar. Beyin doğal olmayan bir etkenin gereğinden fazla ve uzun süren etkisi karşısında kendisini koruyayım derken, kendi hücrelerini feda edecek derecede doğal yapısını yitirme noktasına gelebilmektedir.
BİR ANTİDEPRESANIN SİZİ HİPOMANİYE SOKTUĞUNU NASIL ANLARSINIZ?
Diyelim ki bir süredir antidepresan ilaç kullanıyorsunuz ve hiçbir şeyi yapmayı istemediğiniz, karamsarlıkla dolu günleri geride bırakarak kendinizi daha enerjik, daha hareketli bulmaya başladınız. Tüm bu olumlu gibi görünen belirtilere karşın tedavi yolunda gitmiyor olabilir. Hipomani denilen duygudurumu bozukluğu tam da bu düzelme belirtilerinin ortaya çıktığı sıralarda sinsice yakanıza yapışabiliyor.
Hipomani ve mani, gerek intihar eğiliminin çok güçlenmesi gerekse insanın kendisine ve çevresine zarar verici davranışların tetiklenmesi nedeniyle oldukça büyük sorunlara neden olabilecek bir duygudurum bozukluğudur.
DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU ÇOĞUNLUKLA TANISININ AŞIRI BİÇİMDE KONULDUĞU VE UYDURMA BİR TANI HALİNE DÖNÜŞTÜĞÜ İLERİ SÜRÜLÜYOR
Harvard'ın ünlü hocasına göre çocuklara konulan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHAB) tanılarının çoğu gerçek değil.
Hekimlerin elinde bir ilaç varsa, hekimler ona uygun hastalığı teşhis etmeye daha yatkın oluyorlar-Kagan, Harvard'ın ünlü hocası, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHAB) adlı hastalık teşhislerinin çoğunlukla gerçek olmadığını, abartılı biçimde yanlış konulan teşhislerin çoğunlukta olduğunu belirtiyor.
20. Yüzyılın sayılı araştırmacıları arasında gösterilen ve gelişimsel psikoloji dersleri veren Jerome Kagan, DEHAB adıyla anılan hastalığın, yalnızca ilaç firmalarına ve psikiyatrlara yarayan bir icat olduğunu belirtiyor. Net olmayan tanı ölçütleriyle yapılan psikiyatri pratiğinin, aslında hasta olmayan kişilere hastalık tanısı konulmasını teşvik ettiğini, bu nedenle de başta ABD'de bu hastalık tanısının konulmasında füze gibi bir artış olduğunu söylüyor Spiegel'deki söyleşisinde.
Kagan elli yıl önce tembel olarak nitelendirilen her çocuğa şu anda DEHAB tanısı konulmasını açıkça eleştiriyor. Okulda sorun yaşayan her çocuğun hekime yönlendirildiğinde DEHAB hastalığına sahip olduğu iddia edilerek Ritalin ve benzeri ilaçlar yazıldığını belirten Kagan, bu çocukların %90'ının beyninde dopamin metabolizması bozuk olmadığı için bu tür ilaçlardan uzak durulması gerektiğini, çünkü bu ilaçların dopamin metabolizması bozuk olmadığı durumda kullanılmaları halinde şiddetli bağımlılık yapmak gibi çok ciddi yan etkilerinin olduğunu belirtiyor.
Dr. Mutluhan İzmir/Psikiyatrist - Psikoterapist
Kaynak: http://www.organicandhealthy.org/2017/01/renowned-harvard-psychologist-says-adhd.html?m=1
ÇOCUKLARA BU İLAÇLARI VERMEDEN ÖNCE 10 KERE DÜŞÜNÜN
Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) adlı hastalıkla ilgili en büyük sorun aşırı teşhis. Bunun anlamı, hasta olmayan ama başka nedenlerle dikkatleri azalmış ya da hiperaktivite gösteren çocukların da bu hastalık adı altında hasta grubuna dahil edilmeleri. Aslında bu çocuklar, DEHB adlı hastalığa sahip olmadıkları için, bu hastalığa yönelik olarak kullanılan ve amfetamin grubuna dahil olan ilaçları da kullanmaları gerekmiyor. Bu ilaçların hasta olmayan ama başka nedenlerle dikkat eksikliği yaşayan çocuklarda kullanılmaları durumunda, çok ciddi yan etkiler ortaya çıkıyor.
PSİKOTERAPİ NEDİR?
Psikoterapi, insanın kendisine dışarıdan nesnel bir bakış açısı ile bakabilmesini sağlayan bir tedavi biçimidir. Yaşadığımız psikolojik sorunların çoğu öznel bakış açımızın dışına çıkamamaktan ve dünyamızı yaşamımızın bir dönemindeki haliyle donmuş biçimde algılamaktan kaynaklanır. Bunun böyle olmasında travmaların etkisi büyüktür.
Psikoterapi sürecinde sanılanın aksine psikoterapist değil, terapi alan kişi daha aktif olmalıdır. Psikoterapi, sorunlarımızı dinlediğinde her şeyi anlayıp bize yol gösteren, bir bilen kişinin yol göstericiliği değildir. Kendisinin pasif kalacağı ve danıştığı psikoterapistin aktif biçimde kendisini çözeceği beklentisi ile psikoterapiye giren kişiler psikoterapiden en az yararlanan kişiler olmaktadırlar. Bu tür yaklaşımlar geçici olarak iyi hissetmemizi sağlayabilir ancak amacına ulaşamaz. Aklımızdan çıkartmayalım ki kimsenin aklı diğerinden bir parmak fazla değildir. Bu nedenle psikoterapi bir akıl satma süreci olmamalıdır. Ancak deneyimli bir klinisyen akıl satmaktansa kendisine danışmaya gelen kişiyi deneyimi doğrultusunda sorularla yönlendirerek düşündürmelidir. Psikoterapi insana kendisi ve yaşamı ile ilgili etkin biçimde düşünmeyi öğretmeli ve yönlendirmeli, kendimiz ve çevremizle ilgili kalıplardan sıyrılabilmemizi sağlamalıdır.
Babanın-Hayır’ından Babanın-Adı’na
Ödipal dönemde Büyük Öteki’nin yasasından toplumsal yasaya geçiş süreci
Yazanlar: Misli Baydoğan, Klinik Psikolog (Başkent Üniversitesi)
Mutluhan İzmir, Psikiyatr, Psikanalist
Giriş
“Dünyayı Dolduran Kiraz”* adlı eser Şükrü Karaca’nın ilk ve tek romanıdır ve büyülü gerçekçiliğin düşsel dünyasında yaşayan bir çocuğun gözünden bize dünyayı anlatır. Otobiyografik bir çalışma olan bu eser, kendisinin küçük Şükrü Karaca olduğunu anladığımız Kepenek lakaplı küçük kahramanın yaşamının köyde geçen beş ile dokuz yaşları arasındaki zaman dilimini kapsamaktadır. Anadolu’da, uçan, kanatlı bir böcek kepenek olarak adlandırılır. Anadolu’nun bir köyünde geçtiği anlaşılan hikâyede köydeki hemen herkesin Kepenek gibi lakapları vardır. Bu köy bir yanıyla çok tanıdık bazı pastoral unsurlara ev sahipliği yaparken öte yandan küçük Kepenek’in düşsel dünyasında betimlenen şekliyle bildiğimiz hiçbir köye benzememektedir. Bu köy anılarda kalmış düşsel bir mekândır.
Tüm şehirlerin ilerideki tepelerin ardında sıralandığı Kepenek’in köyünde manda boyunda kurbağalar çocukları yutabilmekte, orman cinleri kurbağanın yuttuğu çocuğun topladığı mantarları alıp gitmekte, iki ayağı üzerinde yürüyen ve sakalı yeri süpüren bir keçi şeytan kılığına girebilmektedir. Kepenek’in yüz yaşında olduğuna inandığı, sara hastası Ellez Kızı adlı babaannesi, nöbetler sırasında önce gülüp sonra ağlar ve hiç kimsenin bilmediği Andız Yaylası’na gitmek ister ve her defasında ona eşlik edenler cinler, periler ve alkarıları olur. Kepenek’in annesi, ablası, ağabeyi ve küçük kardeşiyle birlikte yaşadığı evde geceleri köşedeki iskemle yorgun, “etekleri yere değen taze sarı gelin” süpürge ise boynu bükük uyumaktadır. Ateşin yanında ısınan, abdest dualarını ezbere bilen ibrik ise evdeki herkesin sevaplarına ve dualarına vâkıftır. Herkes uykudayken, evde zararsız çekirgeler cirit atmaktadır. Bu çekirgeler sabaha karşı ateşin başında toplaşıp hasbıhal etmektedirler. Küçük Kepenek’in dünyasında doğadaki her nesne, taşlar ve ağaçlar bile, büyülü düşüncenin etkisiyle insan özellikleri taşıyan canlı varlıklara dönüşürler.
Psikanalitik Çerçevenin Tanımlanması
Rüya ile gerçeğin iç içe geçtiği roman boyunca, Kepenek’in rüya içerikleri onun iç dünyası hakkında bize önemli ayrıntılar vermektedir. Kepenek’in kanatlanıp uçtuğu rüyalarda günahlarından arınarak cennete gideceğine olan inancı, “keşke şimdi ölsek” demesine ve ölüme özlem duymasına neden olmaktadır. Kız olsun erkek olsun küçük çocukların zihninde cennet ile karşılık bulan anneye olan özlemleri, Kepenek’te cennete gitmek için ölmeyi istemek biçiminde ifadesini bulmaktadır. Kepenek dokuz yaşına gelerek “büyüdüğünde” ise artık rüyalarında uçamadığını ve cennete koşulsuz olarak gidemeyeceğini “anladığı” için bundan böyle ölümden korkmaya başladığını üzüntü ile fark edecektir. Bu değişim, roman boyunca sezilen “büyüme” belirtilerinden en belirgin olanıdır. Anneye olan özlemin bastırılması önde gelen bir toplumsal yasadır ve çocuk büyüyerek toplumsal yaşamın içine girdiğinde bu yasayla yüzleşir (Lemaire, 88).
Bu romanı değerlendirirken psikanalitik kuramın temelini oluşturan “birincil süreç düşüncesi” ve “ikincil süreç düşüncesi” kavramları üzerinde durmakta fayda vardır. Bu kavramlar insan zihninin düşünce üretirken kullandığı iki farklı mantık dizgesini açıklar (Arieti). Roman boyunca rüyalarda birincil süreç düşüncesinin izleri rahatlıkla sürülebilmektedir. Örneğin İmgesel dönemdeki Kepenek, cansız nesnelere insan özellikleri atfetmektedir. “Birincil süreç düşüncesi” paleolojik mantığın yani somut düşüncenin kullanıldığı bir mantık biçimidir ve anneden ayrıştıktan sonra dört yaşına kadar baskın olarak kullanılır (Freud, 146, 235-6, 260). Bilinçdışında kalan arzu, ‘birincil süreç düşüncesi’ mantığını (paleolojik mantık) kullanarak kendini ifade eder ve buna aynı zamanda ‘somut düşünce’ denir (von Domarus, 104-114, Goldstein, 55-65). Birincil süreç düşüncesinin özellikleri şunlardır:
1)Yoğunlaşma: Farklı bireylere ait özellikler tek bir bireyde toplanarak yoğunlaştırılır. Bu durum öznelerin arasındaki farklılığı ortadan kaldırarak farklı özneleri tek bir özneye indirgemeye neden olur.
2) Yer değiştirme: en ufak benzerlik, bir özneye karşı hissettiğimiz duygunun ona benzer olan başka bir özneye ya da yapıya yönelebilmesine neden olur.
3) Zaman dışılık: Neden-sonuç ilişkisi kurabilmek için sonucunun nedenden sonra gerçekleşmesi gerekmez. Bir olayın sonucundan sonra gerçekleşmiş bir başka olay, ilk olayın nedeni olarak ortaya konulabilir.
4) Karşılıklı uzlaşmanın yokluğu. Özne bütünüyle kendi çıkarımlarına dayanarak ve başka bir kanıta gerek duymaksızın olayların nedenlerini açıklayacak bir hakikat dizgesi kurabilir.
5) Dış gerçekliğin yerine iç gerçekliği yerleştirmek: Böylece bir öznenin arzusu, tüm olayların tek nedeni haline gelir.
Birincil süreç düşüncesi, Freud’un psikoseksüel gelişim kuramına göre “ego”nun, Fransız psikanalist Lacan’ın kuramına göre “İmgesel dönem” in düşünme biçimini ifade eder. Lacan’ın “İmgesel” döneminden önce “Gerçek” olarak adlandırılan dönem gelir (İzmir 181). Buna göre “Gerçek”, doğuma kadar ve doğum sonrasındaki birkaç ay süresince bebeğin anneden zihnen henüz ayrışmadığı, anneyle kendisini bir ve bütün olarak algıladığı dönemdir. Gerçek, bir daha geri dönülemeyen ancak ayrışma anından itibaren bu döneme duyulan arzu olarak manevi yaşamı biçimlendiren bir güçtür. Gerçek döneminde bebekte benlik kavramı yoktur, bu kavramın karşılığı bir “hiç”liktir ve henüz bir “öteki” kavramı da oluşmamıştır. Bu dönemde yalnızca maddesel varlık ve tek bir bilinç söz konusudur ancak bu bilinç bir ‘benlik’ bilinci değildir.
“Gerçek” dönemini izleyen “İmgesel” dönemde dünya ve benlik algısı imgelerden oluşur. Bu dönemde çocuğun bir imge olarak varoluşu, bağımlı olduğu Büyük Öteki’nin ona bakışına bağımlıdır (Lemaire, 180). Çocuk eğer imgesel Büyük Öteki’nin hoşuna gidecek bir imge olursa O’nun bakışı kendisinin üzerinde olacağından, var olacaktır ama bakış yoksa varoluş da gerçekleşemez. Bu nedenle çocuk varlığını sürdürebilmek için Büyük Öteki’nin arzu nesnesi olmak zorundadır, dolayısıyla da onun hoşuna gidecek bir biçim almaya çalışır. Bu dönemde toplumsal yasa göz ardı edilecek kadar önemsizdir. Bu noktada fallus kavramına değinmekte fayda vardır. Çocuk ve anne “bir”ken zamanla annenin ortadan yok oluşları uzadıkça ve arttıkça, anne-çocuk bütünlüğünün ortadan kalktığını anlayan çocuk için başlangıçta fallus bu yitik bütünlük anlamına gelir. Sonradan çocuk, dağılan bütünlüğün ana parçası olan annesinin eksiğini tamamlamakta yetersiz kaldığı için annenin yeni bir bütünleyici nesne arayışına girdiğini ve bu nedenle kendisinden uzaklaştığını düşünür. Çocuk bu aşamada annesi için daha mükemmel bir arzu nesnesi olmak ister. Ayrıca halen annesinin varlığını ve annesinin tam duygusal desteğini güvence altına alma arzusundadır (Dor 98).
Bu dönemde dili henüz öğrenen çocuk, ayna işlevi gören bir yüzeye (örneğin annenin gözleri, gerçek bir ayna veya parlak, düz yüzeyler) ya da kendine bedensel olarak eşdeğer olan bir ötekine baktığında, o zamana kadar kuramamış olduğu bedensel bütünlüğünü görür. Başka bireylerin görüntüleri gibi kendisini de bir bütün olarak sunan bu görüntüler onda “ben bu imgeyim” biçiminde kendisini sunma arzusu geliştirdiği için bu döneme “ayna evresi” de denir. İmgesel dönemde tüm kavramlar iyi-kötü, güzel-çirkin, uzak-yakın, alçak-yüksek, büyük-küçük, eksik-tam, güçlü-zayıf, ince-kalın gibi ikili zıtlık kategorilerine oturtulur (binary oppositions). Ara kavramlar söz konusu değildir. Çocuk dünyayı bu zıtlıklarla algılar ve bu şekilde özdeşimler kurar (Örneğin iyi ben-kötü ben, izin verici anne-cezalandırıcı anne, güçlü öteki-zayıf ben, güçlü irade-nesne ben, güzel insan-çirkin insan vb). Görüldüğü üzere çocuk dili öğrenmiştir ve kullanmaktadır ancak henüz dildeki mecazi anlamları, soyut kavramları erişkinler gibi anlayamadığı ve kullanamadığı için bu imgeleri adlandırabiliyor olsa da aralarında soyut, bilimsel, toplumsal anlam taşıyan ilişkiler kuramaz. Büyük Öteki’nin kullandığı, anlamını bilmediği tümceleri, onun arzuladığı nesne haline gelebilmek için onun istediği biçimde, ezbere tekrarlayarak dili öğrenir. Hakikat, İmgesel dönemde böyle bir dille kavranmaya çalışılır. Ödipus çatışması adı verilen çocuğun toplumsallaşmasındaki en önemli basamak da tam bu sözü edilen dönemde başlar.
“İmgesel” dönemi “Simgesel” dönem izler. Simgesel kavramı, her bireyin uymak zorunda olduğu ve hiçbir bireyden kaynaklanmayan bir yasa dizgesine sahip olan bir dış dünyaya atıfta bulunulur. İmgesel dönemde başlayan Ödipus çatışması sırasında öncelikle çocuk annesi ile tekrar bir ve bütün olabilmesinin (“Gerçek”e dönebilmesinin) önündeki engelin babası olduğunu zannederek ondan kurtulmak ister. Çocuk bir süre sonra anne ile tekrar bütünleşmesinin önündeki engelin babası değil, babanın kendisinin de uymak zorunda olduğu, toplumdaki her bireyin boyun eğdiği ve kökeni bilinmeyen bir yasa olduğunu fark eder. Çocuk bu noktada babasının ortadan kalkmasının anneye geri dönüşünü kolaylaştırmayacağını fark eder. Hayatını sürdürebilmesi için toplumun içinde yer bulması, dolayısıyla başta babasına, sonra da başkalarına duyduğu öfkeyi gizlemesi gerektiğini anlar. Bu kavrayışlar bilinç dışı olarak adlandırılan alanı oluşturacaktır. Toplumun içinde bulunabilmenin koşulu, ötelerden gelen, kaynağı bilinmeyen bir yasaya boyun eğmek ve suçunu kabullendikten sonra arınmaktır. Böylece öfke bastırılarak bilinçdışına alınırken, kaynağı belirsiz bir suçluluk duygusu ise bilincin alanında kalmış olur. Babayı yok etme isteğinin yararsız olduğunu idrak ettiğinde çocuk babanın peşini bırakır, onunla barışır ve dost olur. Bu sayede babanın da boyun eğdiği yasaları içselleştirebilir (İzmir, 282).
Lacan bu süreçte anne-çocuk ikilisinin içine yasa koyucu üçüncü unsur olarak hakiki babanın girebileceği gibi, babanın yerini alabilecek, anneden farklı herhangi bir kişinin çocuk tarafından yasa koyucu olarak algılanabileceğini söyler (Seminer, Les Formations de L’inconscient, 08 Ocak 1958). Bu süreç “Babanın-Adı” metaforunun gelişmesinin ilk basamağını oluşturur ve çocuğun kendisini anneden ayıran yasanın kökenini arama çabasıyla sürer. Lacan’ın ileri sürdüğü “Babanın-Adı” ifadesi, Simgesel döneme ait bir yasa temsilcisini ifade eder. Babanın-Adı metaforunun oluşması için Simgesel dönemden önce oluşan, İmgesel bir baba imajı -tıpkı Zeus gibi- gereklidir ve bu imaj İmgesel bir dille kodlanarak her şeyin nedeni olan güçlü bir iradenin mekânı yapılır. Babanın-Adı’nın anlamı Ödipal dönemin safhasına göre değişikliğe uğrar. Lacan Babanın-Adı metaforunun çocuğun zihninde önce ‘Babanın-Hayır’ı (Le non du père) olarak oluştuğunu belirtir (Seminer, Les Formations de L’inconscient, 08 Ocak 1958); bu metafor ilk olarak anneyle çocuğun birlikteliğine babanın ‘hayır’ demesi anlamını taşır. Doğal olarak bu hayır hiç bir babadan açık biçimde çocuğa iletilen bir hayır değildir ancak çocuk geriye dönük nedenselleştirme ile annesinin kendisinden uzaklaşmasının nedeninin bu olduğuna dair bir kanıya kapılarak Babanın-Hayır’ını kurgular. İkili zıtlık kategorileri temelinde şekillenen İmgesel dilde “babanın kendisi” ya da “Babanın-Hayır”ı (henüz Simgesel hale gelememiş olan yasa), çocuk tarafından “kastratör, yoksun bırakıcı baba ile kastre edilmiş, yoksun bırakılmış anne” zemininde biçimlenir. Çocuğun kendisini anneden ayıran etkenin babası olmadığını fark edebilmesi için dil gelişiminin İmgesel biçimden çıkıp, neden-sonuç ilişkisinin bilimsel olarak kavranabildiği, ağırlıklı olarak ikincil süreç düşüncesinin kullanıldığı Simgesel biçime kavuşmuş olması gerekir. Bu gelişimsel bir süreçtir. Bu süreçten geçmekte olan insan yavrusu ilkel arzularını bastıracağı bir bilinç dışı alana sahip olduktan sonra, bilinçli bir varlık olarak toplumsal alana dâhil olur ve Simgesel döneme geçmiş olur. Bu metafora babanın adının verilmiş olmasının nedeni, babanın anneden daha üstün ve güçlü olduğunun kabul edilmesiyle ilgili değildir. Çocuk ilişki içine girdiği ötekileri güçlerine göre sıralamaya çalışır. Birincil süreç düşüncesini kullanarak kurguladığı güç hiyerarşisinde, çocuk sonradan ortaya çıkan babaya annenin kendisinden uzaklaşmasının nedeni olarak görmesinin sonucu olarak tüm güçlü olma özelliğini atfeder.
Romanda Rüya İçerikleri
İlk rüyanın arka planı: Kepenek’in babası henüz hayattadır ve Kepenek beş yaşındadır. Köyün muhtarı olan babası, kanser tedavisi için kimi zaman şehre gitmekte, kimi zaman da evde yatmaktadır. Beş yaşındaki küçük Kepenek annesi, ablası, ağabeyi ve kardeşi ile evdedir. Kepenek, “bilişsel gelişim aşamaları” açısından ele alındığında “işlem öncesi dönem” dedir. Psikanalitik kurama göre de “İmgesel” dönemde ve Ödipus çatışması süreci içindedir. Bu dönemde annesiyle tekrar bir ve bütün olmak isterken annesini kendisinden ayrılmaya iten nedeni anlamaya çalışmaktadır. Henüz Simgesel dönemde olmadığı için annesini kendisinde uzaklaştıran nedeni babasının arzusuna bağlar ve bu da ona karşı öfke duymasına neden olur. Ancak şanssızlık şuradadır ki babasının gerçekten ölümcül bir hastalığa sahip oluşu Kepenek’in suçluluk duygusunu, olması beklenenden kat be kat artırmıştır. Bu suçluluk rüya içeriklerinde kendisini belirgin olarak gösterir. Bu bağlamda “işlem öncesi dönem”de kullanılan düşünce tarzı olan “birincil süreç düşüncesi”ni ağırlıklı olarak kullanması nedeniyle Kepenek cezalandırılma beklentisine girmiş, korkulu ve kaygılı bir çocuk olmuştur.
İlk rüya: Kepenek evlerinin önündeki harman yerindedir, üzerinde sadece iç donu vardır ve üşümektedir. Yerde diz boyu ekinler vardır. Ağaçlardan buzlar sallanmaktadır. Evlerin kapısı yoktur. Gökyüzünde bir köpek başı vardır. Bu köpek havlamaktadır ve doğruca kendisinin gözlerinin içine bakmaktadır. Gözleri kanlıdır. Köpek korkutucu görünür ama aslında o da korkuyor gibidir. Kepenek kafa karışıklığı ve korku hisseder; göğsü yarıldı ve oradan çığlıklar atarak binlerce kuş çıktı zanneder. Korku ile uyanır; uyandığında gökyüzünde köpek görerek göklere saygısızlık ettiği için günah işlediği endişesi duymaktadır ve köpeğe de acımaktadır. Gün boyu “tövbe yarabbi” der. Kış boyu bu rüyayı görür.
Birinci ve ikinci rüya arası arka plan: Kepenek o kış, tekrarlanan ve korkutucu rüyalar görmeye devam eder. Rüyaları hakkında o kadar çok düşünür ki zaman zaman aklını kaybedeceğini zanneder. İlk rüyadaki üşüme ve gölgesiz olma durumu, küçük çocuğun birincil fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanması için Öteki’ne bağımlı olduğunu algıladığının ifadesidir. İmgesel dönemde her şey bir imgeden oluştuğu için hiçbir şeyin gölgesi yoktur. Çocuk eğer yasaya uymazsa, maddi varlığının ihtiyaçlarının karşılanması engellenerek cezalandırılacağını artık anlamıştır. Zira yukarıda belirtildiği gibi İmgesel dönemin dili ve kavrayışı zıtlıklar üzerinde temellenmiştir ve ara tonlar yoktur. Çocuk yasaya uyar ya da uymaz; bunun sonucunda cezalandırılır ya da kabul görür.
Evlerin kapısız oluşu, o yaştaki çocuğun zihninden geçen düşünceleri saklayamayacağına ve tüm düşüncelerinin yasayı temsil eden Büyük Öteki tarafından okunabildiğine inanmasının kanıtı olarak görülebilir. Yukarıda da kısaca tanımlanmış olduğu üzere, psikanalitik kuramların pek çoğuna göre 2 ila 5 yaş arasında geçen Ödipus süreci çocuğun babaya öfke duymasıyla belirginleşir. Baba bu dönemde İmgesel Büyük Öteki olarak herkesin zihnini okuyabilen, herkesi cezalandırma yetisi olan tüm güçlü bir varlık olarak çocuğun zihninde belirmiş olduğu için çocukta bu dönemde cezalandırılma beklentisi yoğundur. Bu dönemde babaya yönelik öfke bilinç düzeyinde yer almaktadır ve çocuğa göre her düşünce gibi bu düşünce de Büyük Öteki’ne malum olmaktadır. Çocuk, gökyüzündeki öfkeli, sanki onu suçluyormuş gibi (vurgu makale yazarlarına ait) öfke ile bakan köpek başının karşısında dehşete düşmektedir. Diğer yandan kendisi korkutucu olan bu köpek başı da korkuyor gibidir. Bu korkular o dönemde babanın tüm güçlü bir varlı olarak çocuğun kafasında biçimlendiğini bize gösterir.
Günah kavramı, babayı yok etme fantezileri ve yasak meyveyi elde etme (anne ile bir ve bütün olma) arzularını yasakladığı varsayılan tüm güçlü babanın kurgulanması ile ortaya çıkar. Rüyalara, mitolojiye ve psikoza özgü olarak tanımlanan birincil süreç düşüncesinin yukarıda kısaca açıklanan özellikleri nedeniyle ne “köpek” gerçek bir “köpek”tir ne de “gökyüzü” varsayılan “tanrısal bir kat”tır. Zira bu düşünme biçiminde nesne ve olaylar arasında sınır yoktur, nesneler birbirinin yerine ya da iç içe geçebilirler, herhangi bir nesneye ait herhangi bir özellik hiçbir mantıksal izlek gereksinmeden bir başka nesneye atfedilebilmektedir. Çocuğun rüyasında bile öfkeli olduğu babayı açıkça göremediği, onun yerine köpek başının belirdiği göz önüne alınacak olursa, babaya duyulan öfkenin bir kısmının bilinçdışı içerik haline gelmiş olduğu; cezalandırılma ve suçluluk duygularının ise bilinçli kalan temalar olduğu ileri sürülebilir. Göklerden bakan ürkütücü köpeği bile korkutan bir bilinmeyen söz konusudur ve Simgesel yasa tam da bu bilinmeyene dayanacaktır.
İkinci rüya: Kepenek kendisini bir yol üzerinde, hızla yol ayrımına doğru giderken görür. İki görünmez kuvvet ellerini sımsıkı tutmaktadır. Ortalık alacakaranlıktır. Ellerini tutan kuvvetler o hızla iki yana doğru saparlar. Kepenek’in dili tutulur, ağzı kurur, bir kayaya çarpar gibi yol ayrımına gelip boşluğa çarpar. Büyük bir çınlama duyarak, toz halinde olduğu yere yığılır. İçinden bir düşünce yumağı tüterek yükselir. Kepenek son hızla yol ayrımına doğru ilerlerken çelişkili duygulanımın yahut iki ayrı kuvvetin her biri, iki ayrı yöne saparak onu terk eder, bir anlamda çaresiz, yalnız kalır ve kararını dile getirmektense ağız kuruluğu ve dil tutulması yaşayarak olduğu yere yığılıp kalması, çocuğun korkusunun son derece yoğun olduğunu düşündürür. Bu çaresizlik, mahkeme sürecinde koridorlarda bayılıp kalan Jozef K.’da da gözlenmektedir.
Bu iki rüya bir arada düşünüldüğünde İmgesel Büyük Öteki’nin yasası ile yüzleşmiş olan çocuğun, en güçlü görünenin bile biat ettiği, İmgesel Büyük Öteki’nin de gücünü aşan daha büyük bir gücün varlığını duyumsadığı anda yoğun bir korku ve “dağılma” endişesi yaşadığını düşündürmektedir. Kendisini dağda, bayırda, yol ortasında ya da kalabalıklar arasında gördüğü rüyalarda, bir anda ayakkabısız, yalın ayak halde kaldığını, ayaklarını sokacak bir yer arayıp bulamadığını, mahcubiyet duyduğunu, ayakkabılarını nerede çıkardığını bir türlü hatırlayamadığını öğreniriz. Kafka’nın “Dava” adlı romanındaki Jozef K.’nın bir sabah aniden elinden her şeyinin alınması gibi burada da yasaya uymayanlar bireysel eşyaları ellerinden alınarak cezalandırılmaktadır.
Üçüncü rüya; gördüğünde onu çok korkutan bir yüzden söz eder ve korkusunu aşabilmek için uyumadan önce bildiği iki-üç sureyi tekrar tekrar okumaktadır. Bu yüz, havaya çizilmiş bir resim gibidir. Kupkurudur ve kimseye benzememektedir. Dost mu düşman mı olduğu anlaşılmamaktadır. Giderek büyüyen bir yüz resmidir bu ve her türlü kötülüğü yapabilecek gibidir. Bir süre sonra kendiliğinden silinir. Ancak onu görmek bile Kepenek’in ödünü patlatmaya yetmektedir.
Bilişsel olarak “işlem öncesi dönem” ile onun bir sonraki aşaması olan “somut işlemler dönemi”, Lacan’ın psikanalitik kuramına göre de İmgesel ile Simgesel dönemlerin arasında olan Kepenek, görüldüğü üzere kaygı temalı rüyalarla boğuşmaktadır. Gelişimsel olarak bulunduğu dönemde bu korku ve kaygıların, babasının vefatının ardından yaşamış olabileceği suçluluk neticesinde artmış olabileceği yorumunda bulunmuştuk. Bu duygusal çatışmaların yansıdığı rüyalarda da görülüyor ki, korkulan güç yeryüzünden “göklere” çıkmıştır. Üçüncü rüyada tarif edilen kupkuru yüzün kimseye benzememesi, Kepenek’in yeryüzünde rastlanamayan bir güç odağını zihninde biçimlendirmeye çabaladığına yönelik bir bulgudur. Kendi içindeki “iyi” ile “kötü” çatışması, bu niteliği belirsiz gücün kendisini hissettirmesiyle ortaya çıkmıştır. Hastalığın ve ölümün olduğu bir dünyada saf iyiliğin olmadığını fark eden küçük bir çocuk, kendi içindeki “iyi olmayan”a dair bir farkındalık geliştirmeye başlamaktadır. Babası halen hastadır ancak hayattadır. Göklerdeki güç, her türlü cezayı verebilecek yüz olarak rüyasında belirirken, Kepenek’in yapmayı ya da gerçekleşmesini istediklerinden korkma noktasına gelmesine neden olmuştur.
Üçüncü ve dördüncü rüya arasındaki dönemde Kepenek’in babasının uzun süredir pençeleşmekte olduğu hastalığa yenik düşerek hayatını kaybettiğini öğreniriz. Uzunca süre hasta yatağında kalan babasının eve bir sabaha karşı tabut içerisinde getirilmiş olması tüm aile için acı verici olmuştur. Cenazenin eve geliyor olduğunu bilmedikleri o gece Kepenek ve annesi, adeta yaklaşmakta olan felaketin habercisiymişçesine iri bir karakargaya tanık olurlar. Kepenek ilkin karganın kavak dalına tünemesi ve ötüşüyle ilgili herhangi bir yargıya kapılmaz ancak annesinin rahatsız oluşu üzerine bir dal atarak kargayı ağaçtan uzaklaştırır. Anne, kargayı uğursuz olarak yorumlamış, onun dala tünemesini at sırtında, sargılar içerisinde şehre tedaviye götürülmüş olan kocasından beklediği kötü haberle bağdaştırmış ve sanki Kepenek kargayı kovalarsa, kötü haber de hanelerinden ırak olacakmışçasına bir inançla davranmıştır. Annesinin bu davranışı, Kepenek tarafından annenin çocuğa yönelik arzu duyması biçiminde okunur, çünkü zaten çocuk annesinin arzusunu arzulamaktadır. Babanın ortadan kalkışını annesi de arzulamamış olsa karakarganın dilini nasıl anlayabilirdi?
O gece henüz beşikte olan küçük kardeş de sair zamandan farklı olarak çok ağlamış, kimse onu yatıştıramamış ve en nihayetinde şafak sökerken cenazeyi taşıyan araba evin önündeki harman yerine ulaşmıştır. Kepenek, çocuk dünyasında olan biteni anlamlandırmaya çalışıyor gibidir. Annesi gözlerinin önünde iç çekerek ağlamakta, arada baygın düşmektedir ve Kepenek annesine yeniden sahip çıkma fırsatının, kendisi için tarifsiz sonuçlar doğurabileceğini anlamıştır. Babasının ölümü için sadece kendi ailesinin hakiki bir üzüntü yaşıyor olması, ötekiler için ise bu olayın sıradan bir olay gibi görünmesi, bir suçlunun cezalandırılışının kanıtı mıdır acaba? Babası da karakargayı haberci olarak gönderen gücün yasasını ihlal mi etmiştir ve bu nedenle sonsuz karanlığa ve soğuğa mahkum edilmiştir? Babasının suçu ne olursa olsun yasanın, babası gibi kendisini de bağlayacağı kesindir. Bu aşama babanın tüm güçlü konumunu çocuğun zihninde yitirmiş olduğu, babanın normalleştirildiği ve tüm güçlülük özelliğinin insanları aşan bir varlığa doğru yönlendirildiği bir aşamadır.
Dördüncü rüyad; Kepenek kendisini ölmüş olarak görür. Nasıl öldüğünü hatırlamadan kendi döşeği üzerinde, gözleri kapalı yatmaktadır ancak yine de etrafında olup bitenleri görebilmektedir. Kadınlar tıpkı babasının cenazesindeki gibi başına toplanmışlar, bazen ağlamakta bazen de sohbete dalmaktadırlar. Kepenek, çocukların ölüsüne her halde bu kadar ağlanır diye düşünür. Annesinin fazla üzülmediğine de ayrıca memnundur. Ölüp ölmemekte kararsızdır ama nihayetinde isterse tekrar dirileceğini kendi kendine telkin ederek rahatlar. Annesi ve ablası günlük işlerine devam ederler. İmam gülmekte ve gevezelik etmektedir. Mezarlık yoluna çıktıklarında annesi de dahil tüm kadınlar yüksek sesle ağlamaya başlarlar. Kepenek, şimdi mi geldim aklınıza, diye düşünür ve babasının yanına gömülmeyi diler. Aşağıda, onu bulacağını düşünür. Mezarlık ıssız bir yerdir ve Kepenek yalnız kalacağını düşünerek öldüğüne pişman olmaya başlar. Kalkmak ister, kalkamaz. Uyanıp bağırmak ister, yapamaz. Sırtında toprağın soğuğunu duyar. Üzerine toprak atılır. Ortalık tamamen kararır. Cenaze kalabalığı dağılır. Bir ışık görür ve çok korkar. Mezar esneyip genişlemeye başlar. İki uzun ve kupkuru el omuzlarını kavrar, korkuyla uyanır.
Bu rüyayı ele aldığımızda, kendisinin bilinçdışında da olsa annesi ile bir ve bütün olma, babasının ise yok olması (Oedipus süreci) örtük fantezisine sahip oluşuna karşılık annesinin hiç de kendisiyle benzer arzuda olmadığının ayırt edildiği bir farkındalık ile karşılaşırız. Rüyada öldüğü halde kimse çok fazla üzülmemiş ve ağır bir matem havasına girmemiş gibidir. Sanki hakiki suçlu bulunup cezalandırılmıştır. Bu olasılık küçük bir çocuk için son derece korkutucudur da. Toprak soğuk, mezarlık ıssızdır ve Kepenek hiç değilse babasının yanına gömülürse gidip aşağılarda onu bulabileceğini düşünerek bir nevi kendini yatıştıracak bir çözüm de bulmuş olur. İmge olarak kalabilmiş olsa ne üşüyecek ne de karanlıktan etkilenecektir ama ne yazık ki artık fiziksel varlığı ile sınırlanmış ve yeryüzüne mahkum olmuş bir ölümlü olmakla cezalandırılmış durumdadır. Omnipotent (tüm güçlü) ego imgesinin fiziksel yapıdan kopuk olduğunun kanıtı gibidir bu rüyalar. İmgesel dönemde ölüm kavramının olmadığı, imgenin ölmediği hep var olduğu, Büyük Öteki onu görüp var ettiği sürece bu varoluşun sürdüğü düşünüldüğünde, rüyada kendisini gösteren ölüm kavramı, Kepenek’in Simgesel’e girmeye başladığının bir işaretidir. Burada ölüm ile kastedilen, İmgesel narsisistik egonun canını sıkan toplumsal -yani Simgesel- yasadan uzak kalacağı bir cenneti arama isteğidir. Böylelikle oyunun dışına çıkıp anne ile yeniden bir araya gelmek mümkün olabilecek ve yine kuralların üstünde yaşayan tüm güçlü bir imge olarak var olabilecektir. Derken iki el omuzlarından kavrar ve Kepenek uyanır. Bu iki elin “aşağıda” bulmayı ümit ettiği babasının bir zamanlar kendisine cezalandırmak için uzanan elleri olmadığını söyleyebilir miyiz? Babası artık yoktur ve o da kara kargayı haberci olarak gönderen gücün yasasını ihlal ettiği için mi sonsuz karanlığa ve soğuğa mahkum edilmiştir acaba? Babasının suçu ne olursa olsun yasanın babası gibi kendisini de bağlayacağı kesindir.
Beşinci rüyada; Kepenek süzülerek evden çıkar ve havalanarak kendisini damda bulur. Babasını karşısında görür ve onunla birlikte gitmek ister. Babası ile çok kısaca sohbet eder. Siyah saçlı ve sakalsız olarak ölen babası, ak saçlı ve aksakallı olarak karşısındadır. Kepenek, ona neden öldüğünü, ölmeyi kendisinin isteyip istemediği sorar. Babasının cevapları cevap olmaktan uzak ve kesik kesiktir. El ele, süzülerek mezarlığa giderler. Babası, çocukların günahlarının ana-babalarına yazıldığı bilgisini onaylar ve sonra karşıdan gelen kara dumanların içine girerek, orada kaybolur.
Shakespeare’in Hamlet’indeki türden babanın rüyada dirilmesi rüyaları, babanın çocuğun ihaneti nedeniyle değil, başkalarının ihanetiyle ölmüş olduğunu çocuğa anlatarak onu rahatlatan rüyalardır. O güne değin bir ergen gibi yaşamış olan Hamlet’in birden bire adalet ve doğruluk gibi toplumsal değerlerin peşinde koşan bir kişiye dönüşmesi gibi, özne de bu aşamada artık doğruluk, adalet peşinde koşan bir Simgesel özneye dönüşecektir. Ölü baba, çocuğa babasının ihanete uğramış olduğunu anlatan ve babanın ölümünden kendisinin sorumlu olmadığını anlatan bir işarettir. Baba çocuk tarafından değil başkaları tarafından ezilmiş, haksızlığa uğratılmış ve sonunda yok edilmiştir. Aslında tüm bunlar bir zamanlar özneye ait olan arzulardır ama artık bilinçdışına itilecekler, sanki başkalarından geliyormuş gibi algılanacaklardır. İhanet, doğrudan toplumun yasasına göre saptanan bir ölçüttür ve hem kendisini suçlu olmaktan hem de cezalandırılma korkusundan kurtaracağı için çocuk ihanetin intikamını alan konumuna oturma fırsatını kaçırmaz ve o anda toplumun yasasını içselleştirmiş olur. Baba kendisine ihanet edenleri bulup cezalandırması için çocuğu vekil tayin ettiği anda özne yasanın temsilcisi konumuna girer. Bu aşama, çocuğun ölmüş babanın zihinsel mirasçısı durumuna geldiği aşamadır ve artık çocuk babasının tabi olduğu yasanın yılmaz bir savunucusu olarak babayla özdeşim kuracaktır. Lacan Simgesel babanın her zaman ölmüş, ortada olmayan bir baba olduğunu söylerken bu durumu ifade etmek ister (Seminer, Les Formations de L’inconscient, 08 Ocak 1958). Kepenek’in İngiliz şair W. Shakespeare’in Hamlet’ini de anımsatan babası ile karşılaşma ve vedalaşma sahnesi, onun Hamlet gibi Simgesel yasayı benimsemek için somut bir adım atmasına neden olur. Kepenek de toplumsal değerleri içselleştirme peşine düşecektir..
*Karaca, Ş. (2017) Dünyayı Dolduran Kiraz, 4.Basım, Ötüken Neşriyat İstanbul
Kaynaklar
Arieti, Silvano. From Primary Process to Creativity. The Journal of Creative Behaviour 12(4):231-2, 1977
Dor, Joël. Introduction to the Reading of Lacan. (Edited by Judith Feher Gurewich in collaboration with Susan Fairfield) Northvale, New Jersey, London: Jason Aranson Inc. 1997
Freud Sigmund. The Interpretation of Dreams. Butler and Tanner Ltd., London, 1954
Goldstein, Kurt. The Organism, American Book. New York, 1939
İzmir, Mutluhan. Öznenin Diyalektiği. İmge Kitabevi, Ankara, 2013
Lemaire, Anika. Jacques Lacan. (Translated by David Macey). London and New York: Routledge & Kegan Paul, 1979.
von Domarus, Eilhard. The Specific Laws of Logic in Schizophrenia, Language and Thought in Schizophrenia. Collected Papers Berkeley: University of California Press. 1944
Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmir ile sanallaşmanın birey ve toplum üzerindeki etkilerini konuşmak için yola çıktık. Öznenin Diyalektiği (Hegel, Sartre ve Lacan), Antidepresan Tuzağı ve Lacancı Psikanaliz ve Karakter Çözümleme adlı kitapların yazarı olan İzmir’in son çalışması Yaramaz Çocukları İlaçlamayın!, Haziran 2016’da raflarda yerini aldı. “Yönetmek ve yönetimi sürekli kılmak istiyorsan, gerçeklik duygusunu yolundan çıkartacaksın” demiş Orwell 1984 adlı kült romanında. Yaşadığımız postmodern dünyayı, romanda anlatılan distopyaya benzetebilir miyiz? Kafkaesk bir zeminde Orwell ‘in distopyasını yaşıyor bugün tüm dünya. Neden Kafkaesk, çünkü günümüzün post modern dünyasında sermaye devletleri esir almış durumda ve sermayeyi insanları besleyen bir anne olarak alırsak, toplumlar ataerkil düzenden anaerkil benzeri bir düzene geçmiş durumda ve bireyleri de bu anlamda gereksinimlerinin tek tedarikçisi olan sermaye-anneden kopamayan bireylerden oluşuyor. Devlet daha önce aristokrasi ya da feodal-dinsel güçler gibi grupların eline geçmişti ancak tarihte ilk kez insanların tüm gereksinimlerini karşılayan böylesine güçlü bir üretim zincirine sahip sermayenin gücü devletlerin gücünü aşacak duruma geldi. Sermaye-anneden kopamayan bir kişinin yaşamı gerçek değil sanaldır ama o sanal dünyanın da bir gerçekliği vardır. Bu nedenle söz konusu olan gerçek değil de gerçeklik ise, bugün toplumların gerçeklik duygusunu yolundan çıkartmak zor değil. Çünkü toplumlar artık gerçek bir zeminde yaşamıyorlar eskisi gibi; ihtiyaçlarımız para karşılığında karşılandığı için somut koşulların içinde üretim yapmamız gerekmiyor. Paraya sahip olan merciin uygun gördüğü davranışları yaparak, düşünceleri benimseyerek paraya ulaşabiliyoruz. Yaşam alabildiğine bir hayal dünyasına ve imgesel bir yapıya dönüştü. Kendi gereksinimlerini üretemeyen ve bütünüyle tüketici konumuna gelmiş bireylerden oluşan toplumlar için bunun başka türlü olabilmesi de olanaksızdı zaten. Ancak ben insanların umudunu kırmaya çalışan bir hümanizma karşıtı olarak konumlanmak da istemiyorum. Ben yine de insanların bir çıkış bulabileceğine ve yeniden kendilerine gerçek bir dünya yaratabileceklerine inanmak istiyorum. 19. Yüzyılın sonlarına doğru psikanaliz sayesinde insanın zihninin, her şeyin farkında olan ve her olasılığı hesap eden, doğru davranışın ne olduğunu kendisine gösteren yekpare bir bilinçten oluşmadığı, bilincin yanında devasa bir bilinçdışının da bulunduğunun anlaşılmasıyla birlikte insan zihnine karşı bir güvensizlik başladı. 20. Yüzyılın sonuna doğru post-modernist akımların zirveye çıkmasıyla birlikte insan zihninin kendi başına hiçbir şeyi anlayamayacağı, anlasa bile yanlış anlayabileceği inancı ile insan zihnine olan güvensizlik zirveye çıktı. Bu durumun etkisiyle, hümanizma karşıtlarının etkileri, neredeyse kendilerinin dışında kimseye söz hakkı tanımayacak derecede, hatta bir diktatörlük derecesinde artmış oldu. İnsanın yaptığı hiçbir şeye güvenilmez, insan zihnine güvenilmez, insan zihniyle oluşturulmuş tüm düzenlere karşı çıkalım mottosu ile yayılan bu akımlar, tüm dünyayı egemenliği altına almayı hedeflemiş olan küresel sermayenin amaçlarına çok uygun düşen bir zemin oluşturuyordu. Anti-hümanizma, post-modernizm ve tüm dünyayı kontrolü altına almayı hedefleyen küresel sermayenin buluştukları ortak zemini önce tanımlamakta yarar vardır. Egemenliğini tüm dünyaya yaymak isteyen sermayenin en çok yakındığı şey, kendisine engel çıkartan ve sınırlar koyan hümanizma eseri devlet yapıları idi. Bu yapıların ortadan kalkmasıyla birlikte kendisinin hareket alanının genişleyeceğini, egemenlik alanını daha rahat genişletebileceğini biliyordu. Anti-hümanizma ve post-modernizm, hangi yapıda olursa olsun devlet olarak adlandırılan yapıların hepsine temelden karşı oldukları için küresel egemenliğini kurmak isteyen sermaye için doğal birer işbirlikçi haline geldiler. İnsan zihninin bilinenden farklı çalıştığını ortaya koyarak doğru bir noktadan yola çıkan bu hareketler ne yazık ki faşizm olarak niteledikleri hümanizm ürünü yapılanmalara karşı olmak adına daha büyük bir faşizmin işbirlikçisi haline geldiler. Bu büyük faşizm, şimdiye dek bilinenlerden çok farklı, insan zihnini ele geçirip onu ezbere konuşan, düşünmeden otomatik hareket eden bir otomatona çeviren ve insanın bağımsız düşünmesini bütünüyle engellemek için elinde büyük olanakları olan çok karmaşık bir yapıda, görülmesi ve elle tutulması çok zor olan bir faşizm türüdür. Yaşamımızdaki distopik renklerin nedeni, anlaşılması ve çözülmesi zor olan bu yapıdır. Hümanizma karşıtlarının ve post-modernizmin çıkış noktalarına dönersek, Freud’un büyük keşfi olan bilinçdışı, insanın her zaman bilinçli biçimde hareket etmediğini ve çoğu yerde neyi neden yaptığını bilmediğini bize göstermiştir. Histeri üzerine yaptığı çalışmalarda Freud insanın görünen bilinçli kısmından ayrı bir başka bilincin etkisinin altında kaldığını göstererek bu bilinç türünü bilinçdışı olarak adlandırmıştır. Bilincin bölünerek bir tarafının gizlendiği durumlar insanların içinde yaşadıkları toplumun yapısına göre artıp azalmaktadır. Bazı toplumsal yapılar bilincin bölünmesini arttırıp bilinçdışını güçlendirirken bazıları ise bu bölünmenin insanı daha az etkiler düzeyde kalmasına neden olmaktadır. Bilinen soru şudur; böyle sağlıksız bir bilinç yapısına sahip olan insan doğruyu ne kadar bilebilir? Bilincimizin bölünmüş yapısı bizim doğruyu bilmemize engel midir? Bilinciyle konuşan, yazan özne ne kadar bilinçdışının etkisi altındadır, biz bunu nasıl bilebileceğiz? Bu sorular yerinde sorulardır ancak insan aklına olan güvensizlik toplumları öndersiz bırakmıştır. Artık kimse toplumlara önderlik edebilecek ve doğruyu bilen bir insan olacağına inanmamaktadır. Kafası bu nedenle çok karışık olan entelektüeller, insan zihniyle üretilmiş hiçbir büyük projeye güvenmemekte, çareyi anı yaşamak ve bedensel hazların rehberliğinde hedef oluşturmakta bulurken geri kalan halk kitleleri doğrunun ancak ilahi bir yoldan anlaşılabileceğine kanaat getirerek dinsel temaları öne çıkartan kişilerin peşine takılmayı tek çıkış olarak görmektedirler. Oysa insan zihnine halen güvenebilecek durumdayız ve psikanaliz ile başlayıp da kuantum fiziği ile devam eden yeni verileri kullanarak, bizi insan zihnine güvenmememiz gerektiği noktasına taşıyan kişilerin yaptığı önemli bir çarpıtmayı gözden kaçırıyoruz. Bunu daha iyi açabilmek için mühendislik gibi teknik alanda çalışanların da daha rahat anlayabilecekleri bir örneğe odaklanalım. Bildiğiniz gibi, yakın zamana dek tüm uzayda Öklid geometrisinin geçerli olduğuna inanarak tüm hesaplarımızı yaptık. Bu geometri türünün bazı aksiyomları vardır ve bunlardan birisi de iki paralel doğrunun sonsuza dek kesişmeyecekleri gerçeğidir. Oysa şu anda anlamış durumdayız ki uzay bizim zannettiğimiz gibi bir uzay değil. Üzerine doğruları çizdiğimiz zeminler uzayda eğiliyor, büzüşüyorlar ve iki paralel doğru eninde sonunda bir yerde kesişiyorlar. Bu yeni geometriye Riemann uzayı denir ve bu uzay bizim alışkın olduğumuz uzaydan çok farklıdır. Yani bizim bildiğimiz ufak Öklid uzayının kuralları, daha büyük çaplı olan Riemann uzayının içinde işlemiyorlar. Peki, bu durum bizim hiçbir şeyi doğru yapamayacağımız anlamına mı gelir? Bu sorunun yanıtı bence hayır; çünkü biz Riemann uzayında değil Öklid uzayının kurallarının geçerli olduğu ufak bir uzay parçasında yaşamımızı sürdürüyoruz. Yaptığımız hesaplamalar da bu boyutta bütünüyle doğru çıkıyor. Öklid uzayı bizim var olduğumuz, duyularımızla algılayabileceğimiz, somut olarak görüp bilebileceğimiz tek uzay biçimi. Şimdiye dek Öklid uzayında, bu uzayın kurallarına göre yapmış olduğumuz tüm hesaplar doğru çıktı ve bu doğruların zemininde insanoğlu teknolojik bir atılım yaptı. Algılayamayacağımız ve duyumsayamayacağımız bir başka uzayın varlığı bizi toptan hatalı zeminine itmiyor yani. Demek istediğim şu ki, bir bilinçdışımızın olmasına karşın eğer biz insanların içinde yaşadıkları gerçekliği bilinçleriyle algılayabilecekleri hale getirebilirsek, hümanizma doğrulanmış olacaktır. Yani insanlar, içinde yaşadıkları gerçeklikte, üretim ilişkileri, bilgi akışı, benlik algısı gibi konuları zihinleri ile algılayabilecekleri bir basitlikte ve netlikte önlerinde bulabilirlerse doğruyu bulmakta sorunları kalmıyor. Ancak küresel sermaye bu konuları insanların algılayamayacağı kadar karmaşık, anlamsız ve bulanık bir hale getirmiştir. Bu belirsizlik ise üretim toplumu olarak değil, tüketim toplumu olarak yaşayan toplumlarda en üst düzeyine çıkmakta, liberal ekonomi, insanların içinde yaşadıkları gerçekliği, yukarıdaki örnekteki gibi Öklidci bir yapıdan uzaklaştırarak Riemann uzayı benzeri bir yapıya dönüştürmektedir. Bu durumda insan içinde bulunduğu mekânı anlamlandıramamaktadır. Oysa insan, sadece kuralları belirgin ufak bir mekânda doğruyu-yanlışı çok başarılı biçimde birbirinden ayırabilecek bir zihinsel yeterliliğe sahiptir. Doğanın içinde yaşayan insan için bu kuralları doğa koyarken, doğadan uzaklaşan insan için kuralları koyacak bir mercie olan gereksinim çok yaşamsal bir düzeydedir. Sonuçta insan, içinde yaşadığı mekân belli kurallara sahipse çok başarılı biçimde bu mekâna uyum sağlayabilmekte, o mekânda yaşamını sürdürebilecek göz kamaştırıcı yenilikler icat etmektedir. Mekânın kuralları belirsizleşmişse, neyin neden ortaya çıktığını anlayamayan, neden sonuç ilişkisi kurmakta zorlanan, kafası karmakarışık olmuş insanlar ve toplumlar oluşmaktadır. Kurallara karşı çıkan bir koalisyonun insanlığı getirdiği nokta budur ne yazık ki. İnsanların çevrelerini, ötekileri ve kendilerini doğru algılayabilmeleri için gereken kurallar dizisi ortadan kaldırılmıştır ve yeni kuralları koymanın önü de anti-hümanizma ile tıkanmaktadır. Toplumlar, bireylerin birbirleri ile sağlıklı biçimde ilişki içine girebilmelerini sağlayacak kuralları ortaya koyabilecek yetideki öncüleri yetiştirememektedir çünkü artık insan zihnine olan inanç çökmüştür. Öncüleri beklentiler yaratır, beklenti yoksa bir toplumda o toplumun öncüsü de yetişmez. Kuralların insan eliyle koyulmasının önü, kâh ‘insan neyi bilebilir ki, doğruyu sadece Tanrı bilebilir’ şiarıyla, kâh anti-hümanizmanın ve post-modernizmin insan zihnine yönelik kuşkuculuğu, güvensizliği ile kesilmekte, sonuçta liberalizmin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ noktasına mahkûm kalmaktayız. Oysa insanlar binlerce yıldır kurmuş oldukları uygarlıklarda bir arada yaşamalarını sağlayacak kuralları başarı ile yaratmışlar, birlikte üretim yapmışlardır. Bildiğiniz gibi artık insanlar genellikle büyük şehirlerde yaşamaktadırlar. Şehir, teknolojinin gelişmesi ile birlikte doğanın kurallarından kopuk hale getirilmiş izole bir mekândır. Doğa kuralları bu mekânda işlemiyorsa, başka kuralların bunların yerine konulması gerekir. Şehir dediğimiz ve dünyanın herhangi bir yerinden kopup gelmiş, birbirleri ile akrabalık, kültür bağlantısı olmayan milyonlarca insanın bir araya toplandığı mekânı yönetmek her devletin altından kalkabileceği bir iş değildir. İşte yolları, köprüleri, apartmanları yaptık, haydi siz de bir arada paşa paşa yaşayın demekle olmuyor bu birbirine yabancı insanları bir arada yaşatmak. İnsanların birbirlerine nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen kuralların belirlenmesi gerekir ki bu kalabalık güruh birbirine rahatsızlık vermeden yaşayabilsin. Yani bu mekânın anlamlı hale getirilmesi görevini yerine getirecek bir kurumun olması gerekir. Özellikle tek tanrılı dinler, uzun süredir şehirleşerek yaşayan insanlar için bu anlamı oluşturma görevini yerine getirmişlerdir. Aristokrasi ve din işbirliği, şehir insanına Aydınlanma Devrimi’ne dek bu anlamı verme görevini üstlenmiştir. 18. Yüzyıldan itibaren Aydınlanma Devrimi ile birlikte seküler bir toplumsal yasanın ortaya konulması eğilimi güç kazanmıştır. Ancak 18. Yüzyılda bile şehirleşme oranı çok düşüktür ve dünya üzerinde insanların çoğunluğu kendi üretimini yaptığı mekânlarda (köyler) yaşamaktadır. Aydınlanma Devrimi sonrasında, dinsel güçlerle işbirliği içindeki aristokrasi ile sermayeyi elinde tutan güçlerin karşısına, her vatandaşın hakkını koruyacak biçimde yapılanmış seküler bir ulus devleti ya da daha sonraları sosyalist bir devlet yapısı koyma girişimi, sermayenin çok güçlenerek devletleri kontrolü altına almasıyla 20. Yüzyılın sonlarında zayıflamıştır. Bunun sonucunda, mekân anlamsızlaşmıştır ve sadece tüketimin yapılacağı bir mekâna dönüşmüştür. Şehirde toplanan insanların eşit vatandaşlık zeminindeki ulus ülküsü ya da eşit paylaşıma yönelik toplumcu bir ülkü içinde bir anlam bulmalarının, topluca üretim yapabilmelerinin, bu üretim zincirinde kendilerine buldukları yeri bir kimlik olarak benimseyerek sağlıklı bir kimlik edinebilmelerinin önü kesilmiştir. Bu nedenle kimlik açısından bir arayışa giren ve anlamsızlaşan mekânda bu olanağı bulamayan birey geçmişin yapılarına dönerek etnik ya da dinsel kimliklere sarılma eğilimine girmektedir. Ama emperyalist devletlerin büyük şehirlerde yaşayan bireyleri, ekonomik yapının başat güçleri olan şirketlerde kendilerine iş edinerek kimliklerini bu işteki pozisyonları üzerinden kurabilme olanağına kavuşabilmektedirler. Sömürülen devletlerin büyük şehirlerde yaşayan bireylerinin bu yoldan bir kimlik kurabilme olanakları yoktur çünkü o devletler, vatandaşlarının iş sahibi olabilecekleri şirketlere sahip değillerdir. En iyisi, yabancı sermayeli bir şirkette iş bulma olanağına kavuşabilen birey, bu yabancılaşma üzerinden kimliğini kurabilmekte, ancak bu olanağa sahip olmayan diğer bireylerle arasına derin bir yabancılaşma uçurumu girmektedir. Bu ise mekânı daha da anlamsızlaştırmaktadır çünkü mekân, öteki bireyleri bireyin kafasında saygın bir konuma oturtabildiği oranda anlamlıdır. Bu anlamsızlaşma ve yabancılaşma, günümüzde sıkça gözlediğimiz şiddet eylemlerinin korkunç bir boyutta artmasına neden olmaktadır. Seküler gibi görünen şirket temelli kimlik ile geçmişten hazır halde alınmış dinsel ve etnik temelli kimlikler kaçınılmaz olarak birbirine karşıt olarak konumlanacaklar ve birbirlerini tehdit olarak algılayacaklardır. Bireyler, sermaye annenin ya da geçmişten taşınmış hayali annelerin kucaklarından inemeyen Ödipuslara dönüşmüşlerdir. Orwell’in üstünde sıkça durduğu gerçeklik duygusunun yolundan çıkartılması meselesi bu açıdan günümüzün koşullarında çok kolay yapılabilecek bir müdahaledir çünkü zaten güncel gerçeklik, kucağından inilemeyen bir annenin, somut dış koşullardan bağımsız olarak her gün yeniden ve yeniden belirleyebileceği kodların zemininde kurulur hale gelmiştir. 2. Geceleri de kapatılmayan cep telefonları, anlık olarak paylaşılan fotoğraflar, başkalarının hayatını merak (sosyal platformlar) ve tüm bu “sosyalleşmeye” karşın giderek kabuğuna çekilen, kronikleşen mutsuzluğu ile birlikte ev – iş – AVM sarmalına sıkışan beyaz yakalılar. Sorun insanda mı, sistemde mi? Ek olarak 2013 yılında yayınladığınız ve bence günümüz psikiyatri pratiğine ciddi eleştiriler getiren Antidepresan Tuzağı kitabınıza ne gibi tepkiler aldınız? Gerçekliğimiz elle tutulamaz, gözle görülemez, duyumsanamaz bir muğlaklık, belirsizlik ve bulanıklıktır. Bu belirsizliklerden kurtulabilme çabası içindeki insanlar umutsuzca sanal alemde tutunabilecekleri bir yer arıyorlar ve bu gereçlerden uzak kalamıyorlar. Böyle bir gerçeklik zaten yüzleşilebilecek bir gerçeklik değil. Bu gerçeklik içindeki şaşkın ve ne yapacağını bilemez durumdaki insanın duygularını antidepresan alarak köreltmek dışında bir seçeneği kalmıyor tabii ki. İnsanların duyguları alarm vermektedir ve dünyaca bir felakete doğru sürükleniyor olduğumuzu bize bildirmektedir. Eskiden duygular insanların kötü durumlardan kurtulabilmeleri için yön gösterici olurken şimdi çözüm olmayan bir dünyada duyguların susturulmasının dışında bir seçenek bulamamaktayız. Kitabı psikiyatristler yok varsaydılar. Ama dolaylı yollardan bana yönelik çok olumsuz tepkilerinin olduğunu öğreniyorum. Bu meslek grubu dışındakilerden çok olumlu tepkiler aldım. Ama ilginç bir biçimde ilaçları ilerlemenin ve bilimselliğin bir ürünü olarak gören entelektüel kesim de kitaba gericilik gözüyle baktı. Sanki bilimsel gerçeklerin karşındaymışım gibi bir cephe aldılar bana. Bilim her zaman güzel sonuçlar vermeyebiliyor, atom bombasını da üretiyor. Bilime benim de çok saygım var ama ne olup bittiğinin felsefesi yapılmalı her zaman.
AŞKIN GETİRDİĞİ ÖLÜMSÜZLÜK
Mutluhan İzmir
Bilinç kalıcı ve ölümsüz olmanın peşindedir. İnsanoğlu bilincinin bu arayışını binlerce yıldır efsanelerde, masallarda, mitolojide dile getirmiştir. Bu arayışın en önemli nedeni, bilincin kendisinin farkına vardığı andan önce, kendisinin dışında başka hiçbir şeyin olmadığı bir dünya kurgusu içinde yaşıyor olmasıdır. Bu nedenle kendimizin farkına varmamız, bizim için ömür boyunca telafi edilemeyecek bir kaybı da aynı anda yaşamamız anlamına gelir. Ölümsüz ve sonsuza dek kalıcı olacak olan kendiliği artık yok olmuştur. Ölümsüzlük, kalıcılık ve sonsuzluk algısını kendisinin farkına vardığı anda yitiren bilinç, bu noktadan sonra yaşamı boyunca, o ölümsüz kendiliğini aramak, ölümsüzlüğü ve kalıcılığı yeniden yakalamak çabası içine girecektir. Aşk bu arayışın en belirgin dışavurumlarından birisidir.
Sonsuz aşk, ebedi aşk; insanoğlu için aşkın nitelikleri, insanın ondan ne beklediğini dışa vurur zaten. Özellikle de kimlik sorunu yaşayan genç-ergen insanlar için. Çocuklar yukarıda vurguladığımız kaybı yaşadıktan sonra, aile içinde kendilerine sunulan kimliğe sarılırlar, genellikle de ailenin çocuğa değer vermesi ve onu sevmesi nedeniyle, ailenin sundukları, nispeten çocuğun yaşadığı kaybı telafi ettirecek gibi hissettirir. Dünyanın en güçlü babası ve en şefkatli annesinin çocuğu olarak, çocuk kendisini bir süre, hep bu ailenin değişmez yapısı içinde kalacağı biçiminde kandırır. Ancak çocuk bir süre sonra ailenin de geçiciliğini algılayınca, çocuk için tatminkar olan aile içi kimlik, büyüdükçe yetersiz kalmaya başlar. Ergenlik dönemi başladıktan sonra, kalıcı ve ölümsüz olan şeyin aile yerine toplum yapısı olduğunu düşünen gençler, içinde bulundukları toplum tarafından tanınmayı ve bu biçimde bir kalıcılık, ölümsüzlük yakalamayı arzularlar. Ancak toplum gence istediğini verme konusunda aile kadar cömert değildir. Sağlıklı bir kişi, kendisini topluma, aile içinde kabul edildiği değere eşdeğer bir kimlikle kabul ettirme zorlamasına girmez, hatta aile içi kabul gören kendilik değerinden daha azına katlanmaya hazırdır. Ancak eğer birey aile içinde kendisine sunulmuş olan değerin daha azına razı olmuyorsa ya da toplum ona tanınma konusunda hiçbir olanak sunmuyorsa, bu insanın kaçabileceği en kolay yer, kendisini her şeyden çok seven aşığı ile kurduğu aşk dünyasıdır.
Aşk dünyası, bütünüyle aşıklara ait olan, dünyanın can sıkıcı her şeyinin dışlandığı, aşıkların kendilerini sonsuz bir değerde ve aşk olduğu sürece ölümsüz hissettikleri, yaşamın başında yitirilmiş olan şeyleri buldukları yanılgısını yaşatan özel bir dünyadır. Toplumsal gerçeklikle sorunu olan herkesin kaçıp sığınarak, kendisini ölümsüz ve çok değerli hissetme olanağına kavuştuğu, can sıkıcı gerçekliklerin bulunmadığı, geçici bir varlık olduğumuz gerçeği ile yüzleşmekten kaçmak isteyen herkes için mükemmel bir sığınaktır aşk.
BAĞIMLILIK
Mutluhan İzmir, Psikiyatrist
Sözü bağımlılıktan açınca, günümüzde bağımlı olmadığımız ne kaldı diyesi geliyor insanın. Yaşamımız toptan bir bağımlılık sürecine dönüştü. Artık çoğumuz, birkaç nesil öncesindeki atalarımız gibi kendimiz üretip, ürettiğimiz ile yetinerek yaşamımızı sürdürmüyoruz. Şehirleşmenin artışıyla birlikte özellikle şehirde yaşayan insanlar, başkasının ürettiği ürünler olmadan yaşamlarını sürdüremeyecek derecede bağımlı duruma geldiler. Bugün, yediğimiz birçok ürün, giyindiğimiz giysiler, ısınmak için kullandığımız enerji, günlük yaşamımızda kullanıyor olduğumuz araç-gereçlerin çoğu, hatta neredeyse tamamı tanımadığımız kişiler tarafından üretilip, yine tanımadığımız kişiler tarafından neredeyse ayağımıza kadar getiriliyor. Artık pür tüketici olmuş olan bizler de, cebimizde para varsa bunların arasından istediğimizi, istediğimiz kadar alabiliyoruz. Paranız yoksa durum kötü; bu ürün bolluğunun içinde yutkunmak, özenmek, kıskançlıktan çatlamak ya da her türlü yola başvurarak paraya ulaşmak gibi seçenekler sizi bekliyor. Bu tür bağımlılığın birazdan söz edeceğimiz ve hastalık sınıfından sayılan bağımlılıktan farkı, hastalık sayılmaması ve yaşamak için tüketmeye zorunlu olduğumuz maddelerin peşinde koşuyor olmamız. Ama yine de insanı her türlü ilkesinden sıyırabilecek derecede çetin bir yoksunluktan söz ettiğimizi unutmamak gerekir; paranız yoksa yoksunluk sizi bekliyor demektir.
Bağımlılıktan söz ediyorsak, üzerinde durulması gereken en önemli nokta yoksunluk kavramıdır. Yoksunluğu, yaşamımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan maddeleri kullanmadığımızda yaşıyor olmamız anlaşılır bir durumdur. Ancak yaşamımızı sürdürebilmemiz için gerekli olmayan maddeleri tüketmediğimizde yoksunluk belirtileri gösteriyorsak o maddeye bağımlı olmuşuz demektir. Bağımlılığın en önemli ölçütü bu yoksunluk belirtileridir. Bağımlılığı ilk belirtisi de, yoksunluk belirtilerini ortadan kaldırmak için kullandığımız maddenin miktarındaki artıştır. Rahatlatıcı etkiyi elde edebilmek için giderek o maddeyi daha fazla kullanmak zorunda kalırız. Yoksunluk belirtileri, bağımlı olunan maddenin beyinde yaptığı etkiye bağlı olarak farklılık gösterir. Bu açıdan bağımlılık yapıcı maddelerin beynimizin üzerindeki etkilerini iki ana gruba ayırabiliriz: Uyuşturucu (depresan) etki yapan maddeler ile uyarıcı (stimülan) etki yapan maddeler.
Uyuşturucu etki yapan maddeler arasında en çok bilineni alkoldür. Alkolün dışında esrar (kullanıcıların üçte birinde, tersine uyarıcı etki yapar), morfin, nikotin, barbitüratlar ve benzodiazepin grubu ilaçlar, beynimiz üzerinde uyuşturucu etki yaparlar. Bu maddeleri alınca genellikle bir gevşeme, rahatlama ve uyuma hissi gelir, kaygımız azalır, kendimizi daha huzurlu hissederiz. Ancak eğer bu maddelerin kullanımı süreklilik gösterirse, beyin sürekli uyuşma durumuna karşı kendisini koruma altına alabilmek ve bu maddelerin verdiği uyuşturucu etkiyi kırabilmek için, kendi içindeki uyarıcı sinirsel devrelerinin etkinliğini arttırma yoluna gider. Beyin bu yoldan, uyuşturucu madde ile karşılaşmadan önceki uyanıklık derecesini yeniden sağlamaya çalışır. Beynimizin kendisini korumak için attığı bu adım, bağımlılığın ilk belirtileri olan yoksunluk ve maddenin aynı etkiyi gösterebilmesi için daha yüksek dozda alınması (tolerans gelişmesi) gibi belirtilerin ortaya çıkmasına neden olur.
Uyuşturucu madde bağımlılığında ortaya çıkan yoksunluk belirtileri, beynin kendisini koruma altına almak için arttırdığı uyarıcı sinirsel devrelerin aşırı etkinliğini dengeleyecek uyuşturucu maddenin vücutta yeterince bulunmadığı anlarda ortaya çıkar. Bu belirtiler, bağımlı olunan maddenin oluşturduğu etkinin tam zıddı olan, huzursuzluk, uykusuzluk, terleme, kaygıda artış, sinirlilik, dikkati toparlayamama, titremeler, hallüsinasyonlar, ölüme yol açabilecek sara nöbetleri (konvulsiyon) geçirmek gibi belirtilerdir. Ölüme yol açabilecek derecede ciddi olan bu yoksunluk belirtileri, daha önce belirttiğim gibi, beynimizin sürekli olarak maruz kaldığı uyuşturucu maddenin oluşturduğu olumsuz etkiden kendisini korumak için geliştirdiği değişikliklerden kaynaklanır.
Beynimiz uzak durması gereken bir maddeyi kullanmadığında, o maddeye karşı kendisini savunmak için geliştirmiş olduğu değişiklikler, kendisine çok rahatsızlık veren bir durumun nedeni haline gelirler. İnsanı sürekli olarak bu maddeleri kullanmaya iten de zaten bu çelişkili durumdur; yani kendimizi savunmak amacıyla yerine getirdiğimiz savunma düzenekleri, maddenin alınmadığı durumlarda büyük bir rahatsızlık kaynağı olduğu için, insanlar zararlı bir maddeden yoksun kaldıkları durumda ortaya çıkan nahoş belirtileri ortadan kaldırabilmek amacıyla sürekli olarak o maddeyi tüketmeye yönelirler. Bağımlılık davranışının, yani bir maddeyi sürekli olarak kullanmaya bizi iten davranışın kökeninde bu durum yatar.
Örneğin alkol beynimizi baskılayıcı bir madde olduğu için, sürekli ve yüksek miktarda alkol alınması durumunda, beynimiz uyanıklık halini sürdürebilmek amacıyla uyarıcı devrelerinin etkinliğini arttırır. Ancak alkol alımında bir aksama olduğunda, uyanıklığı arttırıcı devrelerin oluşturduğu kaygı, terleme, titreme, uykusuzluk, sinirlilik gibi belirtiler kendini göstermeye başlayacağı için kişi bir yerde otomatikleşen biçimde bu belirtilerin çok hafifçe kendisini hissettirmeye başlamasıyla birlikte, bu nahoş belirtileri ortadan kaldıracak maddeyi, yani alkolü almaya yönelir. Alkol alımından sonra yaşanan rahatlama, alkol kullanımını da teşvik eden bir ödüllendirmeye dönüşür.
Uyarıcı etki yapan maddelere olan bağımlılığımız, tam tersi bir düzenek ile ortaya çıkar. Uyarıcı maddenin sık kullanılması, beynimizin kendisini koruyabilmesi için, uyuşturucu etkinliği sağlayan sinirsel devrelerin etkinliğini arttırmasına neden olur. Uyarıcı maddeler, kafein, ekstazi, psikostimülan ilaçlar (kırmızı reçeteye tabi olan ve dikkat eksikliğinde kullanılan metilfenidat ve benzeri türden ilaçlar), kokain, amfetaminler gibi maddelerdir. Bu maddelerin hızlı bir biçimde bağımlılık yaptıkları bilinmektedir. Bu bağımlılık türüne kokain tipi bağımlılık da denir. Bu tür maddelere olan bağımlılıkta, maddenin alınmaması durumunda ortaya çıkan yoksunluk belirtileri, uyuşukluk hissi, dikkati toparlayamama, uyuma isteği, kendini çökkün, depresif, ağlamaklı hissetme, motivasyon düşüklüğü, hiçbir şey yapmayı istememe ve hiçbir şeyden keyif alamama gibi belirtilerdir. Bu yoksunluk belirtileri de insanı, bağımlı olduğu maddeyi sürekli olarak kullanmaya iter çünkü maddeyi kullandığı zaman insan bu belirtilerin ortadan kalktığını bilinçdışı olarak beynine işler. Antidepresan ilaçlar da bu tür bir etkiyi göstermelerine karşın bağımlılık yapan maddeler arasında anılmazlar.
Bağımlılık ortaya çıktıktan sonra tedavisi kolay değildir. Bu nedenle maddeyle karşılaşmanın önlenmesi, bir maddeye bağımlılık gelişmeden önce o maddenin kullanımının kısıtlanması büyük önem taşır. Bu bağlamda değerli öğretmenlerimize her dikkati dağınık çocuğu psikiyatriste yönlendirmenin, çocukları beyni uyarıcı (psikostimülan) ilaçlara gereksiz biçimde maruz bırakmaya neden olabileceğini anımsatmak isterim. Her dikkati dağınık ve hareketli çocuk hasta demek değildir. Günümüzde dikkat eksikliğinin en başta gelen ve en sık nedeninin, ışıklı ekranlara sahip bilgisayar, oyun konsolu, televizyon, tablet, cep telefonu gibi cihazlardan yayılan ışık nedeniyle oluşan uykusuzluk ve kalitesiz uyku olduğunu akıldan çıkartmamak gerekir.
Çocuklara kaliteli bir uyku uyunmadan beynimizin dikkat toplama işlevini yeterince yerine getiremeyeceği, dikkat toplama işlevini yeterince yerine getirebilmemiz için yeterli bir uyku (25 yaşına dek ortalama uyku süresi günlük 8-9 saat olmalıdır) süresinin zorunlu olduğu konusunda eğitim verilmelidir. Uykuyu bozan ışıklı ekranlarla öğrencilerin ilişkilerini ayarlayabilmeleri için, ışık-uyku ilişkisi hakkında öğrenciler bilgilendirilmelidir. Bilinmelidir ki, doğrudan ışıkla ilişkimizi kestiğimiz andan en az 4 saat sonra sağlıklı ve bizi dinlendiren bir uykuya geçebiliriz. Örneğin eğer bir öğrenci eğer 23:00’de bilgisayarını kapatıyorsa, yorgunluktan sızsa bile, saat 03:00’den önce sağlıklı bir uykuya geçemeyecektir. Bu öğrenci sabah 08:00 gibi okula gitmek için uyanıyor ise, sadece 5 saatlik bir uykuyla ve yeterince dinlenememiş bir beyinle güne başlayacak demektir. Bu öğrencinin yorgun beyni, dikkati toplama işlevini de yeterince yerine getirmeyecektir.
Çocuk psikiyatrisine yönlendirilen bu tür çocukların, polikliniklerin yoğunluğunun psikiyatristleri ilaç yazmaya daha eğilimli duruma getirmesinden dolayı çok büyük olasılıkla bir ilaç kullanmaya yönlendirileceklerini akılda tutmak gerekir. Çünkü yazılacak olan ilaçlar, kırmızı reçeteye yazılması zorunlu, kokain tipi bağımlılık yaratan uyarıcı amfetamin türevleri içermelerine karşın son altı yılda kullanımları tam üç kat artmıştır. Bu ilaçların, uyarıcı etki gösteren başka maddelere olan bağımlılığı teşvik ettikleri de bilinmektedir. Kırmızı reçete, şiddetli biçimde bağımlılık yapabilen ilaçların yazıldığı bir reçete türüdür. Kırmızı reçete hem hekim, hem de hasta için kullanılan ilaç konusunda bir uyarıdır; bu ilaçlar, çok ciddi ve ender durumlarda çok kısa süreli olarak kullanılmalıdır anlamına gelir. Gerçekten dikkat eksikliği hastalığına sahip olan ve beyin dopamin meabolizması bozuk olan ufak bir grup hastanın bu ilaçlara bağımlı olma riski yokken, beyin metabolizması normal olan ancak yeterli uyuyamama gibi nedenlerle dikkati dağınık olan çocuklarda bu ilaçlar hızla uyarıcı türden bağımlılığa yol açmaktadırlar. Bu bağımlılık çocukların ömür boyunca kendilerini çökkün hissetmelerine ve antidepresan ilaçlar ile uyarıcı maddeleri ömür boyu kullanmaya eğilimli olmalarına neden olmaktadır. Çocukların ömür boyu böyle bir bağımlılık geliştirmelerine neden olan bir maddeyle yüzleşmelerini öğretmenlerimizin olabildiğince engellemeleri gerektiğini düşünüyorum.
Bizleri yetiştiren değerli öğretmenlerimize en derin saygılarımı sunarım.
CEO, LİDER, YÖNETİCİ YA DA PATRON OLABİLMEK İÇİN GEREKLİ PSİKOLOJİK ALTYAPI NASIL OLMALIDIR?
Mutluhan İzmir- Psikiyatr, Psikanalitik Psikoterapist
Mükemmel bir zekâ, mükemmel bir eğitim, aile ve çevre desteği, yurt dışı deneyimi, birkaç dil bilmek başarılı bir yönetici olmak için yeterli olmayabiliyor. Tabii ki bu sıraladığımız niteliklerin önemi büyüktür ve insanı bir yere kadar getirebiliyorlar ancak başarılı bir yönetici olabilmenin olmazsa olmaz koşulu sağlıklı bir psikolojik yapıya sahip olabilmekten geçiyor. Çünkü şaşırtıcı gelebilir ancak başarı yolunda önümüze çıkan en büyük engel kendimizden kaynaklanmaktadır. Sağlıklı bir psikolojik yapıya sahip olmak ne anlama geliyor? Sağlıklı bir psikolojik yapı, insanın kendisi ile kurduğu ilişki konusunda aydınlanmış olması anlamına gelir. İş yaşamında insanın kendisini geri plana alarak hedeflerini öne çıkartabilmesinin yolu, kendisi ile sorunsuz bir ilişki kurabilmesinden geçmektedir.
İnsanlar kendilerini sadece başkaları ile ilişki içindeymiş gibi düşünürler ancak gerçek bundan farklıdır. Gerçekte en yoğun ilişkiyi kendimizle kurarız ancak bu ilişki biçimi kendimiz tarafından doğrudan gözlenemediği için, bu ilişkinin niteliği ve niceliği konusunda yeterince aydınlanamayız. Kendimizden kendisini gizleyen bu ilişki sandığımızın ötesinde bizim üzerimizde öyle güçlü bir etkiye sahiptir ki bizi amaçladığımız mantıklı hedeften çok farklı bir noktaya götürebilmektedir. Başarılı yöneticilerin en başta gelen özellikleri kendileri ile kurdukları ilişki konusunda aydınlanmış olmaları ve bu bilinçlilik nedeniyle bu ilişkinin onları hedeflerinden saptıracak gücü yitirmiş olmasıdır. Bu durumu somutlaştırabilmek için kendimizle kurduğumuz ilişkide sorun oluşturan başta gelen örnekleri incelemekte yarar vardır.
-Kendilik algısının yetersiz olmasına bağlı olarak kendini ispat etmeye çalışmak: Bu en sık karşılaştığımız ve en güçlü biçimde insanlara engel oluşturan sorun biçimidir çünkü birçok insan farkında olmadan kendisine yeterli değeri vermeden yaşamını sürdürür. Çok mükemmel bir donanıma sahip olmasına karşın kişi kendisiyle kurmuş olduğu ilişkide kendisine farkında olmadan değersizlik atfetmesinin önüne geçemeyebilir. Bu özelliğe sahip yöneticilerin abartılı hedefler koydukları, ellerindeki gücü gereksiz hedeflere yönelterek heba ettikleri, ekiplerini gereksiz biçimde yorarak tükettikleri görülebilir. Bu nedenlerle ekiplerini hedefe yönlendirmekte başarısız oldurlar. Bu tür yöneticiler, doğru hedefin ne olduğunun kesinlikle ayrımında olmalarına karşın bir türlü hedefi tutturacak yola giremezler ve çalışanlarını bu yönde motive edemezler. Çünkü bilinçdışı olarak aradıkları şey, yetersizlik duygularını sonsuza dek ortadan kaldıracak, kendilerini efsanevi bir kahraman haline getirecek olan bir başarıdır ama bu tür başarılar gerçek yaşamda değil yalnız hayal dünyasında yakalanabilecek başarılardır. Sonuçta işyeri insanın kendisini ispat etmek için kullandığı bir alan olmamalıdır. Başarı öyküsü tek kişiye ait bir öykü olmaktan çok topluca oluşturulan bir süreçtir. Bu tür yöneticiler bazen sanki hayallerindeki müthiş başarıya çok yakınmış gibi hissederek çok heyecana kapılabilirler ve böyle anlarda gerçek ile hayal dünyasını ayırmakta güçlük çektikleri söylenebilir. En ufak bir başarısızlık durumunda ise bunu çok büyüterek yıkılırlar ve kolay karamsarlığa kapılırlar.
- Suçluluk duygularına sahip olmak ve kendini cezalandırma yönünde güçlü bir motivasyona sahip olmak: Bu tür kişiler için başarılı olmak için çabalıyor gibi görünürler ama tam tersine başarıdan kaçarlar bilinçsizce. Çünkü farkında olmadan anlaşılmaz biçimde kendilerini suçlu bulurlar. Her başarı, sevinç yerine şaşılacak biçimde mateme dönüşebilir. Bu kişilerde belli bir başarı çizgisinin yakalanmasından sonra kendi kendini sabote etme davranışları görülebilmektedir. Çok başarılı bir yöneticilik grafiği anlaşılmadık biçimde çöküşe doğru yön değiştirebilir. Bu tür kişilerin zeki oldukları oranda başarılarını daha ustaca sabote edebilme olanakları vardır. Zekâlarını ve yeteneklerini farkında olmadan kurumsal hedeflerini tutturmak ve ekiplerini motive etmek yönünde değil, en büyük gizli düşmanları olan kendilerini alt etme yönünde kullanırlar. Başarı yerine hatayı arzularlar çünkü bilinçdışı biçimde bekledikleri cezanın bu yolla kapısının aralanacağı inancının tutsağı olmuşlardır. Her hatayı kendileri üstlenme eğilimindedirler ve çevrelerindekiler tarafından bu özellikleri kötü yönde kullanılabilmektedir.
- Kendilik algısının aşırı değerli olması: Bazı yöneticiler ise kendilerini temelsiz biçimde çok değerli bulurlar ve kendileri ile girdikleri bu sevgi ilişkisi onları yeterince tatmin ettiği için kurumsal başarıyı ön plana çıkartmazlar. Bu tür kişiler her şeyi hak ettiklerini düşünürler ve amaca giden yolda her yöntemi kullanmaya eğilimlidirler. Hak ettiklerini düşündükleri başarılarla kendilerini donatmak için her fırsatı ilkesizce kullanmaya çalışırlar ve göz boyamayı çok severler. Aslında başarı olarak adlandırılamayacak bir şeyi bile başarıymış gibi sunmaktan, başkasının başarısını kendilerine mal etmeye kadar türlü fırsatçı davranışları sergileyebilirler. Başkalarını kolay suçlarlar ve kendilerinin sorunlu yanlarını kesinlikle göremezler. Her durumda ve her zaman en büyük öncelikleri kendilerinin haklı olmasıdır. Eğer ortada bir hata varsa bunun nedenini aramaktansa bu hatayı başkasının üstüne yıkmaya çalışırlar. Bu tür yöneticilerin eleştiriye katlanamamaları, her eleştiriyi kişiliklerine yönelik bir saldırı, aşağılama olarak algılamaları sık görülen durumlardır.
İNTERNET, BİLGİSAYAR VE CEP TELEFONU BAĞIMLILIĞI
MUTLUHAN İZMİR
İnternet, bilgisayarlar ve cep telefonları son yıllarda hepimizin yaşamına giderek daha fazla giren teknoloji ürünleri. Çoğumuz, bu yüksek teknoloji ürünlerinin kontrolümüz dışında yaşamımıza girmeleriyle birlikte, bize yaşatabilecekleri sorunlardan habersiz olarak bu ürünleri kullanmaktayız. Ancak hayranlık yaratan bu ürünlerin ciddi sorunları da birlikte getirdikleri, giderek daha sıklıkla dile getirilmeye başlanıyor. Örneğin uykusuzluk, dikkat eksikliği, depresyon gibi sorunların bilgisayar kullanımının sonuçları olabileceğine dair kanıtlar giderek artmakta.
İnternet doğal olarak iletişim kolaylığı ve bilgiye kolay ulaşabilme olanaklarını bizlere sağlıyor gibi görünmekte. Artık cep telefonunuz varsa bulunduğunuz her yerden internete bağlanabiliyorsunuz. Tabii ki bunun bedeli var: manyetik kirlilik. Artık bulunduğumuz her yer göremediğimiz manyatik dalgaların etkisi altında, bu durumun kanser gibi ciddi sorunların görülme sıklığını arttırdığı söyleniyor. Bunun dışında, diyelim ki kendi başınıza dinlenerek geçireceğiniz bir hafta içi akşamı ya da Pazar gününüzün artık size ait olmaktan çıktığını gözlemekteyiz. Evde otururken cep telefonunuzdan sizi dünyanın herhangi bir yerinde bulunan bir arkadaş ya da tanıdığınız sohbete davet edebilir. Bu yolla cismen evinize giremeyen herkesin sizin özel yaşantınıza katılma durumu sözkonusu olabilmekte artık. Kısa bir süre sohbete katılayım , arkadaşlarımı kırmayayım diye başladığınız sohbetin saatlerce sürebilmesi ve sizin dinlenerek, kitap okuyarak, müzik dinleyerek geçirebileceğiniz ritmesi işten bile olmuyor. Yüzyüze konuşamayan insanların, cep telefonu ya da bilgisayar yoluyla çok daha konuşkan ve birbirlerini hırslandıran sohbet konuları açmakta çok mahir oldukları görülüyor. Bunun sonucunda da birbirine laf yetiştirmeye çalışan, birbirine aşık olan, birbirine kızıp en ağır hakaretlerle kavga eden, gruplaşarak dedikodunun derinliklerine dalan insan tabloları, tüm anlamsızlığı ile yaşamlarımızın ortasına gelip yerleşiyorlar. İnternet yoluyla bu şekilde kurulan sözel matrikslerde insanlar boğulduklarını farkedemiyorlar ne yazık ki, hatta varlıklarının en önem verdikleri halini bu sözel matriksler içinde yakaladığını düşünen insan giderek artıyor. Bu sanal sözel matriks dünyası yeni kişilikler şekillendiriyor, insanlar gerçek hayatta olmadıkları bir kişilikle bu sanal dünyada varolur hale gelmeye başlıyorlar. İşin kötü tarafı, insanların internet başından kalktıktan sonra da bu sanal sözel matriksin içinde yaşamaya devam etmeleri, sürekli o sanal dünyanın girdileri ile beyinlerinin meşgul olmaya devam etmesi. Sanal dünya ile off-line olduktan sonra da insanlar her anlarını yoğun bir biçimde sürekli olarak yeniden o sanal dünyaya dönme arzusu ile geçiriyorlar. Bu yoksunluk ve yeniden kavuşma arzusunun, herhangi bir maddeye bağımlı olmuş bir bağımlının o maddeyle kurduğu aşerme ilişkisinden hiçbir farkı yok. Yani bir bağımlılık ortaya çıkıyor. İnsanlar bir an önce işi gücü, çevrelerindeki gerçek ilişkileri bırakıp, o sanal dünyaya geri dönerek birilerine laf yetiştirmek, aşk sohbetleri yapmak, ya da olmak isteyip de olamadıkları kişiliğe bürünerek sohbet etmek arzusu ile yanıp tutuşuyorlar.
Bu bağımlılık durumu bilgisayar oyunları ile gençler açısından had safhada bir tehlikeye dönüşmüş durumda. Özellikle genç erkek nüfusun günde 15 saate yakın bir süreyi bilgisayar oyunlarının başında, yemeden,içmeden, günlerce yıkanmadan, evden çıkmadan geçirdikleri görülüyor. Sanal oyunlardan kendilerini kurtaramayan insanların oranının hızla artmakta olduğu görülüyor. Bu oyunların en büyük tehlikesi ise, beyinde sürekli aynı devrelerin yoğun olarak kullanılması ve diğer beyin bölgelerinin kullanımının azalması dolayısı ile, beyin plastisitesinin kullanılmayan devreleri ayıklama riskini arttırması. Bilindiği gibi beyin kullanılmayan sinir hücrelerini zaman içinde ayıklıyor ve kullanılanları güçlendiriyor, buna nöronal plastisite deniyor. Saatleri bilgisayar başında geçirmekten dolayı ortaya çıkan dikkat eksikliğinin, bu genç insanlara yanlışlıkla dikkat eksikliği tanısı konulmasına neden olması da olası görünüyor.
Sabit olarak odaklandığımız cep telefonu ve bilgisayar ekranlarının ışığının uyku merkezimizin etkin hale geçmesini önleyerek ciddi uykusuzluk sorunlarına yolaçması da başka önemli bir sorun. Gerek uykusuzluk, gerekse bağımlı olunan sanal dünyaya erişilememe durumunda yaşanan yoksunluk durumu ciddi depresyon tablolarını da tetikleyebiliyor.
BUFFALO BILL SENDROMU
Mutluhan İzmir
Kuzuların Sessizliği eserinde, insan eti yiyen psikiyatr Dr. Hannibal Lecter, polisin aradığı seri katil Buffalo Bill için, “Billy transseksüel olduğunu düşünüyor, olmaya çalışıyor, hatta pek çok şey olmaya çalıştı. Aslında o kendi kimliğinden nefret ediyor ve bunun kendisini transseksüel olmaya ittiğini sanıyor ama onun sorunu çok daha vahim. O, imreniyor, imrenmeye mahkum, onun doğası bu.” der. Buffalo Bill değişmek , yeni birisi haline gelmek istemektedir, kurbanlarının ağzına yerleştirdiği kelebek kozasında, kurtun kelebeğe dönüştüğü değişime hayrandır. O da, bu değişimi şişman kızları kaçırıp zayıflattıktan sonra, derilerini yüzerek o deriden kendisine kelebek biçiminde elbise dikip üzerine giyinerek gerçekleştirebileceğine inanmıştır ve bu saplantı onu tekrar tekrar cinayet işlemeye iter. Ama bu beyhude bir çabadır, çünkü aslında Buffalo Bill neyin kendisini rahatsız ettiğinin farkında değildir, kişiliğindeki rahatsızlık veren tarafları somut fiziksel nedenlere indirgemiştir.
Kolay mıdır insanın kendisini sevebilmesi? Kolaysa ne kadar sevmelidir, kolay değilse kendisini sevmesini engelleyen nedir? Kendimizi yeterince ve başkalarına zarar vermeden sevebilmemizin birçok içsel ve dışsal şartları vardır. Neyse ki toplumda Buffalo Bill gibi, çocukluk travmalarından kalan derin psikopatolojiler taşıyan bireylerin sayısı çok değildir, ancak günümüzde bireyler dışarıdan kendilerine yöneltilen psikolojik saldırılarla travmatize edilerek, kendilerini sevebilmeleri için sunulan reçeteleri hazırlayan mercilerin dilediği ölçüde kendilerini sevebilmektedirler, yani kendimizi ne kadar sevebileceğimiz artık dışımızdan kontrol edilen bir değişkene endekslenmiştir. Travmatize edilen bireyler önce tereddüt duyguları içine sürüklenmekte, sonra kendilerine olan güvenlerini yitirmekte, sonra da Buffalo Bill gibi imrenmeye mahkum hale gelmektedirler. İmrenmeye mahkum hale gelen bireyi belli estetik ölçülere, fiziksel görünüme, giyim kuşam biçimine, ve hatta belli bir yaşam biçimine mahkum etmek kolaydır artık. Hatta sadece kendisini değil, başka şeyleri sevebilmelerinin de şartlarını oluşturmaktadır bu merciler. Toplumu travmatize etme süreci değerlere, güvenilen kurumlara saldırılarla başlamaktadır. Örneğin
12 Eylül için Ali Sirmen'in yazdıklarına bakalım: “12 Eylül dönemi sona erdiği zaman Türkiye, siyasi güçler ve sivil toplumu sinmiş, siyasi partileri parçalanmış, gençliği ve yurttaşları yıldırılmış, tümüyle depolitize edilmiş, edilgen insanlar topluluğu haline getirilmişti” ( Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 2009). Ataol Behramoğlu ise, “12 Eylül 1980 öncesindeki birkaç yılda tırmandırılan toplumsal gerilimin, siyasal cinayetlerin, bir plana göre kurgulanıp uygulandığı bugün açık seçik görülebiliyor. Darbe ülke içindeki işbirlikçileriyle birlikte ülke dışında planlanmıştı.” ( Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 2009) saptamasını yapıyor. Bu saptamalar toplumumuzun ne derece sistematik ve yoğun bir zedeleme saldırısı altında kaldığını gösteriyor, tabii buna suni ekonomik krizleri, terörü, geliyorum diyen doğal afetlere karşı sanki bilinçli önlem almama çabaları gibi birçok başka zedeleyici etkeni de ekleyebiliriz. Birileri planlı biçimde bize saldırırken ve planlı biçimde benliğimizi kemirirken, kuantum cahili kuantumcular bize hayatta herşeyin kaotik olduğunu, bu kaotik süreci insanın kısıtlı aklıyla plan yaparak düzene sokamayacağını, en iyisi bize biçilen kadere teslim olmamızı bize salık veriyorlar. Saldırılardan serseme dönmüş koca bir millet gerçekten kaderi sandığı akıllı, planlı düşmana teslim olmak üzeredir. Aklımızı bir kenara bırakarak sezgilerimizle yaşamamız önerilmektedir. Bu amaçla, yaratılan zedelenmeler sonrası tereddüt ve kendine güvensizliğin yerleştirilmesine gelir sıra, artık bireyler kendi ölçülerini kullanabilme yetisini de yitirerek sadece kendilerinden üstün gördükleri mercilerin onayladıkları şeyleri sevebilirler, bu mercilerce onaylanmamış şeyler düşünülmeden kötü olarak kabul edilir.
Örneğin görüyoruz ki Ankara'yı sevebilmek bazı insanlar için bayağı olanaksız bir hale gelmiş, “Ankara, Ankara Güzel Ankara” nameleri ile büyüyen nesiller, doğal güzellik fakiri, son 15 yılda arabaların kenti haline gelen Ankara için “kuş olsam üzerinde uçmazdım” gibi sözler duyduklarında irkiliyorlar. Ankara, Milli Mücadele'yi, tam bağımsızlığı, birlikte ve dayanışma içinde refah dolu, eşitlikçi bir geleceğe giden millet ülküsünü ifade ettiği için “Güzel Ankara”dır, bu ülküyü ifade ettiği için sevilmiştir Ankara, estetik olarak en güzel olduğu için değil. Ama öğreniyoruz ki bu ülkü, çoktan küresel koalisyonun postmodern “Yüce Pir”inin yargıçlarınca,
parçalanmış Türkiye'nin Doğu Trakya eyaletinde yargılanmaya başlanmış (Schrödinger'in Kedisi[Kabus], Alev Alatlı, 15. Baskı: Mart 2003, Alfa Basım Yayım, İstanbul). Dünya Anayasası uzmanı Şeyho Baran, bu modernist “üniter devlet”, “egemen devlet”, “baba devlet” kültürünün bencil bir hoyratlık olduğunu, postmodernist koalisyon yolunda, TEK'te yani Yüce Pir'de eriyerek bu günahlarımızdan arınabileceğimizi, çok ben'li, çok parçalı, çok özneli bir Eşitlikçi Birliktelik
Doktrininin, kendi öznelliğini ötekinde yaşayabilen TEK'leşmiş bireyleri oluşturarak toplumları kurtaracağını anlatır (age s.14-17).
Şeyho Baran elimizden alınca ülkümüzü, sevmek mümkün mü Ankara'yı? Diğer taraftan çok ben'li, çok parçalı, çok özneli Postmodern İstanbul uzanıyorken boylu boyunca masmavi boğazın iki yakasında. Elimizden alınırsa diğer değerlerimiz, nasıl seveceğiz estetik olarak çok da güzel olmayan anamızı, babamızı, yavrumuzu, kardeşimizi, eşimizi, dostumuzu? Hatta kendimizi? Sabahları aynada çoğumuzun bir Hollywood yıldızı görmediği kesin, aynadaki zavallı surat nasıl sevebilecek kendisini? Bu zavallı suratın elinden değerlerini, nörofizyolog, psikiyatrist, psikoterapist Dr. Maria Evangelista, Uluslararası Af Örgütü'nün Adrianople (Edirne) Islahhanesi'nde (II. Beyazıt Külliyesi), mesleğinin kazandırdığı mahirlikle teker teker alır: “Eski Türkiyelilerin iç güvensizlikleri, dış dünyaya karşı çekingenliğe dönüştü. Bir yanda, baskın Anacıl yönelim, diğer yanda varoluşun tek koşulu olan Babacıl yönelim arasındaki gerilim, eski Türkiye insanının ruhunu kararsız ve güvensiz bir dengeye oturttu. Buruk, yenik, endişeli ve şaşkın bir varoluşa sebep oldu. Türkler soğuk ve yabancı dış dünyada varolabilme, özerklik ve bütünlük iddialarını sürdüremediler.” (age s.38). “Baskın Anacılık, doğanın bir alet olarak kavranmasını ve kullanılmasını, teknolojik gelişimi, yerleşik düzene geçilerek çevrenin egemenlik altına alınmasını, hatta kalıcı kent kültürleri oluşturmayı engellemektedir. Bunu gerek Türkiye'de, gerek Mağdurların çoğunlukta olduğu diğer ülkelerde görüyoruz. Erkeksi ilke olmayınca benlik, haysiyet, vekar gibi insanoğluna özgü uyartanlar yoktur.” (age s.37-38). “Dünyamızda değişimi sağlayan faktör, statükodan ayrışmadır, yabancılaşmadır, sıçramalardır. Her sıçrama, sıçranılan kültürden farklı bir
kültür taslağı çizer. Sıçrama eylemi, içinden çıktığı kültürü, ortak bilinci sorgular, değişmeye zorlar. Eski Türkiye'de yaratıcılık, açılmasına izin verilmeyen bir potansiyel olarak kaldı. Biz'e, Biz'in beğenilerine ters düşmemeye özen gösteren Türk insanı, yeni bir şey yaratmaktansa Biz'in onayladığını idame ettirmek, Biz'in onayladığını taklit etmekle yetindi. Sanatta, edebiyatta, dünyaya yeni öneriler sunamamış olmalarının nedeni de budur.” (age s.39). Artık aynadaki zavallı
surat “Türk, Övün, Çalış, Güven” diyemiyor çünkü Dr. Evangelista'lar heryerde, kafamıza bunları işliyorlar, Ali Sirmen ve Ataol Behramoğlu'nun yazılarındaki gibi neden sonuç ilişkisi içeren yorumlar yok artık, bir anı geçmişinden ve geleceğinden sıyırıp toplumu kündeye getirmeye çalışan saldırgan, aşağılayıcı, kendine güveni sıfırlayan, tereddütü arttıran kesitsel yorumlar var artık.
Değerleri de elinden alınmış, ülküsüz bırakılmış, kendine güveni yokolmuş, tereddüt içindeki aynadaki zavallı surat, Buffalo Bill gibi insanların derisini yüzmekten medet umacak kıvama gelmiştir artık. Postmodernist saldırı bizleri, artık eskimiş, köhnemiş gibi hissettiğimiz geçmişimize yabancılaşıp yeni bir “şey” olmaya iter. Aynadaki zavallı surat acilen bir motosiklet ya da bir cip almalıdır, şirketinin normlarına ve yöneticilerine tapınmalı, eşini-sevgilisini, yaşadığı şehri değiştirmeli, estetik ameliyat olmalı, üç büyüklerden bir futbol takımını ölümüne tutmalı, marka giyinmeli, aniden ırkçı Türk, Kürt, Rum, Ermeni ya da eşcinsel olduğunu farketmeli, Osmanlı kimliğini hatırlamalı, metalci olmalı, anarşist, marksist ya da yeşil barışçı olmalı, kendisine en uygun bir tarikata girmeli ve orada kendisine gösterilen düşmana karşı haçlı seferi ya da cihad başlatmalıdır, çünkü tutunacak dalı kalmamıştır artık. Ama Buffalo Bill'inki gibi beyhude çabalardır bunlar, öz değerini yitirmiş ve kendisine yabancılaşmış olduğu için artık kendisine olan sevgisini ve saygısını ebediyen sürdürebilmesi olanağı kalmamıştır. Hayatının sonuna dek hep güvensiz, hep korkak, hep imrenerek yaşamak zorunda kalacaktır.
ÇOCUK CİNAYETLERİ NEDEN ARTIYOR?
Ülkemizde özellikle son 30 yılda çok hızlı demografik değişimler yaşandı. Daha önce nüfusun çoğunluğu, köy gibi ufak yerleşim yerlerinde, ufak topluluklar halinde yaşıyordu. Şimdi çoğunluk kentlerde yaşıyor, köy nüfusu yok olmak üzere. Bu hızlı göçün toplum üzerinde çok olumsuz etkileri oldu. Köylerinden kopup şehirlere yığılan insan toplulukları, kendilerini bir arada tutacak kurallardan yoksun, birlikte yaşamanın kurallarını belirleyecek bir yapıdan yoksun biçimde bir araya toplandılar. İnsanlar, daha önce içinde yaşadıkları ufak toplulukların binlerce yılda oluşmuş kurallarından, bireyi toplumun içinde sağlıklı biçimde yerine yerleştiren yapısından yoksun kaldılar. Son 50 yılda ülkemizin yüzleştiği yoğun bireyselleşme akımı da insanları yalnızlaştırdı, onların yaşamına anlam katabilmesini sağlayacak toplumsal çevreden yoksun bıraktı. Kentlere gelen kitleler, birbirlerinden çok farklı dünya algısına sahip oldukları için, birbirlerine ısınamıyorlar, yabancı olarak kalıyorlar birbirlerine karşı. Koptukları kültürün yerini alacak bir üst kültürden mahrum durumdalar. Birbirlerine yabancılık duymamaları için, ortak bir amaçta birleşebilecekleri bir gelecek kurguları yok. Herkesin kendisine ait, bireysel bir gelecek kurgusu var. Bu bireysellik içinde herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor, çocukları korumak gibi bir endişe taşımıyor artık toplum. Başkasının çocuğundan bana ne deme boyutunu geçemiyoruz. İnsanların bu durumda, bir yabancı, hatta kendilerine yönelik bir tehdit olarak gördükleri diğer kişilerin çocuklarını sahiplenmeleri çok zorlaşıyor. Bu biçimde hızla kalabalıklaşmış, bütünüyle ayrı dünyalardan gelmiş, birbirine yabancı ve rakip olarak bakan bir toplumda çocukların korunması giderek zorlaşıyor.
Neo-liberal düzen toplumu atomize etmeye yönelik bir düzendir. Çünkü neo-liberal düzen tüketim ekonomisine dayandığı için, toplumu tüketim toplumu haline getirmeye çalışır. Toplumu bireyselleştirmek, her bireyin kendine ait bir yaşam alanı oluşturmaya yönelmesiyle, tüketimi arttıracağından dolayı, aslında neo-liberal düzen aile kurumunu dağıtmaya olumsuz bakmaz. Ne kadar çok insan yalnız yaşarsa, o kadar tüketim eşyası satılır, o kadar ev satılır, ekonominin çarkları da o kadar hızlı döner diye bakar. Çocuklarımızı piyasaya kurban etmiş bulunuyoruz ne yazık ki.
Yaşanan çocuk cinayetlerinin her biri, toplum için bir travmadır, zaten birbirine yabancı ve birbirine güvenemeyen, ama hasbelkader bir araya toplanmış olan toplumun bireylerini, birbirlerine karşı daha da şüpheci, güvensiz hale getirecektir. Bu bir kısır döngüdür ve ufak müdahalelerle içinden çıkılması oldukça zor bir durumdur.
Bu kişiler öyle büyük travmalara maruz kalmış insanlar olmayabilirler. Şiddeti körükleyen temel etken bence bireylerin kendilerini güçlü bir kişi olarak algılayabilme olanaklarının kalmamış olması. Kimse kendisini zayıf bir birey olarak görmeye, başkaları tarafından kolay ezilebilecek, ezik birisi olarak görmeye dayanamaz. Şehirlerde bir araya toplanmış, ama neden bir araya geldiklerini bir türlü anlayamayan, yalnızlaşmış, gelecek için umudunu tüketmiş, yabancılaşmış bireyler, kendilerini, içinde sarıp sarmalayacak bir toplumsal yapı bulamadıkları anda, dayanılmaz biçimde zayıflık hislerine kapılırlar. Kendisini bir hiç olarak görmeye katlanamayan ve bu hiçlikten kurtuluş yolunu bulma ümidini kesen bireyler, kendilerinden daha zayıf kişileri bulup onları ezerek kendilerini güçlü hissetme yoluna girerler. Dövüş Kulübü adlı filmde şehirli insanın bu sorunu çok güzel biçimde işlenmiştir. Başta çocuklar ve sonra kadınlar, kendini zayıf birisi gibi hisseden erişkinlerin, şiddet uygulayarak kendilerini güçlü birisi olarak görme amacı doğrultusunda en kolay hedeflerdir.
Buna ek olarak, herkesin içinde giderek büyüyen şiddet eğiliminin açığa çıkışını kolaylaştıran birtakım maddelere, tolumun maruz kalması oranında artış var. Kontrolsüz biçimde kullanılan ve son yıllarda kullanımları 2-3 yılda bir katlanarak artan antidepresan ilaçların, dikkat eksikliği tedavisinde kullanılan psikostimülan ilaçların bipolariteye yatkınlığı olan kişilerde kullanımı, hipomani ve maniyi tetikleyebildiği için ya da şiddete yatkın yanımızın açığa çıkışını cesaretlendirdiği için, şiddet davranışının artışında katkısı olabilmektedir. Geçen yıl bu ilaçların ülkemizdeki tüketimi 50 milyon kutuya yaklaşmıştır. Giderek artan kafeinli içecekler de şiddetin dışa vurulmasını arttırabilmektedirler. Antidepresanlar, psikostimülanlar ve kafein gibi maddeler korkuyu azaltmakta, cesaret verici etkiler yapmaktadırlar. Ezikliğinden ötürü bunalım yaşayan insanların, şimdi çok kolaylaşan psikiyatrik ilaçlara ulaşımı nedeniyle kolay ilaç kullanır hale gelmeleri, bu maddelerle yüzleştikten sonra başkalarına şiddet uygulamayı cesaretlendirici bir etkiye neden olabilmektedir. Son zamanlarda cinayet, intihar, çocuk ihmali ve ölümüne neden olan faillerde bu tür tedavilere maruz kalma oranı yüksektir. Birkaç sene önce Kanada’da işlenmiş olan bir cinayette, mahkeme failin antidepresan kullanımı nedeniyle cinayete yönelmiş olduğuna karar vererek faili beraat ettirdi: http://breggin.com/index.php?option=com_content&task=view&id=295
Çocuk istismarı, bizim gibi kontrolsüz büyüyen toplumlarda ya da Afganistan gibi çatısı dağılmış ülkelerde çok yüksek. Yugoslavya’nın dağılması sırasında da bu türden çok olay yaşandı. Aslında Avrupa’da 200-300 yıl önce yaşanmış olan şeyler bunlar. Hatta o dönemde bu konuda yazılmış birçok meşhur roman var; örneğin Charles Dickens’ın, On Dokuzuncu Yüzyılda İngiltere’deki çocukların durumunu anlatan Oliver Twist adlı romanı en bilinenlerindendir. Yine çoğumuzun bildiği Fareli Köyün Kavalcısı adlı masal da, On Altıncı Yüzyılda Almanya’da çok yaygın olan çocuk kaçırma ve çocuk cinayetlerini konu alan bir masaldan türemiştir. Çok büyük ve giderek büyüyen bir toplumsal sorunla yüz yüzeyiz. Çok boyutlu olarak bu sorunun ele alınması gerekir yoksa ne yazık ki çok daha üzücü şeyler duymaya, yaşamaya devam edeceğiz.
DEHA VE DELİLİK
Mutluhan İzmir
Deha ve deliliğin arasındaki çizginin çok ince olduğu hep söylenegelmiştir. Gerçek böyle midir? Gerçeğin böyle olamayacağı, olmaması gerektiğini söyleyebiliriz peşinen. Gerçek böyle olmamalıdır çünkü toplumlar, dehalar tarafından keşfedilmiş yeniliklerin ve düzenlerin getirdiği rahatlıktan yararlanarak, mutluluk ve refah dolu yaşama olanağına kavuşabilmektedirler. Hal böyle iken neden bu söz bu kadar yaygın kullanılan ve kabul gören bir söze dönüşmüştür? Birincisi, dahilerin zaman zaman çevrelerinin anlamakta zorlanabileceği ama doğruluğu geç anlaşılabilen buluşları ve sentezlerinin olmasıdır. Dahiler bilinen gerçeklerin ve içinde bulunulan zamanın ötesini görebilen, anlayabilen zihinlere sahip oldukları için alışılmış şeylerin dışında şeyler söyleyebilir, olayları alışılmışın dışında yorumlayabilirler. Bu onların anlaşılmasını başlangıçta zorlaştırabilir, hatta ömrü boyunca kendisini çevresine anlatamayabilir de. İkincisi de muhtemelen bu sözü yaratanlar ve kabullenenler, toplumlarda dehanın delilik kadar ender görülen bir durum olduğunu vurgulamak isterken, bu iki durumun iki ayrı uçta olan özellikler olduğunu gözardı ederek, ender görülme ortak özelliği üzerinden bu iki kavramı istemeden özdeşleştirmişlerdir. Tek bir ortak özellik üzerinden kavram özdeşliği yaratma yanılgısına düşmek sık rastlanan bir durumdur. Kavram kargaşasına düşmemek için bu iki kavramı açmakta ve olabildiğince iyi tanımlamakta yarar vardır.
Deliliğin en önemli özelliği, bu durumu yaşayan bireyi gerçeklerden kopartmasıdır. Gerçeği değerlendirebilme yetisi ruh sağlığının en önemli ve başta gelen göstergelerinden birisidir. Eğer bir bireyde gerçeği değerlendirme yetisi bozulmuşsa, o birey ne kadar iyi niyetli olursa olsun, olumlu, yararlı bir sonuca ulaşma şansı ortadan kalkmıştır. Gerçeği değerlendirme yetisinin sağlıklı olabilmesi için bireyin kendisini, içinde bulunduğu koşulları ve çevresindeki diğer bireyleri olabildiğince nesnel, duygularından ve iç dünyasının etkilerinden arındırarak değerlendirebilmesi gerekmektedir. Örneğin bir kişi kendisinin her açıdan çevresindeki tüm insanlardan daha değerli olduğuna inanıyor olabilir, bu inancının kendisi ve diğer insanların tartışılmaz bir gerçeği olduğuna da inanıyor olabilir. Bu kanaatin, başkaları tarafından aynı derinlikte paylaşılamayacağı gerçeğinin ortaya çıkacağını kestirmek zor değildir. Bu tür bir kanaat farklılığı, o bireyle içinde bulunduğu toplum arasında ciddi çatışmalara yolaçacaktır. Çünkü o bireyin gerçeği, toplumun genelinin gerçeğinden çok uzaktadır. Toplum, bir bireyin değerinin kabulü için o bireye ait eylemlerin somut, gözle görülür ve herkesin tartışmasız kabullendiği yararlı sonuçlarını görmek isteyecektir. Bu yönde bir eylem ve sonuç ortada yoksa, bireyin kendi içinde yaşadığı değerlilik duygusunu aynı yoğunlukta başkalarına onaylatmak için şiddete başvurmak dışında bir yolu kalmayacaktır. Ya da o birey kendi içine kapanarak, bu kanaatinin başkaları tarafından paylaşılmamasını kendine göre birtakım nedenlere bağlamaya çalışacaktır. Deliliğin başladığı nokta burasıdır; Eğer bir birey, toplumun paylaşmadığı ve yalnız kendisine ait olan sarsılmaz bir kanaati zorla başkalarına benimsetmeye yeltenir ya da diğerlerinin bu kanaati reddini bir varlık nedeni yaparsa delilik sınırına girmiş demektir.
Bir dahi ise kendisini ispatlama çabasıyla uğraşmaz. Deha, herkesten önce birtakım gerçeklerin farkına varmaktır. Dahiler yaşadıkları zaman diliminin ve içinde yaşadıkları toplumların bilinen gerçeklerinin ötesine geçebilen, yeni gerçekliklerin herkesten önce farkına varabilen, olaylar arasındaki somut bağlantıları önceden kurabilen kişilerdir. Bunları yaparken hiçbir zaman gerçeklerden kopmazlar ve kendi iç gerçekliklerini dış dünyanın gerçekliklerinin önüne geçirmezler. Dahiler, sezgi ve duygularını da kullansalar bile onların önde gelen özellikleri, her zaman akıl ve bilimin ışığında somut kanıtlara dayanarak sonuca ulaşmalarıdır. Dahilerin bu özelliklerinden dolayı içinde bulundukları toplumların genel kabulleri ve inançları ile zıt düşmeleri bilinen bir durumdur, örneğin dünyanın düz olduğuna herkesin inandığı bir toplumda bir dahi çıkıp da dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ettiğinde ona nasıl bakıldığını tahmin etmek zor değildir. Belki de bu nedenle delilik ile deha arasında bağlantı olduğu safsatası ortaya çıkmıştır. Ancak, toplumun bilinen gerçeklerine ters düşme durumu bir dahi için geçici, bir deli için ise kalıcı bir durumdur. Dahilerin keşifleri ve çıkarımları önce anlaşılamasa bile, er ya da geç tüm insanlığın da kabullendiği doğrulara dönüşür ve bu keşifler sayesinde toplumlar ve insanlık iyiye doğru sıçramalar yaşar. Zaman zaman delilerin peşine takılan toplumlar da olmuştur ancak bu maceralar herzaman acı, gözyaşı ve büyük kayıplar ile sonuçlanmıştır.
GÜNÜMÜZDE ŞİRKET DEREBEYLİĞİNİN BİREY VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ İRTİCAİ ETKİLERİ
Dr. Mutluhan İzmir
Psikiyatri Uzmanı
“Tarih tekerrürden ibarettir” saptaması, son zamanlarda toplumların ve bireylerin sergiledikleri bazı sosyoekonomik ve psikolojik özellikler nedeniyle sık sık aklımıza takılmaya başladı. Onca özgürlük mücadelesinden sonra, sanki insanlığın geniş bir daire çizerek başladığı noktaya geldiğini düşündüren gelişmelerin ortaya çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Her 4 ya da 5 yılda bir, önlerine konulan seçim sandığına oy attıkları o kısa “an” dışında bireylerin, kendi yaşantılarının gidişatını ya da içinde yaşadıkları toplumun koşullarını değiştirebilme açısından, ellerinden gelebilecek şeyler çok kısıtlı, hatta yok gibi görünüyor.
Son 50 yılın insanlığa getirdiği en önemli farlılık, teknolojik yenilikler dışında, şirketlerin giderek büyüyerek insanların yaşamındaki etkilerinin günden güne artmasıdır. Şirket kavramı artık yalnızca ekonomik bir olay olmaktan çıkıp sosyopolitik bir olay haline dönüşmüştür. Şirketlerin artan güçlerini ve bunun toplum-birey üzerindeki etkilerini incelemeden önce ortaçağ derebeylik düzenini kısaca hatırlamakta yarar var.
ORTAÇAĞ VE DEREBEYLİK DÜZENİ:
Ortaçağ, 5. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun dağılması ile başlar ve 15. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ile sona erer. Ortaçağ, esas olarak Avrupa ile ilgili bir oluşumdur (1). Derebeylik (feodalizm) ise, ortaçağ Avrupası'nda görülen toplumsal, siyasal ve ekonomik örgütleniş biçimidir.
Yaşam düzeyi yüksek bir savaşçı sınıfına dayanan derebeylik düzeni, ancak bu sınıfa hizmet edecek bir köylü kitlesinin varlığı ile mümkündür. Derebeylik düzeninin siyasi yapısı bir piramit gibidir. En üstte kral, onun altında ise soylular ve ruhban sınıfı, onların altında da en geniş ve en alt sınıf olarak serfler bulunur. Soylular kendi içinde, güçlüden güçsüze doğru, dük, marki, kont, vikont, baron, ve şövalyeler olarak sınıflanırdı. Ruhban sınıfı ise kilise ve manastırlarda çalışan papaz, keşiş gibi dinadamları ile Katoliklerin bağlı olduğu Papalık kurumundan oluşuyordu. Serfler ise soylular ve ruhban sınıfının mülkiyetinde bulunan toprağı ekip biçen köylülerden oluşmaktaydı. Her ne kadar bu piramitin tepesinde olsa da derebeylik düzeninde kralın yetkisi her bakımdan çok sınırlı idi. Üretimin tamamen toprağa dayalı olduğu bu düzende toprağı ve askeri gücü elinde bulunduran derebeyleri, kendi iradelerini krala, gerekirse zor da kullanarak kabul ettirebilecekleri güce sahiptiler. Donanımlı askerlerden oluşan merkezi bir ordunun maliyetinin yüksek olması, kralın güçlü bir ordu barındırmasına engel oluşturuyordu. Ortaçağ derebeylik düzeninin siyasi yapısı bölünmüş ve yerelleşmiş bir görünüm sergiliyordu.
Ortaçağ derebeylik düzeninde hukuk da tamamen derebeylerinin iradesi altında idi. Güçlü olan, kimseye hesap vermiyordu. Serflerin tabi olacakları kanunları derebeyleri belirliyor ve yargılama sırasında yargıçlık görevini de derebeyleri yapıyordu. Derebeyi karşısında çoğunluğu oluşturan serflerden oluşan halkın hukuki bir savunma araçları yoktu. İyi bir derebeyi, koruması altında olan köylünün ölmesi durumunda mirasın adil dağıtılması, kalan çocukların korunması, evlendirilmesi gibi konularda sorumluluğunu yerine getirirken, kötü derebeyleri “Kazıklı Voyvoda” boyutuna geçebiliyorlardı. Serfler gerektiğinde derebeyinin emrinde savaşmaya mecburdular. Serflerin siyasi hakları ve serbest göçetme hakları yoktu.
GÜNÜMÜZDE ŞİRKETLER VE SOSYOPOLİTİK-PSİKOLOJİK ETKİLERİ:
Günümüzde şirketler, devletlerin gücünü aşan güçleri, bütçelerini aşan bütçeleri ve hatta etkileri altına aldıkları nüfusun büyüklükleri açısından devletlerin otoritelerinin üstünde bir güce ve etkinliğe kavuşmuşlardır. Bu durum, ortaçağda devletleri temsil eden kralların karşısında onlardan daha güçlü bir konuma gelmiş olan derebeylerinin konumlarına benzemektedir. Şirketlerin askeri güçleri olmadığı öne sürülürse, aslında uluslararası tekel haline gelmiş bir şirketin artık bir askeri-sınai kompleks yapısına kavuşmuş olması ve kendi silahlı gücünün yetmediği durumlarda etkileri altına aldığı devletlerin ordularını yönlendirebileceği güce erişmiş oldukları gerçeği ile karşılaşırız. Askeri-sınai kompleks terimi, günümüzde emperyalist bir güç konumuna gelmiş, özgür, demokratik ve kapitalist ülkelerdeki büyük tekelci sermayenin, doğduğu ülkenin ya da etkisi altına almış olduğu ülkelerin silahlı gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyor olması gerçeğinin yarattığı bir terimdir. Özgür, demokratik, serbest piyasa örtüsünün altında bu silahlı güç, demir bir yumruk gibi gizlenmektedir ve bu demir yumruk, gerektiğinde özgür, demokratik ülkelerin bireylerinin tepelerine acımasızca inmektedir. Yani üretimi sağlayan güçlerle silahlı güçler tıpkı ortaçağdaki derebeylik düzenindeki gibi içiçe geçmiş durumdadırlar. Hukuki alanda da uluslararası tekeller, tıpkı ortaçağ derebeylerinin hukuki keyfiyeti ellerinde bulundurmaları gibi, devletlerin hukukunu uygun gördükleri doğrultuda değiştirebilmekte, bireylerin bu değişikliklerle ilgili müdahale olanaklarını ortadan kaldırmaktadırlar. “Özgür” seçimler sonrasında oluşturulan parlamentolar kendilerini seçmiş olan vatandaşların aleyhine işleyecek yasaları, tekelci uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda oluşturulan Yeni Dünya Düzeni'nin kurumlarının baskıları altında yasalaştıran “hukuki” kurumlar olarak işlev görmektedirler.
Sermaye sahipleri için sermayedarı oldukları şirketin ürettiği metanın satılması en önemli önceliktir, bu açıdan toplumun diğer bireyleri de bu metayı talep etmesi gereken birimler ve bu bireylerin oluşturduğu toplumlar da hedef pazarlardır. Bu nedenle, büyük sermaye sahiplerinin hedefi olan pazarları oluşturan toplumların birer tüketim toplumu olmaları, tekelci sermaye açısından en önemli önceliktir. Bir şirket, ürettiği metanın toplum ve birey için ne derece gerekli ve yararlı olduğundan çok, ürettiği metanın daha çok tüketilmesi ile ilgilenir. Şirket, eğer gücü varsa, etkileyebildiği toplumları, ürettiği metayı daha çok tüketmeleri yönünde dönüştürmek isteyecektir. Tüketmeyen birey, tüketilmesi gereken bir metayı üreten şirketin önünde önemli bir engeldir. Birey, o şirketin ürettiği metayı tüketmekten daha yararlı gördüğü başka eylemler içinde olmak isterse, birey ve toplumun çıkarları şirketin çıkarları ile çatışmaya başlar. Bu durumda, günümüzde oldukça iyi organize olmuş, iletişim araçlarını elinde bulunduran, reklamcılık yoluyla toplumu etkileme, hukuki güç, siyasi güç açısından bireye göre oldukça önde olan şirketler karşısında bireyin yaptırım gücü yok denebilecek derecede azdır.
Zülal Kalkandelen'in 6 Nisan 2008'de Cumhuriyet Pazar Dergi'de çıkan yazısından bir bölüme gözatalım:
Donald Ewen Cameron kimdir? diye sorulsa kaç kişi doğru yanıt verir bilinmez. Oysa insanlık tarihinde utançla anılacak bir psikiyatristin adıdır bu. Cameron, 1950’li ve 60’lı yıllarda, insan hafızasının kontrolü üzerine yürütülen CIA projesi MKULTRA kapsamındaki deneyleri yapmış. Depresyon, anksiyete gibi şikayetleri olan hastalarına kendilerinden habersiz ilaç vererek elektrik şok tedavisi uygulamış. Amaç, hafızadakileri silip yeni bir insan yaratmak.
Klein, Cameron’un şok terapisinden yola çıkarak, savaşlar, terör saldırıları, darbeler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratıldığını söylüyor. Sonra da, bu ilk şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla, ekonomik olarak ikinci şok gerçekleştiriliyor. Bunlara direnenlere, gerekirse, polis ve hapishane sorgularında üçüncü şok uygulanıyor. Amaç, toplumu kapitalizmin vahşi uygulamalarına hazır hale getirmek.
Bu model, Thomas Friedman’ın geliştirdiği modern kapitalizmin taktiksel stratejisiyle de uyuşuyor: Büyük bir kriz beklenir (ya da yaratılır), vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken devlete ait hizmetler özel kişilere devredilir ve sonra da bu sözde “reformlar” kalıcı bir hale getirilir. Ne diyordu kapitalizmin gurusu? İster gerçek olsun, isterse gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi, yap yağmayı!
Bu tür şoklar ve travmaların yarattığı zedelenmelerin bireyler üzerinde nasıl etkileri olmaktadır? Örneğin Türkiye'de sanayi yatırımlarını dünyanın en tehlikeli fay hattının üzerine kurmak, kalabalık bir nüfusu fay hattının üzerinde kurulu dayanıksız yapılara oturtmak, 1999 depremi, 2001 krizi gibi. Zedelenen bireyler, kendilerini güçsüz ve zavallı bir birey olarak algılamaya başlarlar ve nereden çıkıp da saldıracağı belli olmayan güçlü, acımasız ve kötü saldırganlar tarafından kuşatıldıklarına inanmaya başlarlar. Bu inanç, korku ve endişe dolu bir bekleyiş içine girilmesine ve bireylerin güven duygularında azalmaya neden olur. Ardı ardına gelen şoklar ve travmalar, bireylerin yılgın, çaresiz ve aciz hissetmelerine yol açar. İnsan yapısı kısa süreli stresler dışında uzayan streslerle sağlıklı başa çıkma yeneğine sahip değildir. Bu nedenle, uzayan çaresizlik bireylerin ve toplumların yapısında çözülmeye neden olur ve kötü ile iyinin birbirinden ayrıştığı bir ruh hali ön plana çıkar. Normal koşullarda hayatta hiçbir şey tam kötü ya da tam iyi olarak algılanmaz, sağlıklı ruh haline sahip bireyler, nesnelerdeki iyi ve kötü tarafları bir arada tutabilecek bir nesnellikle olayları algılama yeteneklerini korurlar. Toplumlarda yaratılan şoklar ve travmalar, bireylerin zihninde tam iyi ve tam kötü olarak sağlıksız bir yarılmaya neden olur. Bunun sonucunda insanlar, travmatik etkene benzeyen herşeyi, kendilerine yönelik güçlü yok edici bir etkiye sahip “kötü” olarak algılamaktan kendilerini kurtaramazlar. Hatta bazen travma etkeni çok açık değilse, bilinçlerinin bir köşesine yerleşmiş olan geçmişten miras kalmış kötülük örneklerini güncelleştirerek, yeni bir kötülük efsanesi yaratabilirler. İnsanlar, “kötü”nün saf bir bütünlük halinde yaşamlarında yer almasına dayanamazlar, bu, eğer gerçekmiş gibi algılanırsa ruhsal sağlığı ve bütünlüğü bozucu bir durumdur. Eğer zedelenmeler sonucunda “kötü” kavramının belirleyici bir algı olarak insanların yaşamlarına girmesi engellenemiyorsa, bu durumda insanlar kendilerini kurtarma çabası ile “iyi” kavramının limanına sığınmaya çalışacaklardır. Bu durum, kendilerini kurtaracak ve koruyacak güçlü bir iyiyi arama ve ona sığınma arzusunu yaratır, bazen de insanlar bu efsanevi iyinin kendileri olduğuna da inanabilirler. Günümüz derebeyliğinin şoklar ve travmalarla toplumları zedeleyerek elde etmek istediği şey işte bu zihinsel bölünme durumudur. Bu bölünme insanların zihninde gerçekleştirildikten sonra, onlar için düşmanların yaratılması, yaratılan düşmanlara insanları saldırtmak ya da bireyler için kutsallar yaratmak ve onlara tapınmalarını sağlamak çok kolaylaşır.
YENİ DEREBEYLİK DÜZENİNİN DİNİ:
Bu nedenlerle, zihni parçalanmış bireylere hükmeden yeni derebeylik düzeninin dini de çok tanrılı bir dindir. Burada temel inanç, “kötü”lerle mücadele edilmezse yokolunacağı ve bu mücadele için de “iyi”lerin önderliğine ihtiyaç olduğu inancıdır. Düşman yaratılmıştır ve hazırdır, mücadelenin başına geçecek bir mesih de bunun peşinden yaratılır. Bu inanç, sürekli bir cihat ve haçlı seferi ortamının oluşmasına neden olur ve korku ile düşmanlık, en önde gelen duygulardır. Böyle bir ortam, ne derece modern bir görünüme sahip olursa olsun, ileri derecede irticaidir. Bu ortamda inançların rehberliğinde gerçekleştirilir, bilimsel mantık süzgeci bir kenara atılarak olayların nesnel değerlendirilebilmesi olanağı yitirilir. Herşey kutsallaştırılmış ya da düşman haline getirilmiştir, arada kalan hibir şey yoktur.
Demokrasi tanrısı, serbest piyasa tanrısı, insan hakları tanrısı, çevrecilik tanrısı, spor tanrısı, cinsellik tanrısı, bilim tanrısı gibi, kutsallaştırılmış, tartışılmaz doğrular haline getirilmiş birçok kavram, karşımıza birer tanrı gibi dikilirler. Herşeyi tam kötü ya da tam iyi olarak değerlendirme alışkanlığı nedeniyle, iyi görünen kavramlar, içleri boşaltılarak kutsallaştırılır. Örneğin, insanların 4-5 yıl boyunca yönetimde hiçbir söz hakları olmadan tamamen edilgen biçimde kul gibi yaşamalarının ardından, sandık başında kendilerine sunulan adaylardan birini seçtikleri 3 saniyelik süre demokrasinin kanıtı olarak kutsallaştırılır. Sandıktan çıkan siyasi iktidar da bu kutsal eylemle kutsanmış, eleştirilemez, hikmetinden sual olunmaz, tartışılmaz tam iyi bir kutsal kavrama dönüşür. Sandık başında geçen 3 saniyelik seçim anından sonra bireyler yine mesleki, hukuki, sınıfsal (sendikal), bireysel hiçbir haklarını arayamayacakları bir 4-5 yıla daha tahammül etmek zorunda kalacaklardır. Soluyacak temiz hava, içecek temiz su, çocuklarını bilgisayar oyunu bağımlılığından kurtaracak çare, kafalarını dinleyecek sakin bir alan bulamayan, yürüyüş yapabilecekleri kaldırım bulunmayan şehirlere mahkum insanlar, sigara içme yasağı tanrısına tapınarak tüm bu eksiklikleri unuturlar. Spor yapıp vücudu çalıştırmak iyi birşeydir ancak, spor etkinliği takım tutma eylemine indirgenince, uğrunda ölünecek bir taraftarlık tanrısı yaratılmış olur, tutulan takım hakkında olumsuz hiçbir şey söylenemez, eleştirilemez, rakipler ise sanki birer düşmandırlar. Serbest piyasa tanrısı ise sosyal Darvinizm'in kutsallaştırılması sonucunda ortaya çıkar. Rekabet bu tanrının kutsal kitabıdır, serbest rekabetin sonunda iyilerin ayakta kaldığı ve kötülerin ayıklandığı kandırmacası inanca dönüştürülür. Yani hayatta kalmayı hakedenler ve yaşamayı haketmeyenler sözkonusudur. Bu durumda savaşlarda, ekonomik krizlerde, doğal afetlerde yokolacak insanlar sanki tanrı buyruğu sonucunda yokolmuş olacaklarından onların ardından üzülmek yersizdir gibi acımasız bir bakış açısı oluşur. Aslında çok yerinde bir eylem olan doğayı koruma eylemi bile, çevreci tanrının buyrukları doğrultusunda cahil, geri kalmış, ilkel ve doğayı kirleten toplulukların yokedilmesi gibi acımasız bir saldırganlığa zemin oluşturabilir. Bilim tanrısı ise, bilimi tekeline almış kutsal kurumların fetva düzeyindeki saptamalarının, tartışılmaz doğrular olarak kabullenilmesini buyurur. Alman gazeteci William Engdahl, büyük bir soykırım planının bir parçası olarak, domuz gribi yalanıyla Dünya Sağlık Örgütü'nün, aslında olmayan bir sağlık tehdidine insanları inandırarak, sadece 250 milyon seçkin insanın var olduğu bir elitler dünyası yaratılmasına hizmet ettiğini iddia ediyor (2).
Sermayedar artık bu acımasız, tekelleşen sermayenin sahibi olarak bireyin karşısına dikilmektedir. Ergin Yıldızoğlu'nun belirttiği gibi küreselleşmenin dayattığı sermaye evrenselleşmesi (kar makinası), giderek güçlenen askeri/sınai-finansal-medya-bilişim tekelleri üzerinde, herşeye egemen, sayıları 10 bini geçmeyen bir oligarşi, yani zamane derebeyleri şekillendiriyor (3). Günümüz derebeyleri, ortaçağ derebeylerinden çok daha güçlü, kolları her yere uzanan ve acımasız derebeyleridir. Günümüzde ortaçağdaki gibi yüzyüze ilişkiler bile kalmamıştır. Bireyler, kutsallaştırılmış alanlarla dolu toplumlarda, isimlerini bile bilmedikleri bu derebeylerinin yaptıkları planlar doğrultusunda çizilen kaderlerinin estirdiği rüzgara göre savrularak, giderek daha kaderci, fallara bel bağlamış, gerçeklerden kopuk bir yaşama sürüklenmektedirler.
ÖZGÜR BİREY ALDATMACASI:
Günümüzde bireylerin ve toplumların kendileri açısından daha iyi olacağını gördükleri şeyleri seçme özgürlükleri ile sermaye oligarşisinin çıkarları sıklıkla çatışmakta ve bireylerin özgürlükleri sermaye oligarşisi tarafından kısıtlanmaktadır. Birey, kendi iradesi doğrultusunda, kendisi için yararlı gördüğü şeyleri hayata geçirebiliyorsa gerçekten özgürdür. Tekelci şirketler böyle bir özgürlüğe izin vermezler, bunun yerine bireyin kendisini özgür hissetmesini sağlayacak yanılgılar oluştururlar. Örneğin, aslında bireyin belki de talep etmeyeceği bir şey, reklamlar yoluyla, birey tarafından talep edilir hale getirilerek, bu metanın tüketilebilmesini bir özgürlük belirtisi olarak sunarlar. Tüketim eylemi kutsallaştırılarak tüketim tanrısı yaratılır. Ya da, bireyin ve toplumun üretim biçimlerine, yaratılan artı değerin paylaşımına müdahalesinin önüne geçilecek biçimde cinsel tercihler, kültürel haklar, kimlik politikaları öne çıkartılarak, bireyin bu konulardaki özgürlüğünün daha önemli olduğuna toplum inandırılıp, tekelci sermayenin çıkarlarının zedelenmesinin önüne geçilir. Böylece aslında bireyin özgürlüğünün en önemli belirtisi olan üretim ve zenginliğin paylaşımı üzerindeki söz hakkını kullanma iradesi zaafa uğratılmış olur ve bireyin özgürlük alanı ciddi oranda daraltılır.
Günümüzde tekelci sermaye oligarşisinin, bireylerde ve toplumlarda özgür oldukları yanılgısını yaratabilecekleri doğrudan ya da dolaylı yöntemleri ve bunları uygulayacak güçleri mevcuttur. Ortaçağ derebeylerinden bile güçlü bir duruma gelmiş olan şirketler karşısında bireyin gücü bir zavallılık noktasına indirgenmiştir. Bu zavallılık noktasında, tüketim tercihi, cinsel tercihi, hangi dili konuşacağı, hangi dine ve tarikata gireceği, boş zamanlarını nasıl değerlendireceği gibi konularda sınırsız bir özgürlük zeminini önlerinde bulduğu yanılgısına düşen bireyler, buna karşın yaşamlarının en önemli alanları ile ilgili hiçbir söz hakkına sahip olmadıkları dar bir alana sıkıştırılmış halde yaşamaktadırlar. Bireylerin, yaşadıkları şehrin imar planları, ulaşım biçimleri, çocuğunun gereksinimi olan yaşam alanlarına sahip olup olamamak, rahatça yürüyerek günlük işlerini yapabileceği bir yaşama sahip olmak, çocuğuna istemediği şeyleri yemesini teşvik edecek müdahalelere karşı koyabilmek gibi basit konularda bile, müdahale özgürlükleri ortadan kalkmış durumdadır.
ÇAĞDAŞ KILIKLI İRTİCA :
Postmodern çağı yaşadığımız bu günlerde toplumun yapısı yine ortaçağdaki gibi piramit şeklini almıştır. Tepede tekelci sermayenin yarattığı oligarşi, onların altında oligarşinin sahip olduğı şirketlerin bol maaşlı çalışanları, onların da altında üst tabakalara hizmet eden halk yığınları vardır. Para, tepeden aşağıya doğru dağılır. Efendilerine iyi hizmet edemeyen şirket çalışanları işlerinden çıkartılarak bir aşağı sınıfa indirilirler. Şirket çalışanlarının, şirketin faaliyetlerini sorgulama, şirket politikası dışında bir yaşam biçimi benimseme gibi bir seçenekleri yoktur. Haftanın 6 günü, sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine dek şirketin verdiği görevleri sorgulamadan yapmaları, pazar günlerini tenis oynama, yüzme, konsere ve sergiye gitme gibi etkinliklerle geçirmeleri, eğer canları birşeyler okumak isterse de efendilerinin kontrolü altındaki yazarların yazdığı kitapları ve gazeteleri okumaları beklenir. Yaşamlarını sürdürdükleri dar bir alan dışında ülkelerinde olan biten başka hiçbir şeyle ilgilenmeleri arzulanmaz, onlar artık ülkelerine değil şirketlerine ait hale gelmişlerdir ve şirketin başka ülkelerdeki bölümlerinde de çalışabilecekleri için fiilen sınırlar onlar için de kalkmıştır. Ülke vatandaşlığı yerini şirket vatandaşlığına bırakır. Şirket vatandaşlığından çıkıp modern çağın yurt, millet, vatan, eşitlik, sosyal adalet, sınıf mücadelesi, gibi kavramlarına geri dönmek istemelerinin bedeli refahlarını yitirmek olacaktır. Halk yığınlarının eğitimsiz, yoksul, geleceksiz ve irticanın kucağına bırakılmaları, şirket çalışanlarının hiç ilgilenmemeleri gereken bir durumdur. Bu nedenlerle şirketlerinin sağladığı olanaklarla kurulan bu “modern” ve refah dolu yaşamlar, aslında irticai yaşamlardır.
Şirket çalışanları olarak adlandırdığımız bu grup, kapitalist toplumların eğitim düzeyi en yüksek kesimini oluşturması nedeniyle aslında toplumda “aydın” olmaya en yakın kesimdir. Ancak, halkı hizmetkarları olarak görmeleri, kendilerine hizmet eden halk yığınlarının irticanın kucağına itilmesine ses çıkartmamaları, eğitim düzeyi yüksek bu kesimin “aydın” haline gelmesini engeller. Aydınsız kalan toplumlar ise irticanın kucağından kurtulma ümitlerini tamamen yitirirler.
Günümüzde irtica, klasik dini motiflerin çok ötesinde zenginleşmiştir. Örmeğin küresel ısınma yalanı ile sahte düşman yaratarak, dünyada birşeylerin ters gittiği hissine kapılan bireylerin tepkilerinin hedefi saptırılarak, doğa için mücadele edip vicdanlarını rahatlatmaları sağlanmaktadır. Doğa koruma etkinliği bu yönüyle, şirketlerin birey ve toplum üzerindeki sömürücü, yok edici etkinliklerine yönelecek toplumsal tepkileri saptırdığı için irticai bir eylem özelliği taşımaya başlamıştır. Serbest piyasa ekonomisini savunmak, acımasız rekabet sonucunda tekelleşmeye yol açacağı ve bireylerin uluslararası tekeller karşısında sömürülmesini önleyecek bireysel haklarının güvencesi olarak yapılanmış ulusal devletlerin çözülmesine yol açacağı için irticaidir. Serbest piyasa düzeninin savunucuları, bireysel özgürlüklerin savunucusu gibi, çağdaş görünümleri ile karşımıza çıkarlar. Toplumlara ve bireylere sundukları irticai geleceği gizleyerek onları kandırabilmek için bu çağdaş görünüm şarttır. İnsanlığın derebeylerine karşı verdiği savaşta, ulusal devletlerin bireyleri derebeylerinin sömürüsünden korumak için yapılanmış olduğunu gizleyip, devlet = faşizm denklemini bilinçli biçimde insanların kafasına sokarak ulusal devlet aleyhtarlığı yapmak da irticai bir eylemdir. Çünkü ulusal devlet çözülünce yeniden sömürüye açık hale gelen insanlar, yaşamlarının efendisi olmaktan çıktıklarını anlayınca kendilerine yabancılaşarak, ya bir düşman (doğayı kirletenler, farklı dinden ya da görüşten olanlar, derisinin rengi farklı olanlar v.d.) yaratarak o düşmana karşı gelişen cihad psikolojisinin yarattığı etkiyle dünyevi olmaktan çıkarak kutsal inanç algısına hapsolmaktadırlar, ya da bir kutsal inançla bütünleşebilmek için tarikatların (tek tanrılı dinlerle ilgisiz tarikatlar da bolca türemiştir) emri altına girmektedirler ki bu da irticai bir durumdur. Günümüzde çok “çağdaş” görünümlü, her beğeniye uygun tarikatların bollaşmasının ve kapitalist batı toplumlarını sarmasının nedeni budur. Şirketlerin saldırısı karşısında savunmasız kalan bireyler, aynen ortaçağda köylülerin bir derebeyinin koruması altına girerek geleceklerini güvence altına almaya çabalamaları gibi, sığınacak koruyucu limanlar arama telaşına düşmüşlerdir. Ortaçağda nasıl merkezi otorite zayıflamış ve derebeylerinin kontrolü altına girmişse, günümüzde de devletler, tekelci sermayenin oluşturduğu şirketler ve onların sahibi olan, sayıları 10 bin civarında olan oligarşinin kuklası konumuna düşmüş durumdadırlar.
Bir ülkede metropol oluşturarak çok kalabalık insan yığınlarını dar bir alanda, çok katlı binalarda ve birbirlerinden, topraktan, üretimden, ülkenin geri kalanından ve hatta dünyadan kopuk bir halde, bilgisayar başında, yalnız, amaçsız yaşamaya mahkum etmek de irticai bir olaydır, çünkü bu insanların hayatı, olayları ve geleceklerini gerçek biçimde algılayarak onlara yön verebilme yetileri ortadan kaldırılmıştır. Bu metropollerin ayakta kalabilmesi, ülkenin kalan kısmının acımasızca sömürülerek kaynakların o metropole akıtılması ile mümkündür. Dünyayı tekelci sermayenin kontrolü altındaki televizyon ekranlarından gördükleri kadarıyla algılamaya çalışan bu insanlar, içinde boğuldukları anlamsızlık hislerinden kurtulabilmek ve yaşamlarına anlam kazandırabilmek amacıyla, bu metropollerin gerçek hakimi olan günümüz derebeylerinin kendilerine uzattıkları bir markayı giyinebilme, kültürel kimliklere sarılma, futbol taraftarlığı, tüketim alışkanlığı gibi irticai oyalanma dallarına tutunmak zorunda kalacaklardır. Çünkü sosyal sınıfların biraraya gelerek birbiriyle dayanışma içinde olmasını önlemek için bir futbol takımın taraftarlarının dayanışmasının sosyal sınıfların dayanışmasından çok daha önemli olduğu kandırmacası topluma yutturulmuştur. Bu nedenle de futbol gazetelerinin satışı fikir gazetelerinin satışını kat kat geçer. Spor düşkünlüğünün, bireylerin okuyarak kendilerini geliştirmelerinin yani toplumun aydınlanmasının önüne geçen bir etkisi olduğu için bu noktada ne yazık ki sporseverliğin de irticai bir noktaya geldiğini görmekteyiz. Yani irticayı sadece başörtüsünde, Anadolu'nun ücra köşelerinde değil, stadlarda, Boğaziçi'nin lüks mekanlarında, gökdelenler, otoyollar ve köprülerle doldurarak gurur kaynağı olarak sunduğumuz büyük şehirlerde de aramalıyız, çünkü bu mekanlar günümüz derbeyleri olan tekelci sermaye oligarşisinin kaleleri ve şatoları haline gelmişlerdir.
KAYNAKLAR:
1- Yeni Ortaçağ; Alpaslan Işıklı. İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı 2009 Ankara
2- Cumhuriyet Pazar Eki, 3 Ocak 2010
3- Global Politikültür, Avrupa'da Kimlik Savaşları,Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 30 Aralık 2009, s:4.
DEVLETLERİN YERİNİ ŞİRKETLER ALIRKEN, YENİDEN EFENDİ KÖLE FENOMENİ
MUTLUHAN İZMİR
Konuya girmeden önce Lacancı öteki ve Öteki kavramlarını açmakta yarar var. Lacan, küçük ötekini, imgesel dönemde “ben”in kendisini tanımlarken kıstas olarak aldığı, aralarında dilsel iletişimin olmadığı ve taklit yoluyla onun gibi bir görsel biçim kazanmaya çabaladığı ideal bir imge olarak tanımlar. Bu ideal imgenin karşısında çocuk, tüm acizliği ve beceriksizliği ile tam bir bağımlılık ilişkisi içindedir. Büyük Öteki ise, simgesel dönemde, dil yoluyla iletişim kurulmaya çalışılan ve dilin simgeselliğinin sahibi olan, “ben”in kendisini Öteki’nin simgeselliği içindeki anlamıyla kavramaya çalıştığı otoritedir. Kabaca büyük Öteki’nin toplumun değer yargılarını ve kabullerini simgeleyen merci olarak düşünebiliriz. Küçük öteki ile biçimsel ağırlıklı ve diyalektik alış verişin olmadığı bir ilişki söz konusu iken, Öteki ile ilişki diyalektik zeminde oluşur. Yazının başlığındaki fenomen kelimesi ile ilgili, neden diyalektik değil de fenomen sorusuna gelirsek, yeni toplumsal düzenin diyalektik bir yapıya izin vermeyip, bizleri imgesel fenomenlerin öne çıktığı, taklitçi bir birey olmaya itip itmediği sorusu yanıt beklemektedir. Günümüzün sıradan insanı için yeni bir kölelik durumu söz konusu mudur, eğer söz konusu ise bu kölelik biçiminin Ortaçağ köleliğinden farkları nelerdir?
Diyalektik neden gerekli? Çünkü insan diyalektik özü sayesinde içinde yaşadığı gerçekliği bir dizge olarak kavrayabilir. Dizge yoksa, kavranılan gerçeklik, o bireyin kendi gerçekliği değil, Öteki’nin okuduğu masaldır. Post-modern çağda, yaşamlarımız sanki senaryosu Öteki tarafından kurgulanmış bir oyunun sahnesine dönüştü, Öteki’nin izin verdiği kadar kendimizi varedebiliyoruz. Hegel’in belirttiği gibi, her insan “ben”ini tanımlayabilmek için, Öteki’nin varlığını kabullenerek, onunla ilişki içinde olduğu bir zemini yakalamak zorundadır. “Ben” kendini Öteki’nin gözündeki anlamda yakalar ve bu anlamı içselleştirerek kendini anlar. Günümüzün insanı, kimlere ya da hangi mercilere, Öteki olarak yaşamında yer vermektedir? Aydınlanma Devriminden bu yana, Öteki-Efendilerden kurtulduğu varsayılan insanlık acaba bir geri dönüş mü yaşıyor? Eğer durum bir geri dönüşe işaret ediyorsa, yeni Öteki-Efendilerin simgeselliği, bize çevremizle özgürce bir simgesel alış veriş olanağı tanıyor mu? Yoksa Ortaçağ’dakine benzer bir ekonomik düzene bu çağda uyum sağlayabilmemizi kolaylaştıracak, sahte bir simgeselliğe hapsedilmek mi isteniyoruz? Eğer toplumun bireyleri, toplumun simgeselliğine bir katkıda bulunamayacaksa, özgürlükten söz etmek ne derece olanaklıdır?
İnsanlığın sınıfsız toplumlardan başlayıp köleliğe uğrayan yolculuğunda, kölelikten kurtulma ve yeniden sınıfsız bir toplum yaratma ideali, günümüzde sinsi bir yanılgının tüm dokularımıza işlemiş olması nedeniyle sekteye uğramış gibi görünüyor. Bu yanılgı, özgürlük yanılsamasıdır. Aydınlanma Devrimi ve İnsan Hakları Beyannamesi ile 250 yıl önce kölelik sona erdi, demokrasi ve seçimler özgürlüğün en önemli kanıtları olarak öne sürülmekte, ama bu kabul acaba bir yanılgıya mı yol açıyor? Bu yanılsamayı aydınlatmak için öncelikle, özne-Öteki ilişkisinin ekonomik yapısının nasıl olduğunu aydınlatmak gerekir. Günümüzde köhne devlet yapılarının yerini alan modern şirketler, özne-Öteki diyalektiğini hangi ekonomik zemine oturtmaktadır? Efendi-köle diyalektiği, toplumdaki tüm mülkiyetin ve hukuki gücün dar bir soylu sınıfının elinde olmasından kaynaklanan derebeylik döneminde, köle durumundaki toplumun geneli için bir kendini tanıma biçimi idi. Güç doğruyu yaratır şiarı ile yaşadığımız günümüzde, kendini bir yandan alabildiğine özgür hisseden köle fenomeni, temel yanılsamamız olarak sinsice temel gerçekliğimiz haline gelmiş olabilir mi?
Çelişkili gibi görünen bu durum, günümüzdeki özne-Öteki ilişkisinin birtakım özelliklerinden kaynaklanıyor olabilir. Bizler, tarihin şu döneminde, köleliği aşmış toplumlarda yaşıyor olma yanılgısı içinde olan bireyler olarak, olası yeni efendi-köle fenomeninin var olup olmadığını açığa çıkartmakla yükümlüyüz. Önce o dönemin köleleri mi yoksa bu dönemin köleleri mi daha şanslıydı diye sorarsanız, o dönemin köleleri, hiç değilse kendi ürettiği şeylerle yaşama olanağına sahipti diyebiliriz. Bugünün kölesi ise, yaşamını sürdürebilmek için gereksinimi olan şeyleri sağlayabilme açısından efendisine tam bir bağımlılık içindedir. Ortaçağ kölesinin yaşamı toprağa ve doğaya hakim olma mücadelesi idi, ortaçağ kölesi, efendisine hizmet etmeye çabalarken doğanın efendisi durumuna geliyordu. Günümüzün 30-40 katlı modern kulelerinde yaşayan kölesi ise, sadece elektriğinin kesilmesi ile birlikte dışkılama gereksinimini bile yerine getiremeyecek bir zavallılık içindedir.
Dünya çapında parayı ve mal akışını kontrol altında tutan, güçleri hükümetlerin gücünü aşan, uluslar arası kurumlarda etki güçleri yüksek olan, gerekirse kendi çıkarları uğruna şu ya da bu ülkenin silahlı güçlerini de harekete geçirebilecek güçteki, çok uluslu şirketler’lerin (ÇUŞ), insanların yaşamına olan etkilerinin boyutları nedir? Bu yeni düzen, insanlığın sömürülme sorunu açısından, geçmiş kazanımlarının ne kadarını korumaya elvermektedir? İnsanlar hiçbir çabaya gerek olmaksızın, kazanımlarının baki olduğu inancı ile, hep geçmişin kazanımlarının üstüne bir şeyler ekleyerek, aydınlık bir geleceğe doğru yol aldıkları inancındadırlar. Bu toplumsal fenomen, zamansallığın yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyor olabilir. Evet, zaman geri işlemez ancak kazanımlar için bunu söylemek ne derece olanaklıdır? Kazanımların da zaman gibi geriye dönmeyeceğine inanma biçimindeki bu temel yanılgıyı oluşturan en önemli etken, başta iletişim ve ulaşımda yaşanan teknolojik ilerlemelerin ve dev kitlelerin, kendilerinin üretmedikleri malları tüketerek yaşamaya başlamalarının insanlarda yarattığı yanlış algıdır. İnsanın kendisinin üretmediği bir malı tüketiyor olması, onun kölelikten efendilik düzeyine geçmiş olduğunu gösterir mi? Teknolojik ilerlemeler insanlar tarafından kazanımlarının güvencesi olarak algılanmaktadır. Daha iyi bir arabaya binmek, daha çok veriye ulaşmak, daha hızlı ulaşım sağlamak gibi insan yaşamına doğrudan etki eden teknolojik gelişmeler, insanlarda karanlık geçmişin geri dönmemek üzere tarihin derinliklerine gömüldüğü inancını yaratmaktadır. Bu yanılgıyı, demokrasi söylemleri de beslemektedir. Demokrasi ve teknolojik gelişmeler, insanlar için ne derece eşitlik ve sömürülmeme güvencesi sağlamaktadırlar?
ÇUŞ’lerin öncelikleri, gereksinim duydukları hammaddeye en zahmetsiz biçimde ulaşmak, en ucuz maliyetle üretim yapmak ve en yüksek katma değer ile ürünlerini en geniş kitlelere satabilmektir. Bu önceliklerin insanların eşitlik ve özgürlük önceliklerinin hilafına oluşturulduğu bilinen bir gerçektir. ÇUŞ’lerin önceliklerinin korunabilmesi için savaşlar bile çıkartılıp, milyonlarca insanın hayatını yitirmeleri günümüzün kanıksanmış olaylarındandır. İşin ilginç tarafı, etnik ve mezhepsel taleplerin, bu kanıksamanın altını besleyen özgürlük talepleri biçiminde algılanıyor olmasıdır. Örneğin eski Yugoslavya ve şimdiki Irak coğrafyasında etnik ve dinsel aidiyetlerin, eskisine göre daha özgürce yaşanıyor olması, bu ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin ÇUŞ’ler tarafından sömürülmesini örten bir özgürlük kılıfına dönüşmüştür. Şirket çıkarları, daha çok verimlilik, daha çok kar ve daha çok sermaye birikimi yapılmasını gerektirmektedir. Özgürlüğün temeli olarak sunulan hür girişimcilik, aslında şirketlerin çıkarları söz konusu olduğunda, eşitlik ve özgürlük arayan bireyin karşısına dikilmek durumundadır. Örneğin petrol üreticisi bir ülkenin daha çok refah talep eden bireyi, petrol üreticisi bir ÇUŞ’in hür girişiminin önünde bir engeldir. Hür olmak, özgürlüğün çelişiği haline gelmiştir, ne garip değil mi?
Toplum yapısı giderek ortaçağdaki gibi, sınıflar arası geçişi olanaksız kılan, değişmez bir sınıflar arası ve sınıf içi hiyerarşinin öne çıktığı bir yapı kazanmaktadır. Dünyayı yöneten ÇUŞ’ler, mülkiyeti babadan oğula geçen bir yapıya sahiptirler. Ne kadar seçim yapılırsa yapılsın, ne kadar özgürlük talebi karşılanırsa karşılansın, bundan 100 yıl sonra da bu şirketlerin sahipleri, şimdiki sahiplerinin torunları olacaklardır. Yeni tür babadan oğla geçen monarşik bir yapı şekillenmiştir. Toplumların refah ve eğitim düzeyi en yüksek olan ve aydın olarak nitelenebilecek kesimi ise bu dar sermayedar gruba maaşlı olarak hizmet vermektedir. Bu eğitimli ve refah düzeyi yüksek sınıf, alışmış olduğu yüksek standarttaki yaşamını sürdürebilmek için, çalıştıkları şirketin çıkarlarını her şeyin önünde tutarak gözetmek durumundadır. Şirket aidiyeti, her türlü aidiyetin önüne geçmektedir. Bunun yanında, dünya devletleri, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini bu şirketlerin önceliklerine göre ayarlamak zorunda bırakılmışken, demokratik seçimler neyi ne kadar değiştirme gücüne sahip olacaklardır? Değişim kelimesinin en sık kullanıldığı, ancak toplum yapısının giderek dondurularak sabitlendiği bir insanlık dönemi olarak bu çağ, içinde yaşayan bireye, toplumun sabitlenmiş yapısı paralelinde sabitlenmiş kimlikler sunarak, tarihselliğin ortadan kalktığı algısını oturtup, bireyin toplumsal gerçekliğini algılamasının önüne geçen bir çağ olarak, insanlığın en karanlık çağı olmaya adaydır. Yeni düzenin bireyi, sabahtan akşama dek, çalıştığı şirketinin daha çok kar edebilmesi için, dünyanın neresinde kimin sömürülmesine alet olduğunu bilmeden şirketinin değerleri için çalışmakta, işten çıktığında da yine bu şirketlerin mülkiyetinde olan medya yoluyla dünyayı anlamaya çalışmakta, bu şirketlerin belirlediği kültürel ve insani değerleri öne çıkartan etkinliklerle zamanını geçirmektedir. ÇUŞ’ler, bu biçimde, toplumsal değerleri de belirleyerek, öznenin yaşamında değişmez ve sabit bir Öteki konumuna oturmuşlardır. Bireylerin, toplumla simgesel alış verişe girerek, içinde bulundukları gerçekliği doğru algılayabilmelerini sağlayacak özgür iletişim ve anlamlandırma yollarının kapanması nedeniyle tarihsellik ortadan kalktığı için, bireyin neden-sonuç ilişkisi kurabilmesi olanaksızlaşmaktadır. Böylesine her şeyi kontrol altında tutan bir Öteki ile ilişki içindeki birey için, kendisi ve içinde bulunduğu toplum, donmuş haliyle sorgulanmadan kabullenilmesi gereken gerçekliklerdir. Tıpkı 5 yaşındaki bir çocuğun kendisini bir masal kahramanı zannettiği andaki değişmezlikleri gibi. Bu ise bireyi, bir masal dünyasının değişmeyecek sahnesine ve senaryosuna taşır. Birey, burnunun dibinde gelişen haksızlıkları, adaletsizlikleri kendi gerçekliğinin dışında olan ve kendisini hiç ilgilendirmeyen fenomenler olarak görür. Her şey olması gerektiği için oluyordur, hiçbir şeye müdahale edilemez, masalın senaryosu değiştirilemez. Üretimden kopmuş ve toplumsal bağları zayıflamış bireyin gerçekliğidir bu. Bu birey, simgesel bağlarını kopartmış olduğu ve kendi imgesel masal dünyasında yer alamayacak olanların tüm acılarına duyarsız kalacaktır artık. Başkaları ne yaşarlarsa yaşasınlar, birey için en önemli öncelik, bir ritüel gibi, her gün kendi senaryosunu eksiksiz biçimde icra edebilmektir. Toplumda ortak bir simgesel dil oluşturulamadığı için, sahneler arası iletişim kopuktur. Her sahnenin farklı bir dili vardır ve bu dil diğer sahnede anlaşılmaz olur. Bu nedenle insanlar bir araya gelip ortak anlamlar üretemeyecekleri için, ortak çıkar uğruna bir mücadele zemini belirleyemezler.
Günümüzün bireyi artık iktidar sahibi değildir çünkü modern, ileri teknoloji kullanan, özgür ve demokratik toplumların simgeselliği, Öteki tarafından çalınmıştır. Günümüzün derebeyleri, özellikle görsel medyanın gücünü, dev kitleleri imgesel alemin tutsağı haline getirme yolunda başarı ile kullanmaktadırlar. Bu nedenlerle de değişim, demokrasi, özgürlük ve eşitlik söylemleri, bir masalın senaryosunun dile getirilmesi gerekli, ancak içi boş replikleri olarak havada uçuşup durmaktadırlar. Bu nedenle de gençlerden sık sık, yaşamın amacı ne, yaşasak ne olur yaşamasak ne olur gibi nihilist söylemler duymaya şaşırmamak gerek. Ne de olsa simgesellikleri ellerinden alınmış, yeni düzenin hedonist yeni köleleri olarak hiçlikle yüz yüze gelmiş durumdadırlar. Varlık, içimizdeki öz değil eylemdir, eylemsizlik ise hiçliktir.
Her zaman olduğu gibi bugün de felsefede en başta gelen ve yanıtlanmayı bekleyen soru, insanın bir öz ile doğup doğmadığı sorusudur. Töz olarak da adlandırılan özün doğuşta hazır bir yapı mı olduğu (a priori-önceden verili) yoksa sonradan mı ortaya çıktığı (a posteriori- sonradan oluşan) sorusu, felsefecileri iki ana gruba bölmüştür.
Kabaca tözcülüğün mimarının Platon olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi Platon, deneyimlediğimiz dünyanın ardında bir idealar dünyasının olduğunu, insanın yaşamının amacının bu ideaya ulaşmak olduğunu söylemiştir. İdealar her düşünce, biçim ve madde için söz konusu olmanın yanında insanların kişilikleri için de söz konusudur. Ona göre insan yaşarken ne kadar idealar dünyasına yaklaşabilirse o kadar iyi bir yaşam sürdürmüş olacaktır. Platon insanın ideal bir öz ile doğduğunu ama bu öze uygun davranabilmesi için çabalaması ve ideal özünü açığa çıkarması gerektiğini söyler. Bu öze yaklaşıp yaklaşamamak insanın bireysel sorunudur.
Platonun izinden giden Kant numen ve Husserl ise noema kavramı ile tözcülük okuluna dahil olmuşlardır.
Hegel ile en belirgin olarak ortaya çıkan tözcülük karşıtlığı ise insanın maddesel bir doluluk olarak doğmuş olduğunu, özünü sonradan ortaya koyduğu eylemlerle ortaya çıkarttığını belirtir. Yanlış biçimde idealist felsefeci olarak bilinen Hegel aslında bir eylem felsefecisidir ve insan varoluş devinimini en belirgin olarak ortaya koyan felsefecidir. Herakleitos, Spinoza ve Aristoteles de bu akımın temelini atan felsefeciler olarak kabul edilirler. İslam düşünürü İbn-i Rüşt de bu akıma dahil önemli düşünürlerdendir.
Varoluşçular da bu bölünmeden nasibini alarak ikiye bölünmüşlerdir. Tözcüler, Platon gibi düşünerek idealara ulaşabilmemizin elimizde olduğunu, bu a priori yapıyı ortaya çıkartmanın varoluşçuluğun temeli olduğunu söylerler. Kierkegaard ve Heidegger gibi varoluşçular bu gruba dahildir.
Sartre ise Hegel gibi, a priori olan tek şeyin madde olduğunu, varoluşun maddeyle aramıza mesafe koymamızla ortaya çıkan bir devinimin sonucunda ortaya çıktığını belirterek varoluşu a posteriori olan bir alana çeker.
Tözcülerin yaklaşımının dinsel inançlara yakınlığı gözden kaçmamaktadır. Ancak tözcü olmayanların ateist oldukları da iddia edilemez. Vahdet-i vücut inancını savunan bazı tarikatların a priori bir tanrı inancından çok insanların yaşamları boyunca eylemleriyle oluşturdukları a posteriori bir tanrı inancına sahip oldukları söylenebilir. Ateist birçok felsefeci ise varoluşçuluğa karşı çıkmışlardır.
Tözcülük akımları, insanın doğuştan getirdiği a priori tüm özellikleri kutsayarak bu özelliklerin korunması gerektiğine inanırlar. Liberalizm de bu inanca dayanır. Liberaller Tanrı'nın verdiği tüm doğuştan gelen özelliklerin iyi olduğuna, insanların kendi başlarına bırakıldıklarında ve dışarıdan müdahale edilmediğinde bu iyi özelliklerin kendiliklerinden ortaya çıkacağına inanırlar. Etnik ve dinsel kimliklerin korunması gerektiği ve bunun bir insan hakları sorunu olduğu görüşü bu temele dayanır. Yani liberalizm ile dinsel akımlar beklenmedik bir noktada buluşurlar. Tözcü varoluşçuluk bu açıdan liberalizme (sağcı ve solcu liberalizm) can veren bir akım olmuştur. Bu akımın günümüzdeki en tanınan isimleri Habermas, Badiou ve Zizek'tir. Tözcü varoluşçular insan eliyle ortaya çıkan Aydınlanma değerlerine olumsuz bakarken tözcü olmayan Hegel ve Sartre gibi varoluşçular, Aydınlanma, Cumhuriyet, Laiklik gibi insani değerleri yüceltirler."
DOSTOYEVSKİ'NİN ÖTEKİ ADLI ROMANINDA ÖZNE-ÖTEKİ
DİYALEKTİĞİ
MUTLUHAN İZMİR
“Arzu her zaman Öteki'nin bir etkisidir, bütünleşilemeyen bir 'öteki', çünkü Öteki bir kişi değil, bir yer, yasanın özü, dil ve simgesel olandır. Arzu, dil ve bilinçdışının bir etkisidir.”
Jacques Lacan
Bay Golyadkin öteki Bay Golyadkin'e şöyle mırıldanıyordu. “Nedir kişilikli olmak? Evet Yakov Petroviç, seninle benim kişilik sahibi olmamız ne anlama geliyor?” (s 132). Yakov Petroviç Golyadkin, ismi, görüntüsü ve sesi kendisinin tıpatıp aynısı olan ötekinin karşısında, bu zor bilmecenin içinde kaybolmanın eşiğinde yaşarken sorar bu soruyu. Dostoyevski, eserin yazılışından 160 yıl sonra bile güncelliğini koruyan bu soruyu, aslında geleceğin bireyleri için dile getirmiş gibidir. Öteki adlı eserde, giderek kentleşen toplumların, kimlik sorunları içinde bocalayacak olan bireylerinin, kimlik sorununu önceden çok ustaca ve dahice sezerek, geleceği okuyan bir Dostoyevski'yi görüyoruz. Ancak dahice sezgilerin hemen anlaşılması güçtür ve bu nedenle esere çok eleştiri gelir. Dostoyevski, “Onlar (eleştirmenler) sonunda Öteki'nin gerçekten ne olduğunu görecekler! Birinci sınıf bir fikri, ilk benim keşfettiğim ve benim bildirdiğim, toplumsal önemi bakımından gerçekten muhteşem bir tipi niçin bırakacakmışım ki?”(s 224) diyerek eserine yönelik eleştirileri göğüslemeye çalışmıştır.
Dostoyevski'nin Öteki adlı eseri (1), kitapta Joseph Frank'ın sonsözünde belirtildiği üzere, bazı eleştirmenlerin öne sürdüğü gibi fazla taklitçi miydi, yoksa bütünüyle anlaşılmasına izin vermeyecek derecede özgün müydü? Eser, çarlık rejimi ile yönetilen, sınıf ayrımının belirgin olduğu 1800'lerin Rusya'sının Başkenti Petersburg'da geçmektedir. Eserin kahramanı olan 9. dereceden devlet görevlisi Bay Golyadkin, uşağı ve şehrin iyi bir semtinde evi olmasına karşın, içindeki nedenini bilemediği korkuyu aşamamaktadır. Üst tabakanın da doktoru olan Krestyan İvanoviç'e giderek toplumdaki iki yüzlülerden yakınır ve kendisinin hiç maske takmadan toplumda varolduğunu vurgular. Ardından davet edilmemiş olsa da, içeri kabul edileceğinden emin olarak gittiği üst sınıfa ait bir yemekli davette, kendisini içeri almama emri verilmiş olan uşakları atlatarak gizli gizli içeri girdikten sonra evden kovulunca, soğuk ve yağışlı bir gecede Petersburg sokaklarında yıkılmış biçimde dolaşırken rastladığı yabancının, giderek hayatına öteki olarak girişine şahit olacaktır. Kısa süre sonra da küçük Bay Golyadkin-büyük Bay Golyadkin diyalektiği, yani özne-Öteki diyalektiği soluksuz biçimde devinimine başlar. Bu, Lacan'ın Hegel'ci diyalektikle ele aldığı Öteki kavramına son derece yakın bir diyalektiktir.
Hegel, “Spekülatif-olan ya da olumlu-olarak-akılsal-olan, karşıtlıkları içindeki özgülleştirici-belirlenimlerin birleştirici-birliğini, [yani] onların çözümlemesinde ve dönüşümünde bulunan olumlayıcı-olanı kapsar” der. (2, s 208) Kojéve, bunu şöyle açılar: “Olumsuzlayıcı varlık, kendisiyle özdeşliğini olumsuzlar ve kendi karşıtı haline gelir, ama yine de aynı varlık olarak kalır. Ve onun kendiyle karşıtlık içindeki bu birliği, olumsuzlamasına ya da çözülmesine ve hatta dönüşüme uğramasına rağmen, yine de olumlanmasıdır. Bu Varlık, diyalektik bir Bütünselliktir. (2, s 208)
Bu açıdan, Dostoyevski'nin vurguladığı gibi, eserdeki küçük-büyük bay Golyadkin diyalektiğinin gerçekten toplumsal bir önemi vardır. Bu diyalektik, bilincin kendisinin farkına varması ile başlar. Ancak bilinç kendisini, ilk olarak, kendisinin dışında yakalar. Bilincin kendini kendi dışında yakalayışı, kendini yeniden arayışla ve bir kez daha kendini dışarıda yakalamayla sonuçlanan çabaya yol açar. Çünkü bilincin kendisini her yakaladığı yer, özneye yabancı olan bir yansımadır, yani ego, özneye yabancı imgesel bir yansıma ile yapılan bir özdeşimdir. Özne giderek toplumsal düzenin simgelerinin, yani Öteki'nin belirlediği, bir kendiliğin yakalanması amacına yönelir. Öteki'nin onayladığı bu simgesel kendilik de özneye yabancıdır. Toplumun yapısı, bu simgesel kimliğin özneye ne kadar yabancı olacağını belirler. Simgesel kimliğe çok yabancılaştıran bir toplum yapısı, toplumun öznesi haline gelmeyi zorlaştırabilir. Toplumun öznesi olmaya katlanamamak, öznenin Öteki'ni reddederek kilit altına alma çabasına neden olabilir.
Lacan, ötekilerden geri yansıyan şeyi görmeden önce öznelerin tanımlanamayan şeyler olduğunu, ancak bu yansımadan sonra öznelerin kendilikleriyle ilgili bir kavram geliştirebildiklerini belirtir. Bu yansımalarla gelişen kendilik kavramı, özneyi giderek toplumsal düzenin öznesi haline getirir. Lacan'a göre, öteki içinde ya da öteki vasıtası ile en başından beri doyuma ulaşmaya çalışan bir insan öznesi yoktur. Tam tersine, itkilerin kaderini belirleyen Öteki'dir. Lacan, “ego-ideali, benimle simgesel ilişkisi olan ötekidir.... Simgesel alışveriş insanları birbirine bağlayan şeydir....” der. Bu nedenle özne kendi arzusu ile Öteki'nin arzusu arasında bölünmüştür. Ebeveynlerin, yani toplumun, yani Öteki'nin arzusu, dilde kullanılan gösteren/gösterilen (signifier/signified) zinciri yoluyla, o anda halen imgesel düzende yaşayan çocuğa aktarılır. Öteki'nin bu arzu gösterenleri çocuğun bilinçdışını yapılandırır. Bir özne, toplumsal düzenin öznesi haline gelerek kendi egosunu, Öteki'nin ideali doğrultusunda yargılanan bir nesne olarak ele almayı öğrenir. İşte bu tür bir ele alış, aslında bir yargılamadır ve bu yargılama da öznede bölünmeyi getirir. İmgesel büyük Bay Golyadkin'in sürekli yargılanma endişesi içinde olması suç ve vicdan teması ile işlenir (s 28, s 32, s85, s 161). Bu temayı Kafka'nın Dava adlı eserinde de gözlüyoruz.
Dostoyevski'nin birinci sınıf fikri, Lacan'ın Öteki kavramını, Öteki'nin toplumsal yapısını ve öznenin bölünmüşlüğünü tam yüz yıl önce Bay Golyadkin tiplemesi ile ortaya koymasıdır. Bu gerçekten de birinci sınıf bir fikir ve incelemedir. Öznenin bölünmüşlüğünü Freud de “spaltung” (splitting) kelimesini kullanarak vurgulamıştır. Öznenin yolculuğu, Freud'ün vurguladığı gibi, otoerotizmin haz döneminden başlayarak narsisizmin imgesel döneminden geçer ve toplumsal kimlik olan simgesel ötekine ulaşır. Bu yolculukta her zaman geri dönüşler vardır, tıpkı öteki küçük bay Golyadkin' den, imgesel büyük Bay Golyadkin'e geri dönüşler gibi.
Kitabın son sözünde Joseph Frank'ın öne sürdüğünün tam tersine, “ötekinin nihayet maddileşmesi, Bay Golyadkin bu değerli toplantıdan alçakça dışlandıktan sonra” gerçekleşmemiştir. Öteki simgeseldir, yani halihazırda var olan toplumsal kimliktir, ancak bu kimlik, Öteki'nin yani toplumun arzusunu kendi arzusu yapmakta yeterli olamamıştır. Arzuların ifadesinde ve doyurulmasında toplumsal yani simgesel kimlik yetersiz kalınca, imgesel düzene geri dönülerek, kendi arzuları doğrultusunda yaşayan büyük Bay Golyadkin sahneye çıkar.
Büyük bay Golyadkin mi, küçük bay Golyadkin'in ötekisidir, yoksa küçük bay Golyadkin mi büyük bay Golyadkin'in ötekisidir? Aslında, ikisi de diğerinin ötekisidir. Bay Golyadkin, hepimizin varoluşunun temelini oluşturan diyalektiği inkar etme çabası nedeniyle bir kısır döngüye girmiştir. Yaşam bazen o kadar zor olabilir ki, bu zorluklardan kaçmak için oluşturduğumuz hayali kimliğimiz bile gördüğü rüyasından uyanmak istemeyebilir: “Dahası, puslu, donuk, çamurlu bir sonbahar günü; kirli penceresinden içeri öylesine öfkeli, yüzünü öylesine tatsız bir biçimde buruşturarak bakıyordu ki, Bay Golyadkin'in bir masal ülkesinde değil, Petersburg'da, başkentte, Şestilavoçnaya Sokağı'nda oldukça büyük bir apartmanın dördüncü katındaki dairesinde olduğundan şüphe etmesi artık olanaksızdı. Bay Golyadkin böylesine önemli bir gerçeği anlayınca, biraz önce gördüğü düşten uyandığı için üzülüyormuş gibi, aynı düşü hiç değilse bir dakika daha görmeyi sürdürebilmek isteğiyle hırsla kapadı gözlerini “(s 5-6). Bu rüyayı gören kişi, yaşamın zorluklarından ve toplumsal düzenin gerçekliğinden kaçarak, imgesel dünyanın hayallerine sığınmış bir kimlik, bir ötekidir. Yaşam öyküsünü büyük Bay Golyadkin'e anlatan küçük Bay Golyadkin için, yaşam çok daha büyük zorluklarla başlamıştır: Bir il merkezinde devlet dairesinde çalışıyor iken haksızlığa uğraması sonrasında işinden olarak Petersburg'a “yürüyerek” gelen, burada uzun süre iş arayıp bulamayan, aç susuz kalan küçük Bay Golyadkin, büyük Bay Golyadkin'in o önemli toplantıya alınmayarak kapıdan kovulduğu, felaket beklentisinin zirveye çıktığı günün ertesinde işe başlayan, sonsözde söylendiği gibi, yüzleşilmek istenmeyen, bastırılmış bir kişilik parçası mıdır, yoksa öznenin kurtulmak istediği bir toplumsal kimlik midir?
Büyük Bay Golyadkin'in ortaya ne zaman çıktığını eserin 126. sayfasındaki, valilik sekreteri Vahrameyev'den geldiği varsayılan mektuptan öğreniyoruz: Yedi ay öncesine dek Bay Golyadkin, Alman asıllı, geçkince yaşına rağmen alımlı bayan Karolina İvanovna'nın dairesinde kalan bir pansiyonerdir ve parasını sonra ödemek üzere ev arkadaşından Avrupa traş bıçağını ödünç alıp, parasını ödememiş 9. dereceden bir devlet memurudur. Bay Golyadkin aniden o evden ayrılarak kendisine bağımsız bir daire ve uşak tutmuş, maddi olanakları yüksek olan ve sanki toplumun daha üst tabakalarına ait birisi gibi yaşamaya başlamıştır. Büyük Bay Golyadkin'in ortaya çıktığı an budur, hayaldeki kimlik, yani imgesel kimlik ortaya çıkmıştır artık. Mektupta arkadaşı bu durumu şöyle ifade eder: “öte yandan, sözü dinlenir saygın birçok kimsenin anlattıklarıyla kendinizi başkentin dört bir yanında yeterince ünlü yaptığınız, bu nedenle de birçok yerde hak ettiğiniz tepkiyle karşılaştığınız halde, hala birşeyden haberiniz yoksa, sırası geldiğinde her şeyi öğreneceksiniz sayın efendim.” (s 127)
Bu satırlardan Bay Golyadkin'in yedi ay önce yaşam tarzında ve davranışlarında büyük Bay Golyadkin'i somutlaştıran ciddi bir kırılmanın yaşanmış olduğu anlaşılıyor. Demek ki son sözdekinin aksine, büyük Bay Golyadkin, küçük Bay Golyadkin'in yerine geçmiştir. Ancak küçük Bay Golyadkin öteki olarak sık sık bu yeni imgesel kimliğin yaşamına müdahale etmekte ve bulabildiği her delikten bu masal dünyasının içine sızmaktadır. İçinde yaşadığı toplumun bu imgesel kimliği reddetmesi, simgesel öteki ile yeniden ve yeniden yüzleşilmesine neden olmaktadır. Simgesel öteki, imgesel öteki ile aşılamamaktadır. İmgesel öteki, fantezilerdeki, hayallerdeki mükemmelleşmiş imgedir, ideal egodur. Varlıklı, kültürlü, başkent Petersburg'un yerlisi, başkentin tarihini yaşamış bir tarihi kimlik (s 86), ilginç, sanatsal yanı olan, onurlu, temiz yürekli, uysal, iyiliksever, görevine bağlı, daha yüksek rütbeleri hak eden bir insandır (s112). İmgesel büyük Bay Golyadkin, şehirde dönemin varlıklı insanlarının kullandığı kupa arabası ile uşağını da yanına alarak dolaşmakta, zaman zaman çok zengin bir insanmış gibi pahalı şeylerin satıldığı dükkanlara girip, pahalı alışverişler için uzun uzun pazarlılar yapıp bir şey almadan çıkmakta, kendisini daha zengin hissetmek için büyük banknotları küçükleri ile değiştirerek cüzdanını şişirmekte, altı odalı bir ev için gerekli mobilyaların pazarlığını yapmaktadır (s27-28). Aristokratmış gibi davrandığı böyle günlerden birinde iş arkadaşlarından aldığı tepki şöyledir: “Ne olmuşsunuz böyle Yakov Petroviç, kokular, kremler sürmüşsünüz, iki dirhem bir çekirdek giyinmişsiniz?..” (s30). İş arkadaşları büyük Bay Golyadkin'in durumuyla açıkça dalga geçerler.
Toplumsal, yani simgesel düzenin küçük Bay Golyadkin'i ise, “toplum içinde uygun kaçmayacak, ayrıca sosyetenin, genel olarak kibar çevrelerin yasalarının izin vermediği bir takım şakalar yapmaya hazır” (s159), “iğrenç bir açgözlülükle içkisini son damlasına kadar” (s159) içen, “bayağı bir biçimde açıkça yaltaklanan” (s160), “sahte ve korkunç hain” (s162), “yararsızlığı bilinen” (s162), “utanmaz arlanmazlığı her sınırı aşan rezil bir adam” (s162), “davranışlarında bir aşağılanmışlık, ezilmişlik, çekingenlik olan ve kendisinin giyeceği giysisi olmadığı için başka birinin giysilerini giymiş birini andıran” (s81), “parasal yönden büyük sıkıntıda olan” (s81), “zavallı, çok acılar çekmiş ve Petersburg'da daha çok yeni” (s83) olan, “Kırıtkan, iğrenç biri... tam bir alçak, yerinde duramıyor, yılışık, yaltakçı bir Golyadkin”dir. “Küçük Bay Golyadkin'in çirkin yüzü çıkıveriyordu karşısına, arkasından, onun ortaya çıkmasıyla birlikte büyük Bay Golyadkin'e gösterilen tüm ilgi bir anda yok oluyordu. Küçük Bay Golyadkin söndürüyordu onun ışığını, çamura yatırıp üzerine basıyordu sanki. Daha sonra gerçek büyük Bay Golyadkin'in hiç de gerçek büyük Bay Golyadkin olmadığını, kendini öyle tanıttığı halde, sahte büyük Bay Golyadkin olduğunu, bu nedenle böyle saygın bir toplulukta işinin olamayacağını, burada bulunmaması gerektiğini açıkça kanıtlıyordu.” (s133). İğrenç küçük Bay Golyadkin, “kısa, yusyuvarlak, ayrıca kalası andıran bacağını geri atarak, yılışık sırıtmaları ile insanlara yaltaklanırken onların yüzüne sigara dumanını üfleyerek, insanların arasında dolaşıyordu. Bu sahte Bay Golyadkin nedeniyle herkes, suçu olmayan gerçek büyük Bay Golyadkin'den derin bir aşağılamayla yüz çeviriyorlardı. Dürüst, hiçbir suçu olmayan, iyi niyetli gerçek büyük Bay Golyadkin'i aşağılıyorlar, tekmeliyorlar, fiskeliyorlardı!...” (s133-134).
Her iki kimlik de Lacan'ın belirttiği gibi birer yanılsamadır aslında, Dostoyevski bunu küçük ile büyük Bay Golyadkin'in diyaloğunda kısaca vurgular: “karşılıklı olarak yanılmamız...”. Tıpkı Möbius şeridindeki gibi, Lacan'ın özne-öteki ilişkisi Möbius şeridi gibidir, özne ve öteki sürekli olarak biri dışarda, biri içeride kalacak biçimde yer değiştirirler. Lacan'ın teorisine göre insan doğumundan sonraki ilk 4 -6 ayda, saf bir biyolojik bütünlük olarak yaşar ve bu dönemi Lacan “Gerçek” olarak adlandırır. Bütünüyle biyolojik gereksinim ve tatminlerden oluşan, dış dünya ile ayrışmamış bir varlıktır. Zamanla kendisinden ayrı bir dış dünyanın varolduğunu ve kendi bedeninin ayrı bir varlık olduğunu farkeden çocuk, bu farkediş ile birlikte fiziksel yetersizliğinin, zayıflığının ve acizliğinin de farkına varır. Bu farkına varış, kendisinin dışında çok güçlü ve yeterli bir Öteki' nin olduğu algısını güçlendirir. Bu dönemde, aciz, zayıf ve yetersiz olan ve bunu farkeden çocuk, Öteki ile özdeşime girebilmesini sağlayacak ve bu yolla küçük öteki olmaktan kurtularak, kendisini acizlik algısından kurtaracak fanteziler geliştirmesini sağlayacak imgeleri kendiliğinin parçaları haline getirmeye çalışır. Bu nedenle Lacan bu döneme imgesel dönem der. Bu dönemde ayna görüntüsünün mükemmelliğine uyacak, ideal bir imge geliştirilerek onunla özdeşleşilir. Özne, ayna evresinde ayna yansımasının oluşturduğu hayali öteki ile girdiği ilişkide yabancılaşarak kendi egosunu oluşturur. Öznenin içinde yabancılaştığı bu yapı, yani ego, ötekinin varlığından habersiz değildir. Ego, öznenin birçok temsilcilerinden oluşan yansıtılmış bir imge, bir hayal olduğu için, ancak ve ancak öteki yoluyla ve öteki ile ilişkisi sayesinde imgesel temsil durumunu sürdürebilir.
Lacan'ın tanımladığı sonraki dönem ise, imgesel dönemi izleyen ve toplumsal bir varlık haline dönüşerek, toplum içinde simgesel bir önem taşıyan bir kimlikle yaşamaya başladığımız simgesel dönemdir. Lacan büyük Öteki'ni tanımlarken, “gerçek” ya da “imgesel” açıdan önemli olan ötekilerin ötesinde olanı işaret eder; yani öznenin hem içinde hem de dışında olup da, onu kaçınılmaz olarak tanımlayan ve belirleyen şeyi işaret eder. Lacan Öteki kavramını, bilinçdışının öznelerarası yapısını anlatmak için tasarlamıştır. Lacan'a göre, Möbius şeridi gibi iç ile dışın tek bir yüzde birbirinin devamı olduğu bir süreçle biçimlenen özne haline gelişimiz sırasında bilinçdışını oluşturan Öteki, aynı zamanda toplumun değer yargılarından oluşan, toplumsal hiyerarşide bize bulunmamız gereken yeri işaret eden simgesel Öteki'dir. Küçük öteki olmaktan kurtulma çabamız, simgesel dönemde toplum için önemli bir varlık olma çabası ile devam eder. Bu konuda başarısız olursak imgesel dönemin hayali Öteki'sine kaçarız. Dostoyevski'nin çok ustaca anlattığı da bu imgesel Öteki ile simgesel öteki diyalektiğidir. Bu, öznelerarası diyalektiktir ama bireyin iç diyalektiğine dönüşür.
19. yüzyılda güçlü bir aristokrasi sınıfına sahip olan Rusya'da, Yakov Petroviç Golyadkin ait olduğu sınıfın kendisine sağladığı konumdan hoşnut değildir. Lacan'ın simgesel düzen olarak tanımladığı toplumsal düzen, simgesel, yani küçük Bay Golyadkin'i karın tokluğuna çalışarak, başkasının evinde pansiyoner olarak kalmaya mahkum etmiştir. Bu nasıl bir toplumun yasasıdır? O dönem Rusya'sı, başlıca aristokrat sınıfından oluşan bir üst sınıfın kuralları koyduğu bir toplumsal düzende yaşamaktadır. Bu üst sınıfı, soylular, üst düzey devlet görevlileri, zengin toprak ağaları ve yüksek rütbeli subaylar oluşturmaktadır. Bu toplumun toplumsal simgeselliğinin yarattığı gerçeklikte sadece küçük Bay Golyadkin'e yer vardır. Zaten Golyadkin adı da Rusça'da goliy-çıplak, cıbıl (s45) sözcüğünden gelmektedir. İşte bu rol Yakov Petroviç'e yetmez, üst sınıfa ait bir rol yaratarak, bu imgesel rol sanki gerçek kimliğiymiş gibi yaşama çabasına girer. Diğer bir deyişle simgesel düzenin, toplumun değer yargılarını ifade eden toplumsal Öteki'si reddedilerek kilit altına alınmıştır. Bay Golyadkin'in psişik yapısında bir ideal ego olarak büyük Bay Golyadkin öne çıkmıştır.
Ancak büyük Bay Golyadkin rolünü uşağı bile şüphe ile karşılamakta ve bazen de açık açık bu rolü umursamamakta ve hatta dalga geçmektedir onunla (s8, 36, 80, 90, 93, 118, 123). Dostoyevski, toplumsal hiyerarşinin hepimize kazandırdığı simgesel kimliklerin sahteliğini, doktor Krestyan İvanoviç'e içini döken Bay Golyadkin'in ağzından şöyle dile getirir: “Yüksek sosyetede çizmelerinizle döşemeleri cilalamanız, parlatmanız gerekir... orada sizden bunu istiyorlar efendim, ayrıca imalı sözler etmelisiniz... orada silahlarınız bunlardır işte.” (s17). “Sizin de bildiğiniz gibi küçük bir insanım ben, ama ne mutlu ki küçük bir insan olduğum için bunu kendime dert etmiyorum. Çift kişilikli insanlardan hoşlanmıyorum. İftiradan ve dedikodudan nefret ediyorum. Ben maskeyi yalnızca maskeli baloda takarım. Her gün maskeyle dolaşmam insanların arasında.” (s18). Fakat Lacan'ın vurguladığı gibi, egomuz ötekinden bize yansıyan imgelerin oluşturduğu ve içinde yabancılaşarak bölündüğümüz bir yapı olduğu için, hepimiz gibi Bay Golyadkin için de maskesiz yaşamak mümkün olmayacak, ve ısrarla takmak istediği büyük Bay Golyadkin maskesi, içinde bulunduğu toplumun yasasını temsil eden üst sınıflar tarafından kabul görmeyerek toplumdan dışlanacaktır.
9. Derece devlet görevlisinin, amirinin kendisi hakkında vereceği kararı beklemesi (s150), Kafka'nın Dava 'sındaki hüküm beklentisini andırmaktadır: “Karar anının yaklaşmakta olduğunu hissediyordu” (s154). Bilinçdışının verdiği hüküm eserin sonunda, sanki Alman asıllı doktor Krestyan İvanoviç tarafından Bay Golyadkin'in yüzüne okunuyor gibidir: “Size bir daire verilmek... avlusu olmak, liht (aydınlatma) olmak, hizmetçileriniz olmak... bunları siz haketmemek...” (s202). İmgesel büyük Bay Golyadkin, toplumsal düzen tarafından reddedilmiştir, o, simgesel düzenin toplumsal küçük Bay Golyadkin'i olarak yaşamaya mahkum edilmiştir. İmgesel Bay Golyadkin'in “uzun zamandır beklediği şey gerçekleşmişti!” (s202). Eseri noktalayan infaz, eserin başında Bay Golyadkin'in kendisine içini döktüğü doktor Krestyan İvanoviç tarafından yerine getirilir.
1- Öteki, Dostoyevski, İletişim Yayınları, 3. Baskı,2009, İstanbul
2- Hegel Felsefesine Giriş, Kojéve A., Çeviren: Selahattin Hilav, YKY Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul.
ŞOK DOKTRİNİNİN TETİKÇİLERİ: DÖVÜŞ KLÜBÜ (FIGHT CLUB)
Mutluhan İzmir
Edward Norton filmde, A.B.D' de bir metropolde yaşayan ve büyük bir şirkette çalışan bekar, genç bir beyaz yakalıyı canlandırmaktadır. 6 yaşında iken boşanan anne ve babasının fırtınalı aşk yaşamlarının seslerini duyarak büyümüş, sigara kullanmayan, aile ve arkadaş ilişkileri kopmuş, obsesif denebilecek düzeyde evinin düzenli ve temiz oluşuna önem veren, her gününün aynı biçimde geçmesine önem veren ve her türlü fiziksel temastan kaçınarak tam bir sterilite içinde, yalnız yaşayan E. Norton, işine, hayatına ve kendisine had safhada yabancılaşmıştır. Amaçsızlıktan kıvranan yaşamı tam bir anomi örneğidir ve ciddi bir uykusuzluk sorunu ile yüzyüze kalmıştır. Uyku ilacı yazması için yalvardığı hekime çok acı çektiğini söylediğinde, hekim ona kanserli hastaların gruplarına giderek gerçek acıyı orada görmesini salık verir. Gruplara katılmak ve kendisini bir gruba ait hissederek duygusal paylaşıma girebilmek sorunlarını geçici olarak çözer, taa ki bir gün bir grupta kendisi gibi yabancılaşmış, amaçsızlığın pençesinde yaşayan Marla'ya (Helena Bonham Carter) rastlayıncaya dek. Muhtemel bir cinsel taciz kurbanı olan Marla'nın, yaşasak ne olur ölsek ne olur felsefesi zemininde, hiçbir şeyi bastırmayan ve hiçbir şeyden kendisini sakınmayan tarzı, E. Norton'ı bastırmaya çalıştığı cinsel ve saldırgan içgüdüsel dürtülerinden kaçamaz hale getirir.
Marla'nın, E.Norton'ın obsesif biçimde kendisini yalıttığı içgüdülerine tekrar kapılmasını tetiklediğini filmin ilerideki sahnelerinden anlıyoruz. Marla'dan önce duygularından ve insanların hayvani denebilecek tüm özelliklerinden kendisini soyutlamış biçimde yaşayan E.Norton, Marla ile tanışması sonrasında, Marla gibi sadece herşeyi kaybettiğinde özgür kalabileceği kanısına vararak, kendisini “özgürleştirmeye” karar verir. Bu kararı uygulayabilmesi, ancak kişiliğinde oluşacak bir çözülme sonucunda yarattığı, başka bir kişiliğin iradesi altında olacaktır. Bu durum, çoğul kişiliğin klinik görünümündeki gibi, alter–ego ile yanyana yaşanan bir tablonun ortaya çıkmasına neden olur. Bu duruma füg demek zordur çünkü füg dönemi boyunca birincil kişilik kendisini hiç göstermez, tamamen ikincil kişilik sahnededir.
E.Norton bu çözülmeyi bir iş gezisi nedeniyle yaptığı uçak yolculuğu sırasında, herşeyden kurtulmayı ve içinde olduğu uçağın düşmesini hayal ettiği bir anda yaşar. Herkesin çocukken varolduğuna inandığı, hatta onunla konuştuğu, yenilmez bir kahramanı vardır. Belki de böyle bir çocukluk kahramanının geri dönmesi gibi, Tyler (Brad Pitt) da bundan sonra, alter-ego olarak, kendisinin tam zıddı bir ikiz gibi E. Norton'ın yanında dolaşacaktır. Bu yolculuk dönüşünde, kendisini özgürleştirmenin ilk adımını, evinin kundaklanmasıyla, kendisini bağlayan evinden ve ev eşyalarından kurtularak atar. Daha sonraki sahnelerde, kundaklamayı kendisinin tezgahladığını anlıyoruz. Özgürleşmenin sonraki adımı ise içgüdüsel dürtüleri alabildiğine salıvermektir: şiddet,cinsellik, kurallara karşı çıkmak, kısacası canı ne isterse anında onu yapmak. Çalıştığı şirkette, müdürünü şirketin sırlarını açıklamakla tehdit ederek, “harici danışman” olarak bordroda tutulan ve işe hiç gelmeden maaşını alan bir konuma gelir. Ardından sıra diğer insanları özgürleştirmeye gelmiştir. Yaşamından bunalmış, yabancılaşmış insanlarla dolu metropollerde insanlar fareli köyün kavalcısının peşine takılan fareler gibi, şiddet uygulama yoluyla kudret sahibi olma hissinin sunduğu cazibeye kapılarak, Tyler'ın peşine takılırlar. Büyük şehrin bir hiç haline gelmiş insanlarının kişilik bulma süreçleri filmde şöyle anlatılır: “Hiçbir şeyi doğru dürüst yapamayan, başarısız ezik tezgahtar, yakındaki restoranın garsonunu ezerken tanrı gibiydi. Dövüş Klübü'ne geldiği ilk gün bir adamın poposu hamur gibidir, birkaç hafta sonra ise demir gibi olur”.
Kısa süre önce, kapitalizmin yarattığı anlamsız dünyanın acı çeken zavallı bir bireyi olarak yaşayan E. Norton, kısa sürede her tarafa, hatta emniyet örgütünün bile içine kök salmış bir terör örgütü oluşturup başına geçmiş olduğunu ve örgütünün toplumu sarsacak terör eylemlerini hayata geçirmesine ramak kaldığını anlayınca altüst olur. Bu noktada filmi seyredenler de “acaba terör örgütlerinin hücreleri de böyle mi oluşturuluyor?” , “bu nedenle mi yakalanan teröristlerden hiç doğru bilgi almak mümkün olmuyor?” gibi soruların akıllarına gelmesiyle altüst olurlar.
Evet bu filmi basitçe, zavallı bir metropol insanının acıklı hikayesi olarak okuyabiliriz ancak insanın aklına başka soruların takılmasına neden olacak başka birçok saptama bizi rahat bırakırsa. Terör suçluları ve siyasi cinayet faillerini her gece evimizde TV ekranlarından seyrettikçe, sanki bu filmde gördüklerimizle gerçek hayatta yaşadıklarımız arasında adlandıramadığımız birçok ortak nokta varmış hissine kapılıyoruz istemeden. Filmde mantar gibi biten ve örgüte katılmaya canatan insanların çokluğuyla, toplumsal ve siyasi hayatımızın doğal bir parçası gibi algılamaya başladığımız katillerin çokluğu tesadüfi bir benzerlik mi? Filmde Tyler'ın kahramanlaşması ile günümüzde siyasi cinayet faillerinin, terör örgütü üyelerinin baş tacı edilip kahramanlaşmaları arasında bir bağ var mı acaba? Gerçek hayattaki terör örgütü üyeleri de filmdekiler gibi tutarsız, doğruyu söylediğinden hiçbir zaman emin olamayacağınız, gerçek kişiliklerini bir türlü anlayamayacağınız kişiler değil mi? Acaba gerçek hayattaki saldırganlar da filmdekiler gibi “özgürleştikten” sonra mı başı sonu belli olmayan karanlık bir planın sorgulamayan tetikçileri oluyorlar? Yeni Dünya Düzeni denen şey, büyük şirketlerde kadrolu çalışıyor gibi görünen ama aslında görevi tetikçilik olan beyaz yakalı “harici danışmanlarla” kadrosu dolmuş şirketlerin oluşturduğu, sivil demokrasi kılıfı altında had safhada saldırgan, silahlı adamlarla dolu bir düzen mi? Hangi şirket sırlarının saklanması karşılığında 50-100 kişilik ”harici danışman” kadrosu beslemeye razı olmaz? Bir şirket çalışanı olarak ülke içi ve dışında çok daha rahat hareket etme şansınız da olur. Dikkatle baktığımızda toplumların giderek, sadece yumrukla değil, kimi zaman kibarca söylenmiş sözlerle, kimi zaman paranın, sahip olunan mevkinin gücüyle, kimi zaman da siyasi ve bilimsel gücün kullanılması ile birilerini ezmeye çalışan bireylerle dolu , sanki bir Roma dönemi gladyatör arenasına benzediğini görmüyor muyuz?
Bu sorular kafamızı kurcalarken Ergin Yıldızoğlu'nun 23.11.09 tarihinde Cumhuriyet'te yayınlanan yazısındaki 2012 filmi ile ilgili saptamasına bakalım: “Aşamayacağı sorunlarla yüzyüze gelmiş bir kapitalist uygarlığın dünyasında, kendisi ile en yakın hizmetçileri dışındaki herkesin temizlenmiş olduğu yeni başlangıçlar arzulayan bir egemen sınıfla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor”. Dikkatle bakıp düşününce bu saptamaya katılmamıza neden olabilecek birçok şeyi farketmemiz mümkün aslında. Egemen sınıfların işi her zamankinden daha zor. Kontrol altına almak ve yönetmek zorunda oldukları nüfus milyarlarla ifade ediliyor, Roma döneminde ya da Ortaçağ'daki gibi birbirinden kopuk az sayıda insanın yaşadığı bir dünyada değiliz. Büyüdükçe çözülemeyecek sorunları da çoğalan megapollerde yaşayan milyonlar hem refah istiyorlar hem de servete ortak olmak istiyorlar. Metropollerde yaşayan yabancılaşmış bireylerin şiddete her zamankinden daha çok eğilimli olmaları da cabası (1). Daha da kötüsü, bu şiddet eğiliminin egemen sınıflara yönelmesi an meselesi, bunun engellenmesi egemen sınıfların en önemli önceliğidir belki günümüzde. Öfkeli kalabalıkların bugüne dek yapılmış herşeyi yerle bir etmesi an meselesidir diye korkuyor belki egemenler. Bu yığınları artık cadı masalları, engizisyon, cehennem korkusu ile sindirmek de pek olası gibi görünmüyor.
Korku, hayatın her anında varolan bir duygu. Yokedemediğiniz ve yönetmekte güçlük çektiğiniz yığınları daha çok korkutmak , onları daha rahat yönetebilmenizi sağlar mı? Toplumu sindirecek düzeyde bir korku yaratırsanız işe yarayabilir deniyor. Naomi Klein'in , “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adlı yapıta gönderme yapan Ergin Yıldızoğlu'na yine kulak verelim. “Krizlerin kapitalizmin tıkanıklıklarını açıcı özellikleri de olabiliyor. Pinochet darbesi (ilk neoliberalizm deneyimi), 12 Eylül darbesi (Türkiye'de Özal reformları, dışa açılma), Yeltsin'in parlemento saldırısı (korsan özelleştirmeler), 11 Eylül, İkiz Kuleler (Afganistan, Irak savaşları), tsunami ve Katerina kasırgası (kıyı şeridinin alt sınıflardan temizlenerek büyük sermayeye açılması). Bu tür olaylar halkın bilincinde bir şok yaratıyor. Egemen güçler o güne kadar halka kabul ettiremedikleri ekonomik, siyasi programları, bu şokun ardından hayata geçirebiliyorlar”. Bunlara, ülkemizde yaşanan terör ortamı ardından gerçekleştirilen 12 Eylül darbesini, 1999 depremi ile 2001 krizi ardından uygulanan yapısal reform programlarını da ekleyebiliriz. Birileri dünyayla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor mu acaba? “Thomas Friedman ne diyor: İster gerçek olsun ister gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi yap yağmayı . Büyük bir kriz beklenir ya da yaratılır, vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken özelleştirmeler ve sözde reformlar kalıcı hale getirilir”. (2)
Bunlardan sonra şunu anlamaya başlıyoruz: Toplumları sarsacak, büyük terör eylemlerini, ekonomik krizleri, toplumsal provokasyonları gözünü kırmadan uygulayacak tetikçilere ihtiyaç var. Hatta toplumu, beklenen doğal afetlerden daha da çok etkilenir hale getirecek bir altyapıyı hazırlayacak yönetici tetikçilere de, gerçek bilgiyi maskeleyip toplumu yanlış yönlendirecek bilim adamı tetikçilere de. Öyle ki, büyük depremler üreteceği belli olan fay hatlarının üzerine yığınları oturtacaksınız, ülkelerin ekonomik altyapılarını sarsıcı krizler yaratmaya uygun hale getireceksiniz, savaşları başlatabilmenizi ve sürdürmenizi sağlayacak biçimde toplumu sarsacak terör eylemleri yapacaksınız. Demek ki kapitalist modern toplumların en büyük ihtiyacı, bu saldırıları gözünü kırpmadan uygulayacak tetikçilermiş.
Yabancılaşmış bireylerle dolu toplumlarda tetikçi olmaya aday bol miktarda birey olduğunu Dövüş Klübü bize öğretiyor. Bu adayların şiddet uygulama yoluyla istenen kıvama getirilmeleri gerektiğini de yine bu filmi seyrederken anlıyoruz. Bu öyle bir kıvam ki, adayın elindeki herşeyi, manevi değerleri de dahil olmak üzere, alarak bir Marla haline getirecek bir kıvam. Tetikçi adayına öyle bir şiddet uygulayıp ezeceksiniz ki ,elinde ne bir değeri kalsın, ne de kendisine bir saygısı kalsın. Ama gösterilecek hedefe saldırmak için gerilmiş bir yay gibi beklesin. Düşünmeden saldıracağı o hedefin nezdinde, aslında nefret eder hale geldiği, aşağılanmış, hiçleştirilmiş, zavallı hale gelmiş kendiliğini yoketsin. Yani tetikçi adayı öyle hırpalanmalı, zedelenmelidir ki artık nefret eder hale geldiği kendisi ile yüzleşmeye katlanamaz olsun. Dövüş Klübü'nün üyeleri de kendileri ile yüzleşemez hale gelmişlerdir, nefret ettikleri o kendiliği ortadan kaldırmak istemektedirler ve bu amaçla hem yeni bir kimlik yaratarak ona sığınmakta, hem de nefret ettikleri asıl kimliği başka hedeflerin nezdinde yoketmeye çalışmaktadırlar. Filmin başlangıçta yarattığı hiçleştirici (nihilistik) hava da bir boşluk oluşturarak seyircileri içine çekmesi bakımından seyircilere benzer bir süreç yaşatıyor: “En büyük buhranımız hayatımız, bir süre sonra herkesin hayatta kalma olasılığı sıfıra yaklaşıyor” gibi süslü saptamalar seyredenlerde, “haydi coşkuyla ölüme koşalım” (M.İ.) psikolojisi de yaratmıyor değil.
Şehirleşme ile birlikte hızlanan anomi, yani yabancılaşma, bireylere kendilerini bir hiç olarak, değersiz ve aşağılanmış hissettiren sürecin düğmesine basan en önemli etkendir. Tetikçi olmak ise, bir hiç olma konumundan çıkarak, toplumların kaderini ve gündemini belirleyecek güce ulaşma ve hatta her gün medyada yer alacak derecede meşhur olma yolunda iyi bir fırsat sunmuyor mu? Biraz düşününce gündemimizi işgal eden birçok meşhur insanın bu yolun yolcusu olduğunu göreceksiniz. Aslında her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor galiba. Her şey gözümüzün önünde olup biterken bizler de filmdeki karakter gibi ikiye bölünmüyor muyuz? Bir tarafı ile gerçek olayların edilgen kurbanı, diğer tarafı ile de başına örülen çorapların içyüzünü Hollywood filmlerinde izleyip de bunları birbiriyle ilişkilendiremeyen seyirci olarak. Son söz olarak, bu tetikçileri kim yetiştiriyor diye sorarsanız, bu soruya bu ürünlerin yüksek teknoloji ürünü olduğunu ve ülkemizin bu yüksek teknoloji düzeyine henüz ulaşmamış olduğunu söyleyerek cevap verebilirim.
Kaynaklar:
1- Mutluhan İzmir: Yabancılaşma ve Şiddet İlişkisinin Psikodinamiği, Bilim Ve Ütopya Sayı:182, Ağustos 2009, s:35-41
2- Zülal Kalkandelen, Cumhuriyet Pazar Dergi, 6 Nisan 2008.
DÜN VE FERDA- ERENDİZ ATASÜ
DEVLETTEN KAÇARKEN NEOLİBERALİZME TUTULMAK
Mutluhan İzmir
Erendiz Atasü’nün son romanı olan “Dün ve Ferda”, Can Yayınları’ndan Kasım 2013’de okurlarla buluştu. Roman, son yıllarda hepimizin gündemine oturmuş olan sağlıkta özelleştirme teması çerçevesinde biçimlenen konusu ile Tıp Bu Değil serisinin bir yazarı olarak hemen ilgimi çekti. Romanın kahramanı olan eczacı Ferda’nın sosyalist siyaset içindeki değişen çizgisi, eczanelerin büyük yabancı sermaye gruplarının şemsiyesi altında bir zincire dönüştürülmesi girişimine karşı takındığı tutum bağlamında, Mustafa Suphi olayından Prag Baharı’na dek süren çizgi doğrultusunda anlatılıyor romanda. Bizim de Tıp Bu Değil dizisinde ele aldığımız temel sorun olan sağlık başlıca devlet tarafından sunulan bir hizmet mi olmalı, yoksa özelleştirme yoluyla insanlara daha iyi bir sağlık hizmeti vermek mümkün mü sorusu, çarpıcı bir kurgu ile ele alınmış. Atasü bu sorgulamayı yaparken bizi öyle bir dünya ile yüzleştiriyor ki, Nazi kamplarında insanların öldürülmesi için gaz üretenlerin torunları bu dünyada ilaç kartellerinin başına geçmiş ve ölüm gazları üreten fabrikalar da ilaç fabrikalarına dönüştürülmüş durumda. Bir sosyalist böyle bir yapılanmayla ilgili nasıl bir umut besleyebilir ve halk adına iyi bir şeyler ortaya konulabileceğini düşünebilir? Eskinin komünisti, yeninin neoliberali Ferda ile bir gazetecinin yaptığı ve özetleyerek aktardığım röportaj, romanın ilgi çekiciliğini gözler önüne serecektir sanırım:
-Sayın Hocam, sizler gibi ablalarımızın, ağabeylerimizin anlattıklarından şunu öğrendik, eski talepler, genel bir sağlık sosyalizasyonu çerçevesinin içindeydi. Şimdi neoliberalizmin kutsandığı bir ortamdayız, bu ortamda birtakım hekimlere, ‘Senin muayenehanen var, çek git devlet kurumundan’, demek nasıl bir çözüm üretebilir ki? Bağışlayın ama, geçmişinizi inkar mı ediyorsunuz?
-Hayır asla. Dün ideallerimizin gerçekleşmesi için sosyalist bir toplum tasarımının gerekli olduğunu düşünüyordum; bugünse idealleri gerçekleştirmenin somut yollarında ilerliyoruz.
-Bağışlayın, sayın Hocam, yani geçmişte dolduruşa mı gelmiştiniz?
-O günün koşullarında makul olan, sosyalizm beklentisiydi; bugünse konjonktür değişti, dünyanın gidişatına karşı duramazsınız.
-Yani, her şeyi, dünyanın gidişatı, dediğiniz şey mi belirliyor?
-Hayır ama gidişatı göz önünde bulundurarak kendinize bir yol haritası çizmezseniz, hüsrana uğrarsınız.
-Yani, sosyalizmi kuramadık, şimdi post-endüstriyel kapitalizmden ne koparsak kar, diye mi düşünüyorsunuz?
-Uluslararası büyük şirketlerin eczaneleri, her şeyi daha ucuza mal edebilecek, üstelik hastanın kimi sağlık sorunlarını gerçekten çözebilecek kapasiteye sahiptir. Halk açısından yararlı olan budur.
-Peki hocam, yaşamın tüm alanlarının büyük şirketlerin egemenliğine ve buyruğuna girmesi sizce sakıncalı ve ürkütücü değil mi?
-Hayır, korkarak yaşanmaz.
-Şimdiki iktidarın tamgün çalışmayı desteklemesi, bu koşulu kabul etmeyen hekimlerin devlet görevinden istifasında direnmesi, sağlık sektörünün iktidar yandaşlarınca ele geçirilmesi amacını gütmüyor mu? Sonuç böyle olmayacak mı?
Romanda siyasi savruluşların psikanalitik çözümlemesi ile ilgili ilginç saptamalar bulacaksınız. Üzerinde durulmaya değer bu saptamaları daha çok tartışmak gerekir diyerek, romanın sağcı kahramanı olan Kazım Beyazıt’ın sözleri ile bu tanıtım yazısını bitireyim:
Yıllarca “Komünistim” demeden komünistlik yapanları dinlemiştim. Ancak, Allah biliyor ya, “Komünistim” diyerek kapitalistlik yapanları görmek kısmet olmamıştı.
EDEBİYAT VE PSİKANALİZ
MUTLUHAN İZMİR
Edebiyat, toplumsal bir uzlaşmanın ya da kabulün zemininde oluşmuş olan toplumun simgesel evrenini tek kişinin değiştirme girişimidir. Aslında simgesel, en az üç kişinin katılımını gerektiren bir yapıdır, iki kişinin kurdukları gerçeklik, her ne kadar dil yoluyla aktarılıyor olsa da, imgesel bir gerçekliktir. Edebiyat eserinde ise tek bir kişi gerçekliği kendi denetimi altına alarak, okuyucunun kafasında, yeni bir simgesel evren oluşmuş gibi bir yanılsama yaratır. Bu yanılsama ne kadar dış gerçekliğe yakınsa, ne kadar yaşamda gerçekleşme olasılığı yüksek bir durumu yansıtırsa o kadar estetik değer kazanır. Edebiyatçıyı edebiyatçı yapan en önde gelen özelik, bu estetik değeri insanların zihninde somutlaştırabilecek karakterlerin yaratılmasıdır. Yazar kafasında kurmuş olduğu, başkalarından farklı biçimde algıladığı dünyayı, hakikatte var olmayan karakterler üzerinden ötekilere anlatma olanağına kavuşur. Görüldüğü gibi, estetik değeri yüksek bir edebi eser vermenin yolu, cazip karakterler yaratmaktan, onun yolu da karakterlerin içine yerleştirileceği cazip bir dış gerçeklik kurgulamaktan geçmektedir. Dış gerçekliği iyi kurgulamadan oluşturulan karakterler havada kalır, çünkü bir karakteri biçimlendiren aslında dış gerçekliktir. Jameson şöyle açıklar bu durumu:
“Don Quijote, hiç de bir karater değildir aslında; daha ziyade, Cervantes’e kitabını yazma olanağını veren düzenleyici bir aygıttır ve farklı türden birtakım anekdotları tek bir biçim içinde tutan bir ip işlevi görür. Keza Hamlet’in deliliği, Shakespeare’e çeşitli heterojen olay örgüsü kaynaklarını birleştirme olanağını vermiştir. Goethe’nin Faust’u da birçok farklı ruh halini dramlaştırmak için bir mazerettir.” (38)
Hatta Tolstoy’un dine dönüşünün bile, tükenmek üzere olan bir sanatsal pratik için yeni malzeme sağlamaya dönük bir eylem olduğunu ileri sürenler vardır. Edebiyat üretimi için söyleyebileceğimiz bu gibi şeyleri aslında insanlık tarihinde üretilmiş tüm efsaneler için de söyleyebiliriz. Örneğin Sophokles’in halk efsanelerinden türettiği Oidipus tiplemesi, ensest yasağı ve baba katli fantezisinin yasaklanmaması durumunda nasıl bir toplumsal sorunla karşılaşacağımızı bize anlatmaya yönelik olarak kurgulanmıştır. Benzer çabaları, Dostoyevski’nin Golyadkin, Kafka’nın Josef K., Camus’nün Meursault, Mann’ın Aschenbach, Ibsen’in Hedda Gabler gibi karakterlerinde ve daha birçok başka eserde bulabiliyoruz. Neden insanlık binlerce yıldır efsaneler, tiyatro ve edebiyat yoluyla aynı temaları topluma aktarma çabası içine girmiştir? Toplumsal yapının düzene sokulması çabasında edebiyat eserleri ve efsaneler oldukça etkili roller üstlenmişlerdir. Efsaneler ve edebiyat eserleri, köylerinden kopup şehirleşerek daha geniş topluluklar halinde yaşamaya başlayan insanların birbirlerine zarar vermeden nasıl yaşayabileceklerini anlamalarına büyük oranda yardımcı olmuşlardır.
İnsanın tiyatro, edebiyat ve sinema gibi sanat dallarına yönelerek dünyayı anlama ve anlatma çabası içine girmesinin nedeni, yaşamımızın daha ilk yılından itibaren, bize ait olmayan bir dış dünyanın varlığını fark etmemizdir. Bu fark ediş, bütünüyle bize ait olduğunu düşündüğümüz ve anlamı tümüyle kendimiz tarafından oluşturulmuş olan bir iç dünyanın içinde yaşamımızı sürdürürken, acı verici biçimde aniden gerçekleşir. Dış dünya ile olan yüzleşmenin öncesinde, kendilik algımız ve dünya algımız henüz birbirinden ayrılmamış bir bütünlüktür. Dışımızda kalan bir dünyanın varlığını algılayışımızla birlikte, bütünlük algımızı yitiririz ve dış dünya, dağılmış olan bütünlükten kopmuş olan ve ikili karşıtlıklardan oluşan parçalar halinde karşımıza dikilir. Başlangıçta böyle bir dünya bizim için anlaşılabilir bir durum değildir çünkü dışımızda bulunan şeylerin zihinsel temsilcileri zihnimizde henüz oluşmamıştır. Bu durum anlam evrenimizde büyük bir boşluk yaratır. Anlamı bizim için belirsiz ve muallak olan, bizden kaçmış ve bize yabancı bir dünya ile yüzleştiğimiz noktadan sonraki tüm çabamız, bu karşıtlıkların ortadan kaldırıldığı ve anlamı tümüyle bize aşina olan bir dünyanın yeniden kurulması yönünde biçimlenir.
Diyalektik çaba, parçalanmış bütünlüğü yeniden oluşturma çabasıdır. Zihnimiz, kendisine ait olmayan bir şeyin kendisi açısından anlaşılabilir hale gelebilmesi için, onun zihnimizde mutlaka bir temsilcisinin oluşturulması zorunluluğunu dayatır. Bu temsil, aslında bizim için anlaşılmaz bir durum olan, bir şeyin bize ait olmama durumunun anlaşılır hale gelmesini sağlayan bir kavramlar evrenini ortaya çıkartır. Kavramlar evreninin yarattığı temsilciler sayesinde zihnimiz yeniden çevresindeki her şeyi kendisi için tanıdık ve bilindik hale getirerek rahatlar. Benzer biçimde psikanalitik psikoterapi süreci, eksik kalmış olan kavramlar evreninin bütünlendiği diyalektik bir süreçtir; geçmişte tam olarak anlamlandıramamış olduğumuz için bizde sıkıntı yaratan noktalar psikanaliz sırasında kavramlaştırılarak bizi rahatsız etmeyecek unsurlara dönüştürülürler. Anlamak ve bilmek, rahatlamak ve ruh sağlığına kavuşmaktır. Aksi halde anlamlandıramadığımız şeylerin bizde yaratacağı korku ve tedirginlik nedeniyle ruh sağlığımızı koruyabilme olanağımız ortadan kalkar. Çünkü bölünmüş ve dağılmış bir dış dünya, dağılmış ve bölünmüş bir ruhsal yapı anlamına gelir. Efsaneler, mitoloji, tiyatro, edebiyat ve sinema, kendisinden kaçarak büyük bir kısmı kendisinin dışında kalmış olan bir dünyanın karşısında dururken ruh sağlığını korumaya çalışan insanın, dünyayı diyalektik bir çaba içinde anlamlandırıp, kendisi için anlaşılır kılarak, ruh sağlığını koruma çabasından kaynaklanmıştır.
Diyalektik sayesinde, çocuk ile anne, yaşam ile ölüm, yer ile gök, kadın ile erkek karşıtlığı gibi karşıtlıklara dönüşmüş biçimde parçalanmış olan bütünlük, yeniden kurulmaya çabalanır. Diyalektik devinim, ikili karşıtlıkları aşmaya çabalar ve karşıtlıkları ortadan kaldıran ara terimler yaratır (Levi-Strauss 2012, 324). Ancak karşıtlıklar sadece geçici bir süre zarfında ortadan kaldırılabilir ve kısa bir süre sonra yeni karşıtlıklar ortaya çıkacaktır. İnsan zihni, anlamaya can attığı ancak düzeneklerini bir türlü kontrol etmeyi başaramadığı bu evrende, her zaman nesnelere kendi anlamlarını sorar; ancak nesneler ona yanıt vermeyi reddederler (Levi-Strauss 2012, 259). Bütünlük kurgusu, nesnel dünyada bulunmayan ancak düşünce gücünün yarattığı bir kurgudur. Örneğin ilkel bir toplum olan Pawnee’lerin metafizik düşüncesi, evrenin başlangıcında karşıt öğelerin birbirine karıştığı ve tanrıların ilk görevinin bunları birbirinden ayırmak olduğu düşüncesine dayanır. Modern yaşamımız da bu ilkel temele dayanmıştır ve yaşamımızdaki her şeyi çelişkilerden, karmaşıklıktan ayırma çabası en baskın uğraş konumuzdur. Çünkü yaşamımız, her şeyin bir arada olduğu ve Lacan’ın GERÇEK olarak adlandırdığı, tüm çelişkileri içinde barındıran dönem ile başlar. Sonradan içine gireceğimiz İMGESEL ve SİMGESEL dönemler, GERÇEK’in çelişkili yapısına karşı geliştirdiğimiz birer savunmadır. Kişilik dediğimiz yapı da çelişkilerden arınmış bir kendilik oluşturma çabasına temellenir. Yani yaşamımız, çelişkilerden arınmış, her şeyin anlamının belirli bir hale getirildiği, birbirine göre konumunun netleştirildiği ve her şeyin sınırlarının kesinleştirildiği bir anlam evreni yaratma çabasına dönüşür.
İnsanlığın net bir anlam evreni yaratma çabalarını efsanelerden bu yana gözleyebiliyoruz. Örneğin Pawnee efsanesinde genç çocuk eşeysizdir ya da, daha doğrusu, ondaki eril ve dişil öğeler birbirine karışmıştır. Buna karşılık ihtiyar adamda kesin bir cinsiyet ayrımı vardır; efsanede bu düşünce, içinde hem eril hem dişil özellikler barındıran oğlanın (gebe erkek) tersine, büyücüyle karısının bir çift olarak sürekli bir arada bulunması olgusuyla ifade edilmiştir (Lévi-Strauss 2012, 336). Bu tür diyalektik karşıtlıkların oluşturduğu çelişkilerin sürekli vurgulanarak tekrar edilmesi sayesinde efsaneler doğmuştur. Efsanelerin doğuşu, hayal gücümüzün gelişmesi ile birlikte ortaya çıkan imgeleme eylemi sayesinde gerçekleşir. Tek bir bütünün bulunduğu GERÇEK döneminden çıkarak, bütünlüğün dağıldığını algılamamız, bizi İMGESEL döneme sokar. İMGESEL dönem, Kutsal/dindışı, doğa/kültür, çiğ/pişmiş, ıslak/kuru, gürültü/sessizlik, bekârlık/evlilik, erkek/dişi, merkez/çevre, hayvan/insan, ben/öteki gibi karmaşık karşıtlıklar dizgesi içeren bir dönemdir (Levi-Strauss 2012, 198). Bu ikili karşıtlıkları oluşturan unsurların tek başlarına bir anlamları olmadığı için, karşıtlıkların mitoloji yoluyla konumlandırılması aynı zamanda anlamı da ortaya çıkarır. Örneğin iki karşıtlığın arasına ara terim koyarak karşıtlığı ortadan kaldırma çabası, mitolojik efsaneleri doğurmuştur (Levi-Strauss 2012, 307).
İkili karşıtlıklardan oluşan imgesel dönemin dünyası somut bir dünyadır çünkü gözle görür, ağızla tadarız. Ancak simgesel dönem, dilin kullanılmasıyla oluşan soyut bir evrendir ve bu nedenle onu duyularımızla algılayamadığımız için, simgesel evreni anlamlandırabilmek için ciddi bir düşünsel çabanın verilmesi gerekir. Bu çabadan kaçarak duyularımızla algılayabildiğimiz imgesel evrene yönelme eğilimi her insanda daha yoğun olduğu için, simgesel evreni doğru algılayamama sorunu, toplumda çok sık karşılaşılan bir durumdur. Edebiyatçı, simgeseli anlamlandıramadığı için imgesele kaçmış olan kitlelere, estetik değeri yüksek olan eserler yoluyla onları düşündürerek, yeniden simgesel evreni anlamlandırabilme olanağını verir. Psikanaliz ise aynı işi bireysel temelde ve bireye özel biçimde yapar. Aslında iki kardeş olan edebiyat ve psikanaliz, içinde bulunduğu dünyayı anlamlandırmakta güçlük çeken insanların yaşamlarını anlamlandırmalarına yardımcı olurlar. Bu süreçte yazar, okuyucunun farkında olmadığı bir dünyayı okuyucuya anlatabilmek ve bu yolla onun yaşamını ona daha anlaşılır kılmak için karakterler yaratır. Psikanaliz ise, yanlış bir gerçekliğin içinde olduğunu fark edememiş olmaktan dolayı sorun yaşayan öznenin sorunlarını, özneyi doğru bir gerçekliğin içine oturtarak çözmeye çalışır. Psikanaliz yeni bir karakter yaratmaz ancak analize girmiş olan özneyi bir karakter olarak kullanarak onu, dış gerçekliğin acı veren yanlarının ortadan kaldırılmasını sağlayacak anlamlandırma sürecinin öznesi haline getirir.
Jameson, Frederic. Modernizm İdeolojisi, Edebiyat Yazıları. (Çevirenler Kemal Atakay, Tuncay Birkan) Metis Yayınları, İstanbul 2005
Levi-Strauss, Claude. Yapısal Antropoloji, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2012
Levi-Strauss, Claude. Mit ve Anlam, İstanbul: İthaki Yayınları, 2. Baskı, 2013
HEGEL VE EFENDİ-KÖLE DİYALEKTİĞİ,
ATTİLA İLHAN ANISINA,
MUTLUHAN İZMİR
“İnsanlara özgürlük verip, bağımsızlıklarını ellerinden alıyorlar”
Attila İlhan
Hegel farklı bir çağda ve farklı sosyoekonomik koşulların toplumunda yaşasaydı efendi-köle diyalektiğini aynı biçimde kurar mıydı? Hegel, kendilik oluşumunun özünü oluşturan çok önemli bir kavram olan diyalektik için neden bu örnek üzerinden gitme gereği duymuştur? Kölenin varoluşunu, kölenin emeğinin efendi tarafından takdir edilmesine bağlayan bu diyalektik, her birey için arzusunu arzulayacağı bir efendi yaratma gerekliliği ortaya koyması açısından rahatsız edicidir. Bu nedenle Althusser, Marx'ın en önemli adımının Hegel'den koptuğu nokta olduğunu söyler.
Bilincimizin gelişebilmesi için Hegel, bir dizi zihinsel operasyon yapmamız gerektiğini belirtir. Bebek doğduğunda kendi dünyası içinde olan bir varlık olduğu için henüz kendilik bilinci gelişmemiştir. Ötekinden ayrı olarak kendisinin farkına varışı ile birlikte kendisini önce “orada”, dışarıda bir varlık olarak hisseder. Bu dışardaki varlık, önceki “kendi içinde bir varlık” olma aşamasından “kendisi için bir varlık” aşamasına geçmiş bir varlıktır. Hegel insanın kendisini bir nesne, yani “ben” olarak kendisinin dışında bu biçimde hissedişini, kendilik bilincinin gelişiminde olmazsa olmaz bir adım olarak tanımlar. Kendilik bilincini oluşturan diyalektiğin başladığı nokta bu noktadır. Bu aşamadan sonra süreç, bu nesne ile ardı ardına yaşanan özdeşleşme ve dışına çıkarma, yani nesneleştirme ve özneleşme süreçleri ile sonsuza dek sürer gider. Toplumsal gerçeklik açısından, dışarıya konularak nesneleştirilmiş kendiliğin özneleştirilebilmesi için, toplumun yetkili mercilerinin onayı şarttır.
Efendi-köle diyalektiğine dönersek, Hegel efendiyi efendi yapan şeyin, kölenin kendisini efendi olarak onaylayan bakışı olduğunu söyler. Efendi kimliği, toplumsal bir kimlik olarak ötekinin onayıyla varolabilir, efendi bu anlamda aslında kölenin müşterek bakışına mahkumdur. Efendi kendisini aynada efendi olarak görür ama bu görüntünün yanına kölenin onaylayan müşterek bakışı gelmezse efendi kimliği toplumsal gerçekliğin değil, hayaller dünyasının imgesel kimliği olarak kalacaktır. Yani efendiyi toplumda vareden köledir. Hegel, efendi kavramının insanın zihninde temsilcisi olan bir kavram olarak varolduğunu, yani kaybolmuş büyük Öteki'nin temsilcisi olduğunu belirtir. Birşeyin temsil edilebilmesi için kayıp olması gerekir, gerçeği ortada duran şey temsil de edilemez. Bu anlamda efendi, kölenin daha önce tanımış olduğu ancak sonradan yitirdiği önemli bir nesnenin boşluğunu doldurabilecek bir temsilci konumuna uymaktadır.
Köle kavramının ise efendinin zihninde temsilcisi olan bir kavram olmadığını belirten Hegel, kölenin toplumsal kimliğinin onaylanması açısından sıkıntı yaşadığını söyler. Köle, kendiliğini dışarıya koyduğunda efendisinin onaylayan müşterek bakışı ile karşılaşmaz, efendi kölenin emeğinin ürününü onaylar. Bu nedenle köle emeğinin ürünü ile özdeşleşmek zorundadır der. Köle, kendilik bilincini emeğinin ürünü olan nesne üzerinden gerçekleştirmek durumundadır. Bu nedenle köle efendisini memnun etmek için en mükemmeli yaratma çabasına girişir. Giderek mükemmelleşen emeğin ürünü, kölenin doğa ile mücadelesinde üstün duruma gelmesini ve kendisini doğanın efendisi olarak algılamasını sağlar. Bu nokta, kölenin emeği üzerinden ulaşabileceği en üst bilinç noktasıdır Hegel'e göre.
Hegel'in saptamaları, Aydınlanma öncesi, teokratik, monarşist, aristokrat sınıfları güçlü olan toplumlarda yaşayan insanların acı gerçeğini de gözler önüne sermektedir. Varolmak istiyorsan efendin için çalış, üret, emeğinin ürününü efendin onaylarsa varsın yoksa yoksun. Hegel, Aydınlanma devrimi sonrasında yaşanan gelişmeleri görse idi mutlaka örneklerini çeşitlendirirdi. Aydınlanma, insanın sömürüsüne yolaçan, insana yalnız emeğinin ürünü üzerinden kendilik bilincini geliştirebilmesine olanak tanıyan toplumsal gerçekliği yıkmış ve yerine daha eşitlikçi bir toplumsal gerçeklik getirmiştir. Fransız Aydınlanma Devrimi'ne tepki olarak gelişen İngiliz-Alman idealizmi insanların kölelikten kurtulmalarından korkanların ürünü müydü acaba? Günümüzdeki serbest piyasacı liberal düzen de insanlara bireysel özgürlükler verip, toplumların elinden bağımsızlıklarını alarak, ulusal devletlerden, sosyalizmden korkanların ürünü olarak mı karşımıza çıkıyor, ne dersiniz?
Her zaman olduğu gibi bugün de felsefede en başta gelen ve yanıtlanmayı bekleyen soru, insanın bir öz ile doğup doğmadığı sorusudur. Töz olarak da adlandırılan özün doğuşta hazır bir yapı mı olduğu (a priori-önceden verili) yoksa sonradan mı ortaya çıktığı (a posteriori- sonradan oluşan) sorusu, felsefecileri iki ana gruba bölmüştür.
Kabaca tözcülüğün mimarının Platon olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi Platon, deneyimlediğimiz dünyanın ardında bir idealar dünyasının olduğunu, insanın yaşamının amacının bu ideaya ulaşmak olduğunu söylemiştir. İdealar her düşünce, biçim ve madde için söz konusu olmanın yanında insanların kişilikleri için de söz konusudur. Ona göre insan yaşarken ne kadar idealar dünyasına yaklaşabilirse o kadar iyi bir yaşam sürdürmüş olacaktır. Platon insanın ideal bir öz ile doğduğunu ama bu öze uygun davranabilmesi için çabalaması ve ideal özünü açığa çıkarması gerektiğini söyler. Bu öze yaklaşıp yaklaşamamak insanın bireysel sorunudur.
Platonun izinden giden Kant numen ve Husserl ise noema kavramı ile tözcülük okuluna dahil olmuşlardır.
Hegel ile en belirgin olarak ortaya çıkan tözcülük karşıtlığı ise insanın maddesel bir doluluk olarak doğmuş olduğunu, özünü sonradan ortaya koyduğu eylemlerle ortaya çıkarttığını belirtir. Yanlış biçimde idealist felsefeci olarak bilinen Hegel aslında bir eylem felsefecisidir ve insan varoluş devinimini en belirgin olarak ortaya koyan felsefecidir. Herakleitos, Spinoza ve Aristoteles de bu akımın temelini atan felsefeciler olarak kabul edilirler. İslam düşünürü İbn-i Rüşt de bu akıma dahil önemli düşünürlerdendir.
Varoluşçular da bu bölünmeden nasibini alarak ikiye bölünmüşlerdir. Tözcüler, Platon gibi düşünerek idealara ulaşabilmemizin elimizde olduğunu, bu a priori yapıyı ortaya çıkartmanın varoluşçuluğun temeli olduğunu söylerler. Kierkegaard ve Heidegger gibi varoluşçular bu gruba dahildir.
Sartre ise Hegel gibi, a priori olan tek şeyin madde olduğunu, varoluşun maddeyle aramıza mesafe koymamızla ortaya çıkan bir devinimin sonucunda ortaya çıktığını belirterek varoluşu a posteriori olan bir alana çeker.
Tözcülerin yaklaşımının dinsel inançlara yakınlığı gözden kaçmamaktadır. Ancak tözcü olmayanların ateist oldukları da iddia edilemez. Vahdet-i vücut inancını savunan bazı tarikatların a priori bir tanrı inancından çok insanların yaşamları boyunca eylemleriyle oluşturdukları a posteriori bir tanrı inancına sahip oldukları söylenebilir. Ateist birçok felsefeci ise varoluşçuluğa karşı çıkmışlardır.
Tözcülük akımları, insanın doğuştan getirdiği a priori tüm özellikleri kutsayarak bu özelliklerin korunması gerektiğine inanırlar. Liberalizm de bu inanca dayanır. Liberaller Tanrı'nın verdiği tüm doğuştan gelen özelliklerin iyi olduğuna, insanların kendi başlarına bırakıldıklarında ve dışarıdan müdahale edilmediğinde bu iyi özelliklerin kendiliklerinden ortaya çıkacağına inanırlar. Etnik ve dinsel kimliklerin korunması gerektiği ve bunun bir insan hakları sorunu olduğu görüşü bu temele dayanır. Yani liberalizm ile dinsel akımlar beklenmedik bir noktada buluşurlar. Tözcü varoluşçuluk bu açıdan liberalizme (sağcı ve solcu liberalizm) can veren bir akım olmuştur. Bu akımın günümüzdeki en tanınan isimleri Habermas, Badiou ve Zizek'tir. Tözcü varoluşçular insan eliyle ortaya çıkan Aydınlanma değerlerine olumsuz bakarken tözcü olmayan Hegel ve Sartre gibi varoluşçular, Aydınlanma, Cumhuriyet, Laiklik gibi insani değerleri yüceltirler."
MODERN İNSAN, EKRAN PSİKOZUNUN KURBANI MI?
Mutluhan İzmir- Psikiyatrist
Araştırmalar yeni doğan ördek yavrularının, hareket eden ve ses çıkaran herhangi bir cismi anneleri sandıklarını gösteriyor. Ördek yavruları bu cismi taklit ederek peşine takılıyorlarmış. İnsan için böylesine bir yanılsama söz konusu olabilir mi? İnsan ekrandaki bir dizinin gerçekliğini ya da “bir bilenin” söylemini kendi gerçekliği ile karıştırabilir mi? İnsan dünyaya ekrandaki (sadece televizyon ekranı değil, her türlü baskın söylemi ekran olarak okuyabilirsiniz) bir karakterin gözüyle bakma yanılsamasına düşebilir mi? İnsan ile ilgili edindiğimiz bilgiler bunların olası olduğunu ve insanların öznel gerçekliğinin, monolog tarzındaki baskın söyle karşısında sapabileceğini gösteriyor. Çünkü yaşama tek bilinç ile başlarız, o bilinci de henüz kendiliğimizi oluşturamamış olduğumuz için kendi bilincimiz olarak göremeyiz. Kendimizin bilinci kavramını geliştirmemiz ve öteki bilinçlerin varlığını fark etmemiz ve kabullenmemiz için süre geçmesi gerekir. Freud ve Lacan, bu kavramları geliştirsek de, tek ve hakim bilinç algısından kurtulmamızın zor olduğunu belirtiyorlar. Çünkü insan kendisini, kendisine yabancı ve bütünlük içindeki bir görüntünün içinde bularak gerçekliğini kurar. Özellikle de Hieronymus Bosch’un tanımı ile kendisini parçalanmış biçimde algılayan bir canlıdan söz ediyorsak: ‘Burada boynu olmayan birçok yüz, omza sahip olmayan ve havada gezinen kollar ve bir yüzde yer bulmaya çabalayan yalnız gözler bulunmaktadır’ (Bowie, 29). Varlık, kendisini böyle parçalanmış biçimde algılayarak toplumsal yaşamın içine girdiği için, sürekli olarak kendisine musallat olmuş eksiklik ve başarısızlık hisleri içinde yaşar ve kendisini mükemmel olarak kurduğu bir noktaya ulaşmayı amaçlar (Sartre, 151). Özne haline gelmeye çabalayan bu parçalanmış canlı, Hegel’in bütünlük (Gestalt) olarak tanımladığı kavramın peşinden koşacaktır. Ancak bu mükemmellik noktasına her ulaşma girişimi bir başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır. Çünkü çocuk, kendisinin ayna görüntüsü ya da yaşıtının görüntüsü ile kendisini özdeşleştirirken, bir yandan da bu imgelerin yansıyan imge oldukları ve aslında kendisi olmadığı gerçeğiyle sürekli yüzleşir. Kendi dışında kendisi olarak gördüğü bir bütünlük vardır ancak kendisi bir türlü tamamen o bütünlük haline gelemez, o yansıyan imge sürekli olarak elinden kaçar. Bütünlük kavramı, algısal alanın görsel organizasyonu yoluyla oluşan ve öznenin ötekinin imgesini kullanarak oluşturduğu bir narsisistik yansımadır. Bu yansıma, yaşam boyu süren bir yanılsama olarak, kendimizi temelde bu narsisistik yansıma olarak görme tutkunluğuna dönüşür. Bu nedenlerle varlık, bütünlük aşkı içinde yaşar. Bu aşk bir vaattir, aşkın özneyi, arzuladığı bütünlüğe ulaştıracağı bir vaat olduğunu söyleyebiliriz. Yani bütünlük aşkı içindeki özne, başkasını değil, idealindeki bütünlüğe ulaşmış kendiliğini sevebilir. Bu aşk insanda bütünleşmiş Ötekini taklit etme ve onun gibi konuşup düşünme zaafı oluşturur.
Toplumsal bir varlık olan insan için sağlıklı olan gerçeklik, insanın toplumsal simgesellik içindeki gerçekliğidir. Freud’a göre, toplumsal yasa ve arzuların simgesel dünyasına girişimizi gerçeklik ilkesi sağlar. Gerçeklik ilkesinin özne tarafından benimsenmesini sağlayan şey ise, Öteki ile kurulan aşk ilişkisidir (Samuels, 60). Freud aşkı, ego libidosundan nesne libidosuna geçiş olarak tanımlar, aşık olan özne kişiliğinden ve bilincinden, Ötkenin arzusunun doğrultusunda vazgeçmek durumundadır, çünkü kendi arzuladığı ideal bütünlüğü ilk olarak Ötekinde görmüştür ve bu temel saplantıdan hiç kurtulamayacaktır. Lacan özneye bütünleşmiş nesne inancını ilk olarak aşılayan şeyin, eksiksiz bir vücut olarak, Ötekinin imgesi olduğunu belirtir (Samuels, 62).
Bütünlük aşkının yerini günümüzde giderek varolma aşkı almaktadır. Çünkü biyolojik gerçeğimiz, dil ortaya çıktığında yok olur. Biyolojik gerçek dilden öncedir, bu nedenle biyolojik varoluşumuz dilin simgesel evrenine taşınamaz. Dil gerçeği yok edince gerçekliği kurar. Yani özne dilin simgesel gerçekliğine bir hiç olarak girer. Heidegger’in belirttiği gibi insan hiç olarak kalamayacağı için, bir biçimde varoluş kazanmak durumdadır. Toplumsal insan, kendisini hiçlikten kurtaracak varoluşa, toplumsal gerçeklik içinde bir yer bulma çabasıyla ulaşabilir. Yani birey adam olmalıdır. Lacan, adam olma tutkusu, öznenin tüm arzularına hükmeden en üst düzey tutkudur der (Bowie 35). Çocuk büyüdükçe bütünleşmiş bir vücuda sahip olduğunu anlar, ancak giderek toplum tarafından ya da Öteki tarafından saygın bir insan olarak bilinip tanınma gereksinimi, bütünleşmiş bir vücuda sahip olma saplantısının yerini alan yeni bir saplantıya dönüşür. Birey, kendisini “Ben” olarak tanımlarken, bu benin başkaları tarafından saygın bir kabullenilişe ulaşmasını arzular. Kabullenilme, daha küçük yaşlarda bütünlüğe sahip olma sayesinde olurken, birey büyüdükçe kabullenilmesinin, saygın bir toplumsal konuma ulaşması ile olanaklı olduğunu anlar. Saygın ve güçlü bir toplumun saygın ve güçlü bir bireyi olma aşkı içindeki özne, ekranda sunulan çeşit çeşit mükemmel varoluş biçimleri tarafından, aynen küçükken ideal bir bütünlük karşısında büyülendiği gibi büyülenir. Büyülenme düzeyi, toplumsal konumundan, yani varoluşundan hoşnut olmama ile paralellik gösterir. Ekranlarda, varoluşundan hoşnut olmayan bireyleri büyüleyecek çeşit çeşit kahramanlar ve senaryolar bol miktarda topluma sunulmaktadır. Öznenin bu ekran gerçekliği karşısında kendi gerçekliğini koruma gücü kısıtlıdır, ekran gerçekliği özneyi bir girdap gibi içine çeker. Ekranda ideal bir bütünlük ve güce ulaşmış gibi duran kahramanlar karşısında öznenin kendi gerçekliğine sarılma gücü çok zayıf kalır. Kendi varoluşunu istediği biçimde gerçekleştiremeyen özne, ekrandaki bu güçlü ve özenilecek varoluşa sahip karaktere aşık olur. Artık öznenin Ötekisi ekrandaki o karakter olmuştur. Lacan, Öteki ile girilen ilişkide, Ötekinin söyleminin öznenin bilinçdışını biçimlendirdiğini söyler. Özne artık arzularını farkında olmadan Ötekinin arzuları doğrultusunda biçimlendirecektir. Artık ortada konuşan, ancak ne dediğinin farkında olmayan bir özne bulunmaktadır.
Ekranda görünen baskın söylem sahibi, bütünleşmiş insan imgelerinin, monolog tarzında bir söylemi özneye ilettiği bir ortam, insanı içine hapsedecek bir tuzak olma potansiyeli taşır. Hepimiz ekran karşısında bize ulaşan Ötekinin söylemini kendi söylemimiz gibi benimseyerek, düşünmeden bu söylemi içselleştirme riski ile karşı karşıyayız. Özne, ekran gerçekliğinin tek yönlü olarak biçimlendirdiği beyni yıkanmış bir varlık olmaktan, kendisi ile diyalektik bir ilişkiye girerek kurtulabilir. Kendisini kendisinin önüne koyarak tartabilmeli, bilgisini yeniden gözden geçirmelidir. Bu büyülenmenin panzehiri, kendinden emin olmamak, kendinden şüphe duyma ve kendini değişen koşullara göre yeniden sorgulayarak yeniden kurmaktır. Aksi halde özne, Ötekinin söylemini düşünmeden yineleyen bir makineye dönüşür. Felsefe eğitimi bu açıdan insanları ekran karşısında büyülenerek düşünmeyi unutmuş otomatik makineler olmaktan kurtarabilir. Öznenin kendisini Ötekinin söyleminin esiri olmaktan kurtarabilmesi, ancak karşılıklı etkileşimin eşit bir zeminde olanaklı hale gelmesi ile gerçekleşebilir. Ötekinin özneye bu olanağı tanımadığı durumlarda, öznenin bilinçdışı, Ötekinin söyleminin kopyası olmak durumunda kalır. Monolog, baskın bir iletişim biçimi ise, bağımsız ve özgür bir bireyden söz etme olanağı yoktur. Ekran karşısındaki birey, bu monolog ortamında, ekrandan komut alarak yaşayan bir robota dönüşür.
Bowie, Malcolm. Lacan. Cambridge, Massachussets, London: Harvard University Press, 1991.
Sartre, Jean-Paul. Varlık Ve Hiçlik. (Çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen). İstanbul: İthaki
Yayınları, 2009.
Samuels Robert. Between Philosophy & Psychoanalysis. New York and London: Routledge, 1993.
FALLİK NESNENİN PEŞİNDE: VENEDİK’TE ÖLÜM
MUTLUHAN İZMİR
“Simgesel, arzunun doğal yapısına geri dönüş olanaklarının hepsini engelleyecek derecede, çocuğu ağlarının içine hapseder. Arzudan geriye kalan şey simgeler, yasalar, kavramlar ve hatta ideolojilerdir ve bu yolla yaşam kökten başka bir boyuta geçer.” Anika Lemaire
Lemaire’in belirttiği boyutta özne, arzusunu tam olarak ifade edememesi dolayısıyla kendisini eksik bir varlık olarak algılar. Arzulayan bilinç kendisinin ne olduğunu bilme arzusundan da kaçamaz. Fakat kendisini bilebildiği anlarda, yaşamı boyunca sürecek bir temel çelişkiyi de ortaya çıkartmış olur. Bilinç kendisinin farkına vardığı anda kendisini ölümlü ve sonlu bir varlık olarak yakalar, ancak bilinç için bu kavramlar kabullenilemezdir. Ölüm varsa bilinç yoktur, bu nedenle bilinç kendisini ölümlü ve sonlu bir varlık olarak anlayamaz. Bundan dolayı bilinç, hakiki halinin ölümsüz ve eksiksiz bir varlık olduğuna inanır ve kendisinin farkına vardığı anda algıladığı eksik halindeki eksikliğin giderilmesi arayışı içine girer. Lacan, bizde eksik olduğu için kendimizi ölümsüz ve eksiksiz algılamamıza engel olan nesneye fallik nesne adını vermiştir. Fallik nesne hem bizi tikel (kısmi) halimizden kurtararak tümel hale gelmemizi sağlayacak olan hayran olduğumuz büyülü nesnedir, hem de kayıp olduğu için kendimizi eksik hissederek kendimizden nefret etmemize neden olan nefret nesnesidir. Nefret nesnesi olarak, nesne a biçiminde de adlandırılır ve nesne a’dan mahrum olduğu için kendisinden nefret eden varlık, abject olarak da nitelendirilmektedir (İzmir, 10). Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm adlı romanının kahramanı Aschenbach da kendisini abject olmaktan kurtarmaya çabalamaktadır ve bu amaçla uzun süredir fallik nesnenin peşindedir.
Eksikliğimizi ortaya çıkartan neden simgesel evren olsa bile, insanı simgeselden sıyırırsak geriye kalacak olan et ve kemik ne kadar insansaldır? Aynen Aschenbach’ın rüyasındaki gibi: “Rüyayı gören Aschenbach işte onlarlaydı, onların içindeydi şimdi; artık bu yabancı Tanrının olmuştu. Hatta parçalayarak, boğazlayarak hayvanların üzerine atıldıkları sırada eşinilmiş, çiğnenmiş yosunlu toprakta Tanrıya ibadet olarak sınırsız birleşmeler başladığı esnada onlar bizzat Aschenbach’tılar. Ve Aschenbach’ın ruhu, düşüşün fuhşunu, kudurganlığını tadıyordu” (Mann, 90). Mann’ın bu satırları, roman kahramanının yabancılaşmasını anlattığı kadar kuşkusuz okuyucuyu da ona yabancılaştırıcı bir etki yapar. Ölümsüzlüğü simgesel ile yani toplumsal düzenin kuralları ile bütünleşmekte bulmaya çalışmış olan Gustav von Aschenbach, elli yaşında asalet unvanına sahip olan, yirminci yüzyılın başında Münih’te, bir dehaya binde bir nasip olabilecek itibarlı bir burjuva yaşamı yaşayan ünlü bir yazardır. Atalarından miras olan, hayalinde yücelttiği biçimiyle tümel gibi duran bir kültürle bütünleşerek kendisini mükemmel bir hale getirmeye çalışan Aschenbach’ı, hem bu simgeselliğin bunaltıcı evrenini titizlikle her gün düzenlemeye çalışmak bunaltmış, hem de bu simgesel evren onu aradığı ölümsüz, değişmez ve tümel bir imge haline getirememişti. Aschenbach, kendisini bunaltan simgesellikten kurtuluşu, et ve kemikten oluşan bir yerde de bulamayacağı için, ideal bir imgeye sığınarak bulmaya çabalayacaktır. Ancak bu ideal imge de, onu simgesel evrenle çatışmalı hale getirecektir.
“Benliğinin ve bütün Avrupa’yı benimsemiş ruhunun kendisine yüklediği ödevlerle fazla meşgul, yaratma sorumluluğuyla çok yüklü, eğlenceden yana çok gönülsüz, Avrupa’dan dışarı çıkmak şöyle dursun, hiçbir zaman böyle bir arzu bile duymayan” (s 11) Aschenbach, birden ciddi biçimde gezi arzusu duymaya başlar. “Kaçmak arzusuydu bu: kurtulmaya, yüklerden sıyrılmaya, unutmaya karşı bu tutku, eserinden, yani donuk, soğuk ve hummalı bir ödevle sınırlanmış her günkü yerlerden uzaklaşmak arzusu” (s 12). Belki de bunaltıcı yaşamından kurtularak yeni bir yaşama ulaşma arzusu. Aschenbach’ın ebedi olana arzusu, 42 inci sayfada denize olan sevgisi anlatılırken vurgulanır. “Derin nedenlerden dolayı denizi seviyordu: Bu sevgi çok çalışmış, dünyanın soluk aldırmayan çeşitliliği karşısında basitin, genişin koynuna sığınmayı özlemiş sanatçının sessizlik gereksinmesinden doğuyor; parçalanmamışa, ölçüsüze, ebediye, hiçliğe karşı duyduğu o yasak, görevlerine tamamen aykırı, işte asıl bunun için ayartıcı eğilimden ileri geliyordu. Kusursuz uğruna didinen, mükemmelde dinlenmeye can atar; hiçlikse mükemmelin bir şekli değil midir?”
Varlığının geçiciliğine meydan okurcasına, olanca varlığıyla şöhrete yönelmiş olduğundan, kendi asıl işinin yorgunluk ve çeşitli olaylarıyla bitkin ama sıkılmış bir yumruk gibi tembellik nedir asla bilmeden yaşamıştı (s 15). Tek başına arkadaşsız büyümüş Aschenbach’ın en çok gereksindiği şey disiplindi (s 16). Disiplin ise, bereket versin, baba tarafından bir mirastı ona, başkalarının vakitlerini boşa harcadıkları, hayallere daldıkları ve büyük planları gerçekleştirmeyi tasasızca daha sonralara bıraktıkları çağlarda olduğu gibi, kırk, elli yaşlarında da gününe, erkenden, göğsüne sırtına soğuk su dökmekle başlıyordu (s 16). Ancak yeniden doğuş belirtileri her zaman ahlaklı olma engeline takılmıştı (s 20). Bütün bu sıkıntılara toplumda saygın bir varoluşa ulaşabilmek için katlanmıştı ancak bu saygın varoluşun bedeli ağırdı ve artık ahlak engeli bile ideal bir imgeyle aşk yoluyla bütünleşmesinin önüne geçemeyecekti. Belki de Aschenbach’ın peşinde olduğu yeni yaşam, bedeli bu denli ağır olmayan ve sonsuza dek sürecek, hayranlıkla karışık bir saygınlığı güvence altına alacak bir imgeyle bütünleşme arzusunun ifadesi idi.
Aschenbach, aradığı ideal kendiliğe sonsuza dek sahip olmasının yolunu, kendisini kültürünün yarattığı heykellerden birisi gibi, hayranlıkla seyredilecek bir imge haline getirip, sonsuza dek o konumu koruyabilmekte görür. Aradığı ideal imgeyi, Venedik’teki otelde on dört yaşındaki bir erkek çocukta bulur: “Bal sarısı saçlarla çevrelenmiş, şirin bir sessizlikte solgun yüzü; çekme burnu, sevimli ağzı, tatlı ve tanrısal bir vakar taşıyan edasıyla Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri hatırlatıyordu.” (s 36). Heykelleşmiş, hayranlık uyandıran, ideal bir güzellik imgesi haline gelebilmesi, ideal bir biçime sahip olan aşkıyla özdeşleştikten sonra kendi fiziksel varlığını yok edip, aşkının yerine geçerek gerçekleşebilecektir. Aschenbach göz göre göre ölüme gidecektir. Kendisini çok rahatsız eden sıcağa karşın Venedik’ten ayrılma girişimleri bu nedenle sonuçsuz kalır. Yabancı turistlerin hızla Venedik’i terk etmelerine yol açan kolera salgınından haberdar olmasına karşın Venedik’ten ayrılamaz çünkü artık kendisinden çıkmış ve kendisinden vazgeçmiştir. Belki de o, bir simgeye dönüştüğünde, çoktan ölmüştü, ama halen ayağına dolanan fiziksel varlığının yarattığı engeli aşmalıydı: “Hayatının disiplinli görevleri arasında ölmüşken şimdi garip bir şekilde değişmiş, tekrar dönüp gelen bir zamanki duygulara, kalbin o eski ve tatlı ezalarına Aschenbach, şaşkınlık ve hayret dolu gülümseyişlerle aşina çıkıyordu” (s 65). Koleradan doğan ölüm tehdidi, artık ölüm arzusunu, yani bir mükemmellik olan hiçliği yakalama olanağına dönüşür. İyileşmenin binde bir görüldüğü salgın yayılırken ne kendisini, ne de hayran olduğu Tadzio’yu kurtarma girişiminde bulunmaz: “böyle bir atılım onu gerisin geri götürecek, onu asıl kişiliğine iade edecekti; şu var ki kendinden uzaklaşmış bir kimse için, tekrar kendini bulmaktan daha sıkıntılı bir şey olur mu?” (s 88).
Aschenbach artık o imge olarak yaşama devam etme kararını vermiştir. Çünkü atalarının kabulleneceği tek yaşam biçimi olan simgesel bir ahlaki kimlik dışındaki tek seçenek bu ideal imgeye dönüşmektir. Aschenbach için, Tadzio’ya fısıltı ile söylediği “seni seviyorum”, artık “ben”i seviyorum anlamını ifade etmeye başlamıştı. Kendisini fiziksel varlığının arzularına bırakma seçeneği, onu şöyle düşündürüyordu: “O vakit dehşet içinde ‘nereye gidiyorum?’ diye düşünüyordu. Yaratılıştaki üstünlükleri kendi soyuna karşı aristokratik bir ilgi aşılayan her insan gibi Aschenbach da hayatta yaptığı işlerde, vardığı başarılarda atalarını hatırlamaya; hayalinde onların rızalarını, memnuniyetlerini, ister istemez gösterecekleri övgüleri aramaya alışmıştı. Onları şimdi bu kadar yakışıksız bir sergüzeşte saplanıp kalmış, duygunun bu kadar egzotik safahatlarına dalmış bu durumda, burada da hatırlıyor; onlardaki vakur disiplini, mazbut mertliği düşünüyor, mahzun gülümsüyordu. Ne derlerdi? Aslına bakılırsa bu hayat onlarınkine ne kadar çok benzemişti! O da onların pek çoğu gibi asker olmuş, savaşçı olmuştu. Çünkü sanat da insanı çabuk çürüğe çıkartan yıpratıcı bir savaş değil miydi?” (s 75). Artık savaş alanını terk ederek, sonsuz huzurun kucağına çekilme zamanı gelmişti.
Freud’un belirttiği gibi, “O’nun bulunuyor olduğu yerde, Ben oluşacaktır” (Wo Es war, soll Ich werden) ve Aschenbach da artık kendi fiziksel varlığından kurtularak, O’nun bulunduğu yerdedir.
İzmir Mutluhan. Öznenin Diyalektiği, Hegel, Sartre ve Lacan, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2013
Lemaire Anika. Jacques Lacan (çev. David Macey), Routledge & Kegan
Paul, Londra ve New York 1979.
Mann Thomas. Venedik’te Ölüm (Çev. Behçet Necatigil), Adam Yayıncılık, İstanbul 1982
FREUD, ÇOCUK CİNSELLİĞİ İLE İLGİLİ BAŞTAN ÇIKARMA KURAMINDA GERİ ADIM ATMIŞ MIDIR?
Freud’un en çok eleştiri aldığı konu çocukluk cinselliği konusudur. Psikanaliz pratiğinin ilk yıllarında yoğun biçimde histeri olgusu ile karşılaşmış olan Freud, hastalarının erken çocukluklarında, daha çok babaları tarafından cinsel tacize maruz bırakıldıkları biçimindeki iddialarının fantezi olup olmadığı konusunda kararsız kalmıştır. Başlangıçta bu durumları gerçek olgular olarak değerlendiren Freud, daha sonra neredeyse tüm babaların sapık olduklarının iddia edilmesine neden olabilecek bu yaklaşımını değiştirmiştir. Freud nevrozun oluşumunda somutlaşmış tacizin değil fantezide kalmış tacizin rol oynadığını anlamıştır. Ancak Freud, özellikle babaların çocuklarını cinsel olarak taciz etmelerinin üstünü örttüğü biçiminde eleştiri almıştır.
Bu konuda Freud’un “Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası” adlı kitabında Dorothy Bloch’un Freud’u eleştiren yazısı dikkat çekicidir. Bloch, Freud’un kendi analizinde babasının kendisine ve kardeşlerine yönelik tacizi ile ilgili verilerle yüzleşmesinin, babasını suçlamasına neden olduğunu belirtir. Bloch, Freud’un histerinin nedenleri ile ilgili yaptığı araştırmaların ilk yıllarında, erken çocuklukta esas olarak baba tarafından yapılan cinsel tacizin, histerinin ve olasılıkla her türden nevrozun gelişiminde baş etken olduğunu belirttiğini ancak sonradan buradan geri adım attığını belirtir. Bloch’a göre Freud makalesinin özgün sunumunda, hastalarının erken çocukluklarında maruz bırakıldıkları cinsel tacize dair itiraflarının gerçek olduğunu kanıtlamak için çok çaba göstermiştir. Ancak Freud bu kuramı geri çektikten sonra bunlardan “fanteziler”, “histeriklerin uydurmaları” biçiminde söz etmeye başlar. Bloch’un belirttiği gibi Freud, yaşamının geri kalanında ilk baştaki bakış açısına geri dönmemiştir (112).
Freud arkadaşına şöyle yazar: “Böyle olsaydı, tüm vakalarda, benimki de dahil olmak üzere, babanın sapıklıkla suçlanması gerekirdi. Çocuklara karşı böylesine yaygın bir sapıklık çok olası görünmüyor”. Bloch, Freud’un ataerkil düzeni savunmak amacıyla bu geri adımı atmış olduğunu ima eder ve Freud’un kuramındaki çarpıklıkları düzeltirken bu can alıcı kavramları terk etmiş olması esef vericidir der (113). Bloch, çocukların çoğunlukla babaları tarafından tacize uğradıkları ve ailenin çocuğun psikolojik gelişiminde birincil rol oynadığı görüşünün ne kadar geçerli olduğu günümüzde sürekli olarak kanıtlanmaktadır diyerek kendisinin izlemiş olduğu ve ebeveyn tacizine maruz kalmış olan dört adet çocuğun korkularıyla baş etme yöntemlerinin “taciz eden ebeveynle uzlaşmak” olduğunu belirtir. Bloch, Masson’un kitabında yayınlanan 11 Şubat 1898 tarihli mektubunda “ne yazık ki benim babam da bu sapıklardan biriydi” diye yazarak babasının bir tacizci olduğunu başlangıçta kendi ağzından dile getiren Freud’un, suçluluk duygularına kapıldığını ve tacize uğramış her kişi gibi saldırganla uzlaşmayı tercih ettiğini vurgulamak istemiştir.
Bloch, Jones’un Freud’un psikanalizi hakkında, “sonunda, bildiğimiz gibi, bu yol beklenmedik şekilde, babasına yönelik derinlere gömülmüş düşmanlığını keşfetmesiyle son buldu” saptamasını somut bir baba tacizinin yarattığı düşmanlığın kanıtı olarak görür (114). Oysa Jones’un beklenmedik diye tabir ettiği bu durum zaten psikanaliz kuramının temelini oluşturan “can sıkıcı, yasa koyucu, dürtünün doyumuna engel olan baba” algısının beklenen biçimde açığa çıkmasıdır ve psikanaliz zaten ebeveynlerle ilgili bu türden “beklenen” algı çarpıklıklarının düzeltilmesine yönelik olan bir tedavi biçimidir. Freud’un da her kişi gibi, bilinçdışında anne ve babasına yönelik gerçek olmayan duygulara sahip olması zaten beklenmeyen değil tam da beklenen bir şeydir.
Jones’un derinlere gömülmüş düşmanlık olarak nitelediği Freud’un duyguları, Freud’un nevroz ve histeri oluşumunda, somut olarak gerçekleşmiş olaylardan ziyade fantezide gerçekleşen olayların etkili olduklarını anlamasını sağlamıştır. Somut taciz histerik nevroz yaratmaz, histerik nevroz için gereken çocuk-ebeveyn ilişkisi tam olarak fantezide kalmış olan bir ilişkidir. Yalnızca fantezide kalmış, ancak bugünkü gerçekliğimizi etkilemeye devam eden bir ilişki analizin hedefi olabilir. Somut bir taciz ise ebeveynin de somutlaşmasına neden olduğu için ebeveyn algısının biyolojik ebeveyn algısının ötesine geçmesini engelleyerek yüceltme süreçlerinin kullanıldığı histerik nevroz tablolarının oluşmasına engel olacaktır. Nevroz için gerekli olan ilk ve olmazsa olmaz koşul, ebeveyn imajının çocuk tarafından yüceltildiği fantezilerin kurulmasıdır. Analizin hedefi işte bu fantezilerdir.
Çocuk tacizleri tartışmasız biçimde somut ve gerçek bir olgudur. Ancak somut taciz ile tacizin fantezide gerçekleşmesi birbirinden çok farklı belirtilere neden olmaktadır. Tacizin somutlaştığı durumlarda baba bir organik somut varlık olarak kaldığı için yüceltilememektedir. Oysa fantezideki taciz, her zaman babanın yüceltilmesi fantezisi yolunda giderken kurulan bir kurgunun parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Çocukların zihinsel gelişimleri sırasında babalarının nesnesi olduklarını kurguladıkları bir dönem vardır ve bu fanteziler bu dönemde ortaya çıkmaktadırlar. Çocuğun annesinden koptuğu aşamada girdiği bu dönem aynı zamanda çocuğun kendisini annesinin nesnesi olarak görmekten çıkarak babasının nesnesi olarak var olduğu bir dönemdir. Bu dönemlerde çocuğun anne ve baba algısı gerçek anne ve babadan çok farklıdır ve ikisi de çok yüceltilmiş varlıklar olarak algılanırlar. Bu yüceltme eğer çeşitli nedenlerle zamanında sonlanamazsa histeri tabloları ortaya çıkmaktadır. Ebeveynlerin yüceltilmesinde bir aksaklığın olması da aşırı yüceltme kadar büyük sorunların oluşmasına neden olmaktadır. Schreber vakasında da fantezi, babanın Tanrı mertebesine taşınmasına varacak kadar belirgindir ve babanın yüceltilmesinin uç noktalara vardığı anlarda Schreber kendisinin cinsiyet değiştirmesinin dünyayı kurtaracak bir eylem olduğunu iddia eder. Taciz eğer somut bir durum ise çocuklar bunu saklamaya eğilimli olurlarken, fantezi düzeyinde kaldığında, Schreber olgusunda olduğu gibi bunu açığa vurma eğiliminin çok daha yoğun olduğu dikkati çekmektedir.
Babanın yüceltilmesi fantezisinin varlığı ya da yokluğu, taciz olgularının fantezi olup olmadığının anlaşılması açısından psikanaliz sürecinde çok işe yarayan bir ayıraç görevi görebilir
KAYGIMIN AZALABİLMESİ İÇİN BANA BİR ÖKLİD ALANI VERİN
MUTLUHAN İZMİR
Korku, panik, kaygı, anksiyete, obsesyon, stres bozuklukları, günümüzde insanların yakasını bırakmayan canavarlar. Oysa teknolojik atılımımızın zirvesinde olduğumuz bu dönemde hiç de böyle çocuklar gibi korkak ve şaşkın bir hale geleceğimizi beklemiyorduk. Hepimiz Uzay Yolu dizisindeki Kaptan Kirk gibi telefonlarımızı açıp dünyanın öbür ucuyla konuşacak hale gelmedik mi? Uçağa atlayıp en uzak mesafelere saatler içinde ulaşabiliyoruz. İnternete girip her konuda bilgi sahibi olabiliyor, binlerce kişiye anında sesimiz oturduğumuz yerden duyurabiliyor, uzaydan dünyanın herhangi bir yeri ile ilgili görüntüleri izleyebiliyoruz. Kuantum falan derken evrenin sırlarını da çözdük. O halde ne oluyor bu insanlara, neden bu kadar zavallı bir hale geldiler? Hemen herkeste rastlanan bu psikiyatrik bozuklukların azalması beklenirken neden böyle sıklaştı bu hastalıklar? Uygarlık ile teknolojik gelişmenin aynı şeyler olmadığını anlıyoruz bu noktada. Uygarlık, insanın kaçınılmaz biçimde içine düştüğü yabancılaşma sorununa en sağlıklı çözüm bulabilmesini sağlayan düzendir diyebiliriz. Demek ki günümüzde sık rastlanan bu psikolojik sorunların nedenini iyi anlayabilmemiz için önce yabancılaşmayı iyi anlayabilmemiz gerekmektedir.
Yabancılaşma, psikanalitik alanın en önemli kavramlarından ve insanın varoluş çabasını başlatan en önemli etkenlerden birisidir. Anne karnından çıkmak, yani anneden ayrılmak, her canlı için yabancılaşmanın başlangıcıdır ve yabancılaşma aynı zamanda yoğun bir kaygı oluşmasına da neden olur. Yabancılaşmanın aşılması kaygıyı ciddi oranda azaltır her canlıda. Bunun olabilmesi için anneden kopan canlının dış dünyayı kendisine aşina bir alan haline getirmesi gerekir. İçine doğduğu dış dünyayı kendisine aşina bir alan haline getirme çabasına varoluş çabası diyoruz. Bu süreç, anneye en uzun süre bağımlı yaşamak zorunda olan ve anneden tam olarak koptuktan sonra bile tek başına bir yaşam sürdürme olanağı olmayan insan için ‘yaşamın ta kendisi’ diyebileceğimiz bir süreçtir. Başka kişilere ya da yapılara olan bağımlılığından kurtulması olanaksız olan yegane canlı insandır ve bu bağımlılık onu bağımlı olduğu ilişkilerin içinde, sürekli olarak anlam aramaya itecektir. Bağımlı olduğu ilişkinin, o kişi için olumlu bir anlam taşıması durumunda birey sağlıklı bir hale gelecektir. Olumlu bir anlamın kurulamaması durumunda ise insanlar yabancılaşma duygusunu aşamamakta ve bu da kaygı, korku, panik, stres ve obsesyon gibi belirtilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu duruma bir çözüm olarak sunulan bağımsız bir birey olma hedefi ise gerçekçi olmaktan çok uzak hayali bir hedeftir çünkü somut bir dünya içinde yaşayan bir bireyin kimseye bağımlı olmadan yaşaması olanaklı değildir. Özgürlük söylemleri bu açıdan, bağımlılığının zincirinden hiç kurtulamayacak bir canlı olan insan için çok kışkırtıcı ve baştan çıkartıcıdır ancak aldatıcıdır. Tek çözüm, yabancılaşmaya karşı insanın içinde bulunduğu mekânı anlamlı hale getirmektir ki insan kaygı, korku, panik ve obsesyon gibi duygulardan kurtulabilsin.
Günümüzün insanı, bu anlamı oluşturmakta başarısız olmaktadır. Çünkü insanın içine doğduğu dış dünyanın anlamı, bireyin kendi içsel dünyasından ve kendi başına kuracağı bir hayalden kaynaklanamaz. Bu anlam toplumsal bir anlamdır; ancak üretim ilişkilerini, toplumsal yapıyı, gelmişi ve geçmişi kapsayan bir anlam bireyi olumsuz duygulardan kurtarabilir. Şimdi bu olumsuz duyguların içinde debelenen, çocuk gibi korkan, panik içinde olan, kesinliği yitirdiği için obsesyonların pençesinden kurtulamayan bireyin anlam veremediği mekânı analiz edelim.
Doğduğumuz anda mekânda tüm gereksinimlerimizi karşılayan bir anne, yasa koyucu gözüyle gördüğümüz bir baba ve gereksinimlerini doyurmaya çalışan bir canlı olarak kendimiz varız başlangıçta. Bu konfigürasyon, insanın yaşamının sonuna dek dış dünya algısının iskeletini oluşturan bir yapıdır. Bu nedenle mekânı analiz ederken önce üretim ilişkilerine bakmak gerekir. Üretimi kim yapıyor? Birey anneye olan bağımlılığını ne kadar azaltabilmiş, yani kendi gereksinimlerini üretebilecek yeterlilikte mi? Bu açılardan günümüzde mekân alabildiğine Kafkaesk bir zeminde Orwell ‘in distopyasına benzemektedir. Neden Kafkaesk, çünkü günümüzün post modern dünyasında, tüm gereksinimlerimizi karşılayan bir anne muadili olarak sermaye, devletleri esir almış durumdadır. Bu çağda toplumlar ataerkil düzenden anaerkil benzeri bir düzene geçmiş durumdalar ve bireyleri de bu anlamda gereksinimlerinin tek tedarikçisi olan sermaye-anneden kopamayan bireylerden oluşuyor. Devletin geçmişte aristokrasi ya da feodal-dinsel güçlerin eline geçtiği olmuştu ancak tarihte ilk kez insanların tüm gereksinimlerini karşılayan böylesine güçlü bir üretim zincirine sahip sermayenin gücü devletlerin gücünü aşacak duruma gelmiştir.
Sermaye-anneden kopamayan bir kişinin yaşamı, somut bir gerçek değil sanal bir gerçekliktir. Bu nedenle söz konusu olan gerçek değil de gerçeklik ise, bugün toplumların gerçeklik duygusunu yolundan çıkartmak artık zor değildir. Çünkü toplumlar artık gerçek bir zeminde yaşamıyorlar eskisi gibi; ihtiyaçlarımız para karşılığında karşılandığı için somut koşulların içinde üretim yapmamız gerekmiyor. Paraya sahip olan merciin uygun gördüğü davranışları yaparak, düşünceleri benimseyerek paraya ulaşabiliyoruz. Yaşam alabildiğine bir hayal dünyasına ve imgesel bir yapıya dönüştü. Kendi gereksinimlerini üretemeyen ve bütünüyle tüketici konumuna gelmiş bireylerden oluşan toplumlar için bunun başka türlü olabilmesi de olanaksızdı zaten. Ancak burada insanların umudunu kırmaya çalışan bir hümanizma karşıtlığı yaptığım sanılmasın. Psikanalizin kötüye kullanımı ile ilgili bir noktaya dikkat çekmektir asıl amacım.
19. Yüzyılın sonlarına doğru psikanaliz sayesinde insanın zihninin, her şeyin farkında olan ve her olasılığı hesap eden, doğru davranışın ne olduğunu kendisine gösteren yekpare bir bilinçten oluşmadığı, bilincin yanında devasa bir bilinçdışının da bulunduğunun anlaşılmasıyla birlikte insan zihnine karşı bir güvensizlik başladı. 20. Yüzyılın sonuna doğru post-modernist akımların zirveye çıkmasıyla birlikte insan zihninin kendi başına hiçbir şeyi anlayamayacağı, anlasa bile yanlış anlayabileceği inancı ile insan zihnine olan güvensizlik zirveye çıktı. Bu durumun etkisiyle, hümanizma karşıtlarının etkileri, neredeyse kendilerinin dışında kimseye söz hakkı tanımayacak derecede, hatta bir diktatörlük derecesinde artmış oldu. İnsanın yaptığı hiçbir şeye güvenilmez, insan zihnine güvenilmez, insan zihniyle oluşturulmuş tüm düzenlere karşı çıkalım mottosu ile yayılan bu akımlar, tüm dünyayı egemenliği altına almayı hedeflemiş olan küresel sermayenin amaçlarına çok uygun düşen bir zemin oluşturuyordu.
Anti-hümanizma, post-modernizm ve tüm dünyayı kontrolü altına almayı hedefleyen küresel sermayenin buluştukları ortak zemini önce tanımlamakta yarar vardır. Egemenliğini tüm dünyaya yaymak isteyen ve önünde hiçbir engel görmek istemeyen sermayenin en çok yakındığı şey, kendisine engel çıkartan ve sınırlar koyan hümanizma eseri devlet yapıları idi. Bu yapıların ortadan kalkmasıyla birlikte kendisinin hareket alanının genişleyeceğini, egemenlik alanını daha rahat genişletebileceğini biliyordu. Anti-hümanizma ve post-modernizm, devlet olarak adlandırılan yapıların hepsine insan eseri olduklarından dolayı temelden karşı oldukları için küresel egemenliğini kurmak isteyen sermaye için doğal birer işbirlikçi haline geldiler. İnsan zihninin bilinenden farklı çalıştığını ortaya koyarak doğru bir noktadan yola çıkan bu hareketler ne yazık ki faşizm olarak niteledikleri hümanizm ürünü yapılanmalara karşı olmak adına daha büyük bir faşizmin işbirlikçisi haline geldiler. Bu büyük faşizm, şimdiye dek bilinenlerden çok farklı, insan zihnini ele geçirip onu ezbere konuşan, düşünmeden otomatik hareket eden bir otomatona çeviren ve insanın bağımsız düşünmesini bütünüyle engellemek için elinde büyük olanakları olan çok karmaşık bir yapıda, görülmesi ve elle tutulması çok zor olan bir faşizm türüdür. Yaşamımızdaki distopik renklerin nedeni, anlaşılması ve çözülmesi zor olan bu yapının mekânımız üzerinde yaptığı dönüşümdür.
Hümanizma karşıtlarının ve post-modernizmin çıkış noktalarına dönersek, Freud’un büyük keşfi olan bilinçdışı, insanın her zaman bilinçli biçimde hareket etmediğini ve çoğu yerde neyi neden yaptığını bilmediğini bize göstermiştir. Histeri üzerine yaptığı çalışmalarda Freud, insanın, görünen bilincinden ayrı bir başka bilincin etkisinin altında kaldığını göstererek bu bilinç türünü bilinçdışı olarak adlandırmıştır. Bilincin bölünerek bir tarafının gizlendiği durumlar insanların içinde yaşadıkları toplumun yapısına göre artıp azalmaktadır. Bazı toplumsal yapılar bilincin bölünmesini arttırıp bilinçdışını daha güçlendirirken bazıları ise bu bölünmenin insanı daha az etkileyen düzeyde kalmasına neden olmaktadır. Bilinen soru şudur; böyle bir bilinç yapısına sahip olan insan doğruyu ne kadar bilebilir? Bilincimizin bölünmüş yapısı bizim doğruyu bilmemize engel midir? Bilinciyle konuşan, yazan özne ne kadar bilinçdışının etkisi altındadır, biz bunu nasıl bilebileceğiz?
Bu sorular yerinde sorulardır ancak insan aklına olan güvensizlik, toplumları belirsizlik ve düzensizlik içine iterek öndersiz bırakmıştır. Bireyin yabancılaşmayı aşabilmesine en çok yardımcı olacak şey, onun zihninin içini değil dışını yani yaşadığı mekânı düzene sokmaktır. Bu düzeni kim getirecek? Sorunun yanıtı bu noktada düğümleniyor çünkü insan aklına olan güvensizlikten yola çıkarak toplumlara düzen verilme çabasının yanlış olduğuna kanaat getiriyoruz. Artık kimse toplumlara önderlik edebilecek ve doğruyu bilen bir insan olacağına inanmamaktadır. Kafası bu nedenle çok karışık olan entelektüeller, insan zihniyle üretilmiş hiçbir büyük projeye güvenmemekte, çareyi anı yaşamak ve bedensel hazların rehberliğinde hedefler oluşturmakta bulurken geri kalan halk kitleleri doğrunun ancak ilahi bir yoldan anlaşılabileceğine kanaat getirerek dinsel temaları öne çıkartan kişilerin peşine takılmayı tek çıkış olarak görmektedirler. Oysa insan zihnine halen güvenebilecek durumdayız ve psikanaliz ile başlayıp da kuantum fiziği ile devam eden yeni verileri kullanarak, bizi insan zihnine güvenmememiz gerektiği noktasına taşıyan kişilerin yaptığı önemli bir çarpıtmayı gözden kaçırıyoruz.
Psikolojik sorunlar, insanları Riemann alanına mahkum etmekten kaynaklanıyor
Bunu daha iyi açabilmek için mühendislik gibi teknik alanda çalışanların da daha rahat anlayabilecekleri bir örneğe odaklanalım. Bildiğiniz gibi, yakın zamana dek tüm uzayda Öklid geometrisinin geçerli olduğuna inanarak tüm hesaplarımızı yaptık. Bu geometri türünün bazı aksiyomları vardır ve bunlardan birisi de iki paralel doğrunun sonsuza dek kesişmeyecekleri gerçeğidir. Oysa şu anda anlamış durumdayız ki uzay bizim zannettiğimiz gibi bir uzay değil. Üzerine doğruları çizdiğimiz zeminler uzayda eğiliyor, büzüşüyorlar ve iki paralel doğru eninde sonunda bir yerde kesişiyorlar. Bu yeni geometriye Riemann uzayı denir ve bu uzay bizim alışkın olduğumuz uzaydan çok farklıdır. Yani bizim bildiğimiz ufak Öklid uzayının kuralları, daha büyük çaplı olan Riemann uzayının içinde işlemiyorlar. Peki, bu durum bizim hiçbir şeyi doğru yapamayacağımız anlamına mı gelir?
Bu sorunun yanıtı bence hayır; çünkü biz Riemann uzayında değil Öklid uzayının kurallarının geçerli olduğu ufak bir uzay parçasında yaşamımızı sürdürüyoruz. Yaptığımız hesaplamalar da bu boyutta bütünüyle doğru çıkıyor. Öklid uzayı bizim var olduğumuz, duyularımızla algılayabileceğimiz, somut olarak görüp bilebileceğimiz tek uzay biçimi. Şimdiye dek Öklid uzayında, bu uzayın kurallarına göre yapmış olduğumuz tüm hesaplar doğru çıktı ve bu doğruların zemininde insanlık çeşitli uygarlıkları kurdu. Algılayamayacağımız ve duyumsayamayacağımız bir başka uzayın varlığının bizi toptan hatalı zemine ittiğini iddia etmek bilgisizlik ya da art niyetten kaynaklanmaktadır. Demek istediğim şu ki, bir bilinçdışımızın olmasına karşın eğer biz insanların içinde yaşadıkları gerçekliği bilinçleriyle algılayabilecekleri hale getirebilirsek, hümanizma doğrulanmış olacaktır. Yani insanlar, içinde yaşadıkları gerçeklikte, üretim ilişkileri, bilgi akışı, benlik algısı gibi konuları zihinleri ile algılayabilecekleri bir basitlikte ve netlikte önlerinde bulabilirlerse doğruyu bulmakta sorunları kalmıyor.
Ancak küresel sermaye ve onun toplumlara hakim olan propaganda aygıtları, bu konuları insanların algılayamayacağı kadar karmaşık, anlamsız ve bulanık bir hale getirmiştir. Bu belirsizlik ise üretim toplumu olarak değil, tüketim toplumu olarak yaşayan toplumlarda en üst düzeyine çıkmakta, liberal ekonomi, insanların içinde yaşadıkları gerçekliği, yukarıdaki örnekteki gibi Öklidci bir yapıdan uzaklaştırarak Riemann uzayı benzeri bir yapıya dönüştürmektedir. Bu durumda insan içinde bulunduğu mekânı anlamlandıramamaktadır. Oysa insan, sadece kuralları belirgin ufak bir Öklid alanında doğruyu-yanlışı çok başarılı biçimde birbirinden ayırabilecek bir zihinsel yeterliliğe sahiptir. Doğanın içinde yaşayan insan için bu kuralları doğa koyarken, doğadan uzaklaşan insan için kuralları koyacak bir mercie olan gereksinim çok yaşamsal bir düzeydedir. Sonuçta insan, içinde yaşadığı mekân belli kurallara sahipse çok başarılı biçimde bu mekâna uyum sağlayabilmekte, o mekânda yaşamını sürdürebilmesini sağlayacak göz kamaştırıcı yenilikler icat etmektedir.
Mekânın kuralları belirsizleşmişse, neyin neden ortaya çıktığını anlayamayan, neden sonuç ilişkisi kurmakta zorlanan, kafası karmakarışık olmuş insanlar ve toplumlar oluşmaktadır. İnsan eliyle toplumsal kuralların konulmasına karşı çıkan bir koalisyonun, insanlığı getirdiği nokta budur ne yazık ki. İnsanların çevrelerini, ötekileri ve kendilerini doğru algılayabilmeleri için gereken kurallar dizisi ortadan kaldırılmıştır ve yeni kuralları koymanın önü de anti-hümanizma ile tıkanmaktadır. Toplumlar, bireylerin birbirleri ile sağlıklı biçimde ilişki içine girebilmelerini sağlayacak kuralları ortaya koyabilecek yetideki öncüleri yetiştirememektedir çünkü artık insan zihnine olan inanç çökmüştür. Öncüleri beklentiler yaratır, beklenti yoksa bir toplumda o toplumun öncüsü de yetişmez. Kuralların insan eliyle koyulmasının önü, kâh ‘insan neyi bilebilir ki, doğruyu sadece Tanrı bilebilir’ şiarıyla, kâh anti-hümanizmanın ve post-modernizmin insan zihnine yönelik kuşkuculuğu, güvensizliği ile kesilmekte, sonuçta liberalizmin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ noktasına mahkûm kalmaktayız. Oysa insanlar binlerce yıldır kurmuş oldukları uygarlıklarda bir arada yaşamalarını sağlayacak kuralları başarı ile yaratmışlar, birlikte üretim yapmışlardır.
Kentleşme, Öklid alanını yok etmektedir
Bildiğiniz gibi artık insanlar genellikle büyük şehirlerde yaşamaktadırlar. Şehir, teknolojinin gelişmesi ile birlikte doğanın kurallarından kopuk hale getirilmiş izole bir mekândır. Doğa kuralları bir mekânda işlemiyorsa, başka kuralların bunların yerine konulması gerekir ki insanlar kaygılarından kurtulabilecekleri bir anlamı oluşturabilsinler. Dünyanın herhangi bir yerinden kopup gelmiş, birbirleri ile akrabalık, kültür bağlantısı olmayan milyonlarca insanın bir araya toplandığı kent dediğimiz mekânı yönetmek her devletin altından kalkabileceği bir iş değildir. İşte yolları, köprüleri, apartmanları yaptık, haydi siz de bir arada paşa paşa yaşayın demekle olmuyor bu birbirine yabancı insanları bir arada yaşatmak. İnsanların birbirlerine nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen kuralların belirlenmesi gerekir ki bu kalabalık güruh birbirine rahatsızlık vermeden yaşayabilsin. Anlam, bu kurallardan üretilebilmektedir yalnızca. Kurallar kentlere gökten zembille kendiliğinden inmedikleri için, mekânın anlamlı hale getirilmesi görevini yerine getirecek öncü kişilerin ve kurumların olması gerekir. Özellikle tek tanrılı dinler, uzun süredir şehirleşerek yaşayan insanlar için bu anlamı oluşturma görevini yerine getirmişlerdir. Aristokrasi ve din işbirliği, şehir insanına Aydınlanma Devrimi’ne dek bu anlamı verme görevini üstlenmiştir. 18. Yüzyıldan itibaren Aydınlanma Devrimi ile birlikte seküler bir toplumsal yasanın ortaya konulması eğilimi güç kazanmıştır. Ancak 18. Yüzyılda bile şehirleşme oranı çok düşüktür ve dünya üzerinde insanların çoğunluğu kendi üretimini yaptığı mekânlarda (köyler) yaşamaktadır. Aydınlanma Devrimi sonrasında, dinsel güçlerle işbirliği içindeki aristokrasi ile sermayeyi elinde tutan güçlerin karşısına, her vatandaşın hakkını koruyacak biçimde yapılanmış seküler bir ulus devleti ya da daha sonraları sosyalist bir devlet yapısı koyma girişimi, sermayenin çok güçlenerek devletleri kontrolü altına almasıyla 20. Yüzyılın sonlarında zayıflamıştır. Bunun sonucunda, mekân yeniden anlamsızlaşmıştır ve sadece tüketimin yapılacağı bir mekâna dönüşmüştür. Şehirde toplanan insanların eşit vatandaşlık zeminindeki ulus ülküsü ya da eşit paylaşıma yönelik toplumcu bir ülkü içinde bir anlam bulmalarının, topluca üretim yapabilmelerinin, bu üretim zincirinde konumlandıkları yeri bir kimlik olarak benimseyerek sağlıklı bir kimlik edinebilmelerinin önü kesilmiştir.
Bu nedenle anlamsızlaşan mekânda kimlik arayışına giren birey, hazırda sorununu çözebilecek bir çözüm yolu bulamayınca, geçmişin yapılarına dönerek etnik ya da dinsel kimliklere sarılma eğilimine girmektedir. Ama emperyalist devletlerin büyük şehirlerde yaşayan bireyleri, ekonomik yapının başat güçleri olan şirketlerde kendilerine iş edinerek kimliklerini bu işteki pozisyonları üzerinden kurabilme olanağına kavuşabilmektedirler. Sömürülen devletlerin büyük şehirlerde yaşayan bireylerinin bu yoldan bir kimlik kurabilme olanakları çok daha azdır çünkü o devletler, vatandaşlarına iş, dolayısıyla bir kimlik verebilecek şirketlere sahip değillerdir. Sömürge ülkelerde en iyisi, yabancı sermayeli bir şirkette iş bulma olanağına kavuşabilen birey, bu iş üzerinden kimliğini kurabilmekte, ancak bu olanağa sahip olmayan diğer bireylerle arasına derin bir yabancılaşma uçurumu girmektedir. Ancak bu biçimde bir şirkette iş bulma yoluyla kimlik sahibi olmak, kalıcı olmayan ve işten ayrıldığımızda kimliği de yitirmemize neden olacak, tedirginlik yaratan bir çözüm biçimidir. Toplumlar bu nedenlerle bukalemun kimlik dediğimiz değişken kimliklerle dolup taşmaktadır çünkü mekân, sabit bir kimlik edinebilmemize olanak tanımamakta, her şeyin uçucu bir niteliğe sahip olduğu algısının güçlenmesine neden olmaktadır.
‘Yaşadığım şey ne derece gerçektir’ sorusunu sıkça sormaya başlayan insanların temel sorunu bu geçicilik ve uçuculuktur. Bu ise mekânı daha da anlamsızlaştırmaktadır çünkü mekân, öteki bireyleri bireyin kafasında saygı duyulacak gerçek bir konuma oturtabildiği oranda anlamlıdır. Oysa kendi konumundan bile emin olmayan birey, ötekinin varlığına saygı duyup duymaması konusunda tereddüt içinde kalmaktadır. Bu anlamsızlaşma ve yabancılaşma, günümüzde sıkça gözlediğimiz şiddet eylemlerinin korkunç bir boyutta artmasına neden olmaktadır. Seküler gibi görünen şirket temelli, kişiyi tüketime en çok yakın tutan kimlik ile tüketime uzak kalmak zorunda kalanların sarıldıkları geçmişten hazır halde alınmış dinsel ve etnik temelli kimlikler kaçınılmaz olarak birbirine karşıt olarak konumlanacaklar ve birbirlerini tehdit olarak algılayacaklardır. Bireyler, sermaye annenin ya da geçmişten taşınmış hayali annelerin kucaklarından inemeyen Ödipuslara dönüşmüşlerdir.
Orwell’in üstünde sıkça durduğu gerçeklik duygusunun yolundan çıkartılması meselesi bu açıdan günümüzün koşullarında çok kolay yapılabilecek bir müdahaledir çünkü zaten güncel gerçeklik, kucağından inilemeyen bir annenin, somut dış koşullardan bağımsız olarak her gün yeniden ve yeniden belirleyebileceği kodların zemininde kurulur hale gelmiştir. Gerçekliğimiz elle tutulamaz, gözle görülemez, duyumsanamaz bir muğlaklık, belirsizlik ve bulanıklıktır. Bu belirsizliklerden kurtulabilme çabası içindeki insanlar umutsuzca sanal âlemde tutunabilecekleri bir yer arıyorlar ve bu gereçlerden uzak kalamıyorlar. Böyle bir gerçeklik zaten yüzleşecek bir gerçeklik değil. Bu gerçeklik içindeki şaşkın ve ne yapacağını bilemez durumdaki insanın duygularını antidepresan alarak köreltmek dışında bir seçeneği kalmıyor tabii ki. İnsanların duyguları alarm vermektedir çünkü içinde yaşadıkları düzen yanlış bir düzendir ve alarm veren duygularımız dünyaca bir felakete doğru sürükleniyor olduğumuzu bize bildirmektedir. Eskiden duygular insanların kötü durumlardan kurtulabilmeleri için yön gösterici olurken şimdi çözüm olmayan bir dünyada duyguların susturulmasının dışında bir seçenek bulamamaktayız.
HEDDA GABLER - HENRIK IBSEN
İmgesel Kimlik:
Hedda’nın imgesel kimliği, toplumda tanınan ve saygı duyulan bir general olan babası ile arasındaki ilişki çerçevesinde oturmuştur. Hedda’nın babası, saygın ve mükemmel görünen kimliği ile içinde bulunduğu toplumda saygın bir kişilik ve bir güç simgesidir. Minik Hedda özel günlerde yapılan ve herkesin seyretmeye koştuğu geçit törenlerine, babası ile birlikte at üstünde geçit yaparken, yaşıtlarına tepeden bakarak katılmaktadır. Uzun siyah süvari kıyafeti ve başındaki tüylü şapkasıyla hayranlıkla seyredilen bu imge, özellikle yaşıtlarının arasında Hedda’ya çok ayrıcalıklı ve imrenilen bir konum sağlamıştır. Hedda bu haliyle toplumda herkesin hayran olduğu ideal bir imge haline gelmiştir. Freud’un “O nerede ise, Ben orada oluşacaktır” saptaması doğrultusunda bu ideal imge, Hedda’nın egosunun oluşabileceği yer olarak uygun bir çekim noktası haline gelir. Hedda bu ideal imgeyi kullanarak kendisine ideal bir ego inşa eder. Ancak bu ideal ego, ideal baba imgesine bağımlıdır. Hedda’nın egosunun oluşmak için zemin olarak kullandığı ideal imge, mükemmel ve güçlü general-baba imgesinin oluşturduğu portrenin ufak bir ayrıntısıdır ve Hedda yalnızca bu ideal büyük Öteki’nin imgesinin yanında iken bir ideal ego olarak varoluş bulabilmektedir. Bu bağımlılık, Hedda’nın büyümesi ve toplumun kurallar gereği, ona babasından koparak bir başka erkekle ilişki içinde olmasını dayatması sonucunda Hedda’yı zorlamaya başlayacaktır. Hedda, ya toplumun idealine oturan bir erkek bulup, onun yanında ideal bir ego olarak varoluşunu sürdürerek babasının yanında iken yakaladığı imgesel kimliğini yaşatabilecektir ya da erkek egemen toplumun simgesel evreninin içinde, herhangi bir kadın olarak kaybolup gidecektir. Simgesel evrene geçiş Hedda için ideal imgesel dünyası ile birlikte imgesel benliğini de ölüme terk etmek anlamını taşımaktadır. Hedda iki kimliğinden birini tercih etme zorunluluğu içinde sıkışmıştır.
Herkesin evlenmek istediği mükemmel Hedda aslında bencil, kimseyi kırmaktan çekinmeyen, kıskanç (kocasının eski sevgilisi olan Elvsted’in gür saçlarını halen kıskanır), seyrek saçlı, çocukken kendisinden küçük olan çocukları korkutan bir kimliktir. Sevgilisi kendisinden ayrılmak istediğinde onu tabanca ile vurmaya kalkan, lükse düşkün, kendisini rahat yaşatmayı kafasına koyduğu için kocasıyla evlenecek biçimde hesapçı ama ona sadık kalmayı da kafasına koymuş birisidir. Gerçek Hedda, imgesel-mükemmel egoya kıyasla çok sayıda olumsuz özelliklere sahiptir ve bu olumsuzlukları kendisine anımsatan her şeye karşı çok sert tepki vermektedir. Gerçek dünyanın tatsız görüntüler yansıtan aynasından hayallere dalarak kurtulmaya ve general babasının tabancaları ile teselli bulmaya çalışmaktadır. Gerçeğin aynası ile kendisini yüzleştiren şeyler onun kâbusu gibidir; sürekli ve sonsuza dek, kendisine ideal kimliğini vermekten aciz bir kişiyle olmak gibi… Bu nedenle Hedda zaman zaman kendisine bile açıklayamadığı biçimde hâkimiyetini yitirerek istemediği şeyler yapar (146). Çünkü içinde bulunduğu toplum onu bir erkekle sürekli olarak birlikte olmaya zorlamaktadır ancak babası gibi saygın ve kendisine ideal egosunu yaşatma olanağını verebilecek güçteki bir erkeği nasıl bulacaktır? Bu sıkışmışlık onun açısından oldukça sinir bozucudur.
Bağımsız olamamak ve bir erkeğe mahkûm hissetmek… Hedda için bu cehennemi durumdan çıkış yolu oldukça dar ve engebelidir. Öyle bir erkek olmalı ki, hem ona toplumda istediği konumu getirebilsin, hem de onun özgürlüğünü çok kısıtlamasın ve kendisini babası gibi karşılıksız sevsin. Bu hesapları alt üst edecek biçimde ortaya çıkan aşk ve cinsel duygular, Hedda’yı, yetenekli olduğu kadar etkileyici, ancak birtakım zaafları yüzünden pek de uygun olmayan birine ilgi duyar hale getirmiştir. Lövborg’un olağanüstü yeteneklerini anlayabilecek derecede zekidir Hedda. Kocasının yıllarca uğraşıp da yazamadığı olağanüstü eseri Lövborg bir çırpıda yazabilmiştir. Ancak toplum henüz bu yetenekleri anlayabilecek ve ödüllendirebilecek düzeye gelmemiştir. Belki daha başka bir zamanda bu yetenekleri sayesinde babasının yerini tutabilecek bir konuma sahip olabilecek olan sevgilisi, şu an için bu konuma ulaşabilmekten uzaktır. Lövborg’un yarattığı eser, Hedda’nın aradığı ideal erkeğin kocası olmadığını onun yüzüne bir tokat gibi vurur ve evliliğinin kendisine istediği ideal kimliği vermekten uzak bir kurum olduğu gerçeğiyle onu yüzleştirir. Hedda’ya özel imgesel kimliğini verecek olan ideal yetenek kocasında değil, eski sevgilisi Lövborg’dadır. Ancak Lövborg ile evlenememiştir çünkü ona zamanında duyduğu aşk ve cinsel çekim Hedda’yı kontrolünü yitirecek derecede zayıf hale getirmektedir. Bu tutkuların insanı mükemmelden uzaklaştıran, iradesini sıfırlayan bir yanı da vardır. Bu tutkulara kapılmak demek, Hedda’nın içinde bulunduğu toplumda bütünüyle bir erkeğin tahakkümü altına girmek ya da toplumdan dışlanmak ve erkeklerin eğlencesi haline gelmek anlamına gelmektedir. Oysa Hedda, bu tutkulara kapılarak bir erkeğin esiri olma riskini göze alacak durumda değildir, bağımsız ve özel olmak istemektedir. Hedda titiz biçimde mükemmelliğini koruyacak koşulları yaşamında tesis edebilmenin yolunu gözetmek durumunda olduğundan dolayı, cinselliği ve aşkı denemekten kaçarak sevgilisinin deneyimlerini dinlemekle kendisini sınırlar. Bu nedenle kontrolünü yitirmemek için sevgilisi ile mahrem şeyleri bile konuşurken babasının bulunduğu salonda olmayı tercih eder. Babasının sırtı kendilerine dönük olarak oturarak gazeteleri okuduğu salonda, sevgilisi Lövborg ile kanepede yan yana oturarak, sevgilisinin itiraflarını, mahrem yaşamını içerecek biçimde her şey hakkında onu sorguya çekmek, hem onu iradesiz kılacak tutkulara karşı güçlü kılmakta hem de bu tutkularını hayalinde dahi olsa deneyleme olanağına kavuşmaktadır (158-159). Sevgilisi yıllar sonra bu davranışının ne anlama geldiğini sorduğunda Hedda şöyle söyler: “bir genç kız fırsat yakalamış…, tamamen gizli saklı şeyleri… bir dünyayı birazcık da olsa içinden görebilmek sevinci, o dünya ki, kendisine yasak edilen bir dünya” (159). Sevgilisi ile konuşmayı çok derinleştirip ama yakınlaşmaya izin vermeyip de sevgilisi tecavüze yeltenecek derecede kontrolünü yitirdiğinde paylaşımlar tehlikeli hale gelir ve sevgilisinin tecavüz girişimine maruz kaldığında onu vurmaya yeltenir (159).
Hayran olduğu Lövborg ile aseksüel bir ilişkiyi sürdürebilme olanağının kalmamış olduğu ortadadır. Hem Lövborg’u hem de kendisini tutkularının esiri yapan vücutları olmasa, babasının yerine geçebilecek derecede yetenekli ve birikimli birisi olarak onunla ideal düzeyde bir zihinsel ilişki içinde yaşama olanağına kavuşabilecekti ama vücutlarından kurtularak yaşamalarının yolunu bulmak mümkün mü? Gerçi onda çok özel bir şeyler vardır ancak toplum içinde düşkün bir adam olarak tanınan Lövborg ile evlenmesi de mümkün değildir. Hedda için başka birisine duyduğu sevginin ve aşkın gücü, hiçbir zaman kendi ideal imgesine olan hayranlığının gücünü aşamamıştır. Vücudunun çılgınca arzuladığı, zihinsel yeteneklerine hayran olduğu sevgilisi ile ölmeden bir arada olmak, Hedda’yı terk etmiş olduğu vücudunun arzularına esir edecek ve imge ile yakalamış olduğu insanüstü durumu yitirerek yeniden insansı hale geri dönmesine neden olacaktır. Özgürlüğünü arayan Hedda, İmgesel ikilinin içinde, yani ideal Öteki’nin sevdiği ideal benlik olarak tutsak kalmıştır. Bu tutsaklıktan tek kurtuluş yolu ölümdür. Vücudundan çıkarak ideal bir imgeye dönüşen Hedda, vücudunun çağrıları dayanılmaz bir hal alınca intihar ederek, imgesel varlığının yarattığı esaretten kurtulur. Eski sevgilisini de intihara sürükleyerek, imgesel evrende bir araya gelmelerini engelleyen en büyük engel olan vücutları ortadan kaldırmış olur. Sıradan insanlar olarak gördüğü eşini ve onun eski sevgilisini ise bir araya getirir.
Simgesel kimlik:
Hedda’nın içinde yaşadığı toplumun simgesel yapısı, kendisine bağımsız ve saygın bir kişiliği sunacak bir yapı değildir. Bu yapı, erkeklerin uymak zorunda oldukları prensiplerine sadık kalamama özgürlüklerinin olduğu ama kadınların hiç hata yapmamaları gereken bir toplumun yapısıdır (178). Erkeklerin hataları hoş görülmekte, kadınlar için ise hata, telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurmaktadır. Kadın ya erkeğe körü körüne biat etmeli ya da hata yaptığı anda toplum dışı kalmayı, erkeklerin eğlencesi olmayı göze almalıdır. Bu nedenle donmuş ideal bir imge, böyle bir toplumsal yapıda hatasız yaşayabilmenin de güvencesidir. Vücudu unutarak yaşamak, tutkuların esiri olarak hata yapmanın da önüne geçecektir. Hedda bu nedenle ancak bir ideal imge iken hata yapmadan ve özgürce, her türlü kuralın üstünde yaşayabileceğine inanmaktadır. Bu korkular, Hedda gibi bir kadının imgesel kimliğini terk ederek simgesel kimliğini güçlendirmesinin önünde büyük bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.
Bir başka erkek Hedda’nın ideal imgesini yaşatmaya yardımcı olabilecek midir? Aslında zeki ve yetenekli bir kadın olan Hedda, toplumun kurallarının ne kadar yüzeysel ve ikiyüzlü olduğunu anlamıştır ve onlara gözü kapalı biat edecek noktayı geçmiştir. Ancak o, özel birisi olarak kalmak istemektedir. İçinde yaşadığı toplumun o günkü durumu gereği bir kadın için özel olmak, toplumun özel olma konumunu bahşettiği bir erkeğin değer verdiği bir kadın olmakla mümkündür. Bu nedenle babasının dışında bir ideal erkek imgesini aramaya ve onun yanında bir varoluş aramaya zorlanacaktır. Çünkü Hedda’nın içinde bulunduğu toplum, erkek egemen bir toplum olarak bir kadına başka bir erkekten bağımsız olarak saygın bir varoluş olanağını tanımamaktadır. Hedda’nın içinde bulunduğu toplumun simgesel yapısı bu düzeydedir. Başkalarının kadına verdiği değer, onun birlikte olduğu erkeğin konumunun üzerinden yansımaktadır. Bu konuda Hedda’nın kendisine yönelik tavrı, toplumun simgesel yapısından farklı değildir. Örneğin Hedda eşinin teyzesi tarafından en zor anlarda bile keyfini bozacak şeylerin kendisinden istenmemesinin gerektiği bir üstün insan gibi algılanmasına karşın (189), toplumda ideal bir yere sahip olamayan bir kadından yansıyan bu mükemmel imge onu tatmin etmez. Çünkü o, bu yansımanın çocukluğundaki gibi daha geniş çaplı olmasını arzulamaktadır, sadece eşinin ailesiyle sınırlı bir yansıma ona yetmemektedir.
Hedda, ideal imge ile birlikte yakalamış olduğu özgürlüğünü terk edemeyeceğini son sahnede hakim ile olan konuşmasında şöyle anlatır: “Ama ne var ki hakimiyet hep sizde olacak. Sizin arzularınız ve istemlerinize tabi olacağım. Bu, özgür olmamak demek. Yani bir tür esaret! Böyle bir şeye katlanamam” (204). Hedda, ne sevgilisine, ne topluma, ne aşka teslim olmak istemiyordu. Bu nedenlerle aşk, içten bir dostluk, vefalı olmak, borçlu hissetmek gibi duyguların hepsini kendisini esarete götürecek duygular olarak kendisine yasaklamıştır. Ancak bir ideal imgenin esiri olduğunun da farkında değildir. İdeal imgeden kurtuluş için onu cezp edecek bir simgesel yapıyı sunamayan bir toplumun içinde yaşadığı için Hedda açısından simgesele geçiş de bir kurtuluş olmaktan uzaktır.
Mantığı ona evlenmeyi zorlamıştır çünkü içinde bulunduğu toplumun simgesel yapısı onu ancak saygın bir erkekle yapacağı evlilik sayesinde içine kabul edebilmektedir. Kendisine aşk ve şehvetin getirdiği her şeyi yasaklayarak, ideal imge olarak yaşayabilmesini sağlayabilecek bir evlilik yapar. Kocasına yönelik bu tür duyguları olmadığı için bu projenin tutma olasılığı kendisine yüksek gibi görünür. Ancak eski sevgilisinin, kendisini hayran bırakan zihinsel yetilerinin ürünleri ile birlikte yeniden yaşamlarına girmesi, kocasının yeteneksizlikleri ile yüzleşmesi, onun bu evlilik içinde yarattığı bu zoraki ideal imgede yaşamını sürdürmesini olanaksız hale getirir. Evlilik projesinin uygulanmasının olanaksızlığı ortadadır. Ne ideal bir imge olarak yaşamını sürdürme, ne de bu imgeden çıkıp sıradan gördüğü insanlar gibi sıradan arzulara ve esaretlere katlanarak yaşayabilme olanağı kalmıştır.
Ibsen, Henrik. Toplu Oyunları-2, Çev: T. Yılmaz Öğüt, Mitos-Boyut, İstanbul 2011
HEGEL, İLLUMİNATİ VE İSTEĞİN BEN’İ
Mutluhan İzmir
İlluminati:
İlluminati, aydınlanmış olanlar anlamına gelmektedir. 1776 yılında kurulmuş olan bu topluluk amacını, cehaletle, baskıcılıkla ve kilisenin dogmaları ile mücadele etmek olarak ortaya koymuştur. Yukarıdaki tarihsel olaylara paralel olarak, o dönemin Almanya’sında da monarşi ile kilise tarafından bir tehdit olarak algılanan bu topluluk, baskı ile yasaklanmaya çalışılmıştır. 1800’lerin başında ünlü filozof Hegel bu topluluğun başkanlığını yapmıştır. Ancak Fransa’daki gibi bir devrim dalgasının Almanya’da da ortaya çıkmasını engellemeye çalışan güçler, iktidarlarını halka kaptırmaktan korktukları için, İlluminati hakkında komplo teorileri üreterek bu topluluğu, halkın eziyet çektiği tüm olumsuzlukların altında yatan güç olarak gösterip faaliyetini yasaklamışlardır. Bugün halk arasında, dünya üzerinde yaşanan ekonomik krizlerin, savaşların, terör eylemlerinin, Yahudi, Mason ve Komünistler tarafından ortaya çıkartıldığı ve yönetici olarak tepede bu topluluğun bulunduğu inancı yaygındır. Hatta tutucu ve irticai kesim başta olmak üzere birçok yayında, İlluminati’nin Üç Dünya Savaşı adında bir planı olduğu ve bu plan doğrultusunda dünyayı ele geçirmeye çabaladığı iddia edilmektedir. Oysa İlluminati, tek merkezden dünya yönetimine karşı, insanların beyinlerini aydınlatarak daha eşit ve adil bir dünya idealini ortaya koymuştur. İlluminati komplosunu savunan yayınlara göre, 19. Yüzyılda İlluminati’nin Yeni Dünya ve Eski Dünya’daki üstatları oldukları iddia edilen Pike ve Mazzini, birbirleriyle olan yazışmalarında dünya hakimiyeti kurabilmeleri için üç dünya savaşına gereksinimleri olduğunu saptayarak bir strateji geliştirirler. Bu yazışmalar halen varlığı kanıtlanamamış ve dokümante edilememiş yazışmalardır. Bu strateji, iddia edildiğine göre, bilinen iki dünya savaşını çıkartmakta başarılı olur, şimdi son adım olan 3. Dünya Savaşı beklenmektedir. Bu yayınlara göre, 3. Dünya savaşı ve ardından gelecek Siyonist İlluminati iktidarı yakındır. Ben de bu tür planların yapıldığına inanıyorum, ancak planları gerçekte kimlerin yaptığını ve sonunda kimlerin iktidar olmasının amaçlandığını bir kez daha düşünmekte yarar vardır.
İlluminati bir terör örgütü, Hegel ise bir terörist olmuştur bu kirli propagandanın başarıya ulaşması ile. Bu kirli propagandanın düşünsel alana yansıması ise Aydınlanma Felsefesi’nin gerilemesi olarak kendisini göstermiştir. Aydınlanma, halka millet haline gelerek iktidar veren bir düşünsel alt yapıdır, ancak halkın millet haline gelerek iktidar olmasından korkan emperyal-dinsel ittifak, en temel düşmanı olarak Aydınlanma’yı hedefine koymuştur. Güçlü bir millet, sömürgeci bir imparatorluğun önündeki en büyük engeldir.
İngiltere’nin çıkarlarıyla çelişen Aydınlanma-İlluminati
Bu paragrafı okuyup da benim İngiliz uygarlığına külliyen karşı olduğum düşünülmesin. İngiliz emperyalizmini benden çok daha sert biçimde eleştiren birçok değerli İngiliz yazar ve düşünür vardır. Birinci dünya savaşı öncesinde, Hindistan’a giden yolu güvence altına almak için Mısır ve Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarına göz diken İngiliz imparatorluğu ile Osmanlı topraklarını savunmak isteyen İttihat ve Terakki Cemiyetinin çıkarları birbiriyle çatışmaya başlamıştır. O günlerde İngiltere, Jön Türk hareketinin, İngiliz çıkarları ile çatışan ve Fransız Devrimi’ni örnek alan, milli bir devletin kuruluşuna yol açacak bir devrime yol açmasından korkuyordu. Nitekim İttihatçılar iktidara geldikten sonra, yabancı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik müdahalelerinin önünü kesmek istemişlerdir (Hepkon).
Jön Türklerin vatanlarını savunmak amacıyla Almanya’ya yaklaşmaları sonrasında çıkarları zedelenen İngiltere, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizlice Yahudiler ve Masonlar tarafından yönetildiği söylentisini yaymaya başlamıştır. Bu dönemde, bu söylentiyi yayarak Jön Türklerin halk desteğini azaltmaya çalışan İngilizlerin bu propagandasının mucidinin, 1907-1914 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği çalışanı olan Gerald Fitzmaurice olduğu bilinmektedir. Abdülhamit’i yeniden iktidara taşıyan 1909’daki ayaklanmanın mimarının Fitzmaurice olduğu yaygın olarak dile getirilmektedir. Fitzmaurice’in perde arkasındaki güç olarak kendi ülkesinin çıkarları doğrultusunda, tutucu Osmanlı Müslüman kesimini, İttihat Terakki’den soğutmak için bulduğu yöntem, daha sonra Tek Dünya Devleti kurma amacı taşıyan emperyalist güçlerin çıkarlarının zedelendiği yerlerde, bu güçlerin kendi çıkarları ile çelişen aydınları Yahudi, Mason ve Komünist olarak suçlama alışkanlığı ile sürecektir. Komplo teorisyenlerinin ortak noktası, iktidarı halka verecek olan milli ve devrimci hareketlerin hepsinin ortak bir sapkın köke sahip olduklarını iddia etmeleridir. Bu doğrultuda sürekli olarak Yahudilik, Masonluk ve Komünistlik bir araya getirilir (Hepkon). Hegel de bu karalama sürecinden nasibini almıştır.
Hegel’in aydınlanmacı varlık kavramı
İlluminati’nin başkanlığını da yapmış olan Hegel’in, insanlık düşünsel tarihine yaptığı en büyük katkı, varlık kavramını idealizmin soyut çerçevesinden çıkartarak, varlığı eylemsel bir oluşum olarak tanımlamasıdır. Hegel öncesi felsefe, insanı doğuştan gelen bir öz ile tanımlarken ve bu özü ancak tefekkür halindeki bir düşünsel faaliyet ile yakalayabilmemizin olanaklı olduğunu savunurken, Hegel insanın özünün aşılmış varlık olduğunu söyler ve özün önceden varolmadığını, sonradan insanın eylemleriyle oluştuğunu belirtir. Yani her insan kaderini belirleme hakkına, olanağına sahiptir Hegel’in düşüncesinde. Oysa insanın özünü, doğuşunda içinde saklı bir güç olarak bulunan, değişmez bir yapı gibi ele alan idealist felsefe ise, insanın kendi kaderinin dışına çıkabilmesinin olanaksız olduğunu öngörür. Bu bakış açısı, toplumun doğuştan soylular ve doğuştan köleler olarak şekillenmiş olduğunu öne süren hakim zümrelerin işine gelen bir bakış açısıdır. Buna göre herkes kaderine katlanmalı, dünyayı ve kendisini değiştirmeye çalışmamalı, siyasetle de zinhar uğraşmamalıdır. İnsanın sonradan varoluşan bir öze sahip olduğunu, özünü eylemleriyle her zaman istediği yönde biçimlendirme olanağı olduğunu söyleyen Hegel ise bu sınıfların doğal hedefi olmuştur. İlluminati topluluğunu bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır. İlluminati, ne anlaşılmaz gizemci, Kabbalist bir topluluk, ne de bir komplo üretim merkezidir, bizatihi ilerici bir felsefenin temeli olarak, daha bilimsel bakış açısı ile incelenmeye değer bir kuruluştur.
Hegel’in Devrimci ‘Ben’ Kavramı:
“İsteğin Beni”, içeriğe susamış bir boşluktan; dolu olanla kendini doldurmak, bu dolu olanı boşaltarak kendini doldurmak, -dolunca da- bu dolu olanın yerine kendini koymak, kendisinin doluluğu ile kendisinin olmayan dolu olanın ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu işgal etmek isteyen bir boşluktan başka nedir ki? (Kojéve, 42)
Elinize bir beyaz kağıt alıp, bir “şey”in resmini yapmaya karar verdiğinizde önünüzde iki yol vardır: Ya o “şey”i beyaz kağıdın üstüne elinizdeki kalem ile doğrudan çizersiniz, ya da kağıdı karalayıp, “şey”i yerleştireceğiniz yeri boş bırakarak o “şey”in biçiminde bir boşluk bırakırsınız.
“Ben” denilen fenomenin oluşum süreci bu iki yöntemden hangisini izlemektedir? Verili, bilen bir “ben”, dış dünyadan önce var olarak dış dünyayı ve dış dünyaya ait nesneleri resmedebilir mi? Yoksa “ben”, bilincin, Hegel’in deyimi ile kendinin bilinci olma aşamasında, resmini çizmiş olduğu dış dünyanın ortasında bir boşluk olarak mı ortaya çıkar? Toplumun bireyden önce varolduğu gerçeğini göz önüne alırsak, beyaz kağıdın üstüne ilk olarak çizilen fenomenin birey değil toplum olduğunu fark ederiz.
İnsanın varoluşunu daha çok ikinci durumdaki gibi görmek daha akla yatkın geliyor. Bu açıdan bilincin, Kendinin bilinci aşamasına geçmesi kilit bir aşama olarak ortaya çıkmaktadır. Kendinin bilincini oluşturan en önemli etken ise istek duymaktır. Hegel’in belirttiği gibi istek duyan bilinç, o ana dek edilgen olarak gözlediği dünyadan, kendine çağırılır. Kendine çağırılan bilinç, dış dünya algısının ortasında bir boşlukla karşılaşır. Bu boşluk,“ben”in konumlanacağı boşluktur ve ‘Kendinin Bilincinde’ bu boşluk tanımlandığında “ben”ortaya çıkar. Kendinin bilinci “ben”i ilk olarak görsel bir nesne olarak tanımlar. Zamanla bu nesne bir özne görevi üstlenerek kendinin bilincini sahiplenir ve özne, kendinin bilincinde dış dünyanın nesnelerinin temsilcilerini oluşturur.
Boşluk olarak kendini fark eden “ben”, kendini olumsuzlayıp (nesneleştirip), “ben” dışındaki ile kendini var ettiği için, “ben”, kendisinin dışındaki varsa var olabilir. Kojéve bu açıdan Hegel’i şöyle açıklar: Olumsuzlayıcı varlık, kendisiyle özdeşliğini olumsuzlar ve kendi karşıtı haline gelir, ama yine de aynı varlık olarak kalır. Ve onun kendiyle karşıtlık içindeki bu birliği, olumsuzlamasına ya da “çözülmesine” ve hatta “dönüşüme uğramasına” rağmen yine de olumlanmasıdır (özneleşme) (Kojéve, 208). Olumsuzlamayı doğuran şey çalışma ve mücadeledir, sadece düşünsel çaba olumsuzlama yaratmaz.
Görüldüğü gibi özne ile nesnenin sabit konumları yoktur, her ikisi de hem içeride, hem de dışarıdadır. Özne ile nesneleri tanımlamak ile yükümlü olan psikoloji, ancak özne ile nesnenin fenomenolojisini diyalektik bir zeminde, bir varlık bilimi olarak tanımlamaya çalıştığı sürece bir bilimdir. Bu bilim, nesne-özne-nesne döngüsünü gözleyen ve bu eylemi tanımlayan bir bilimdir. Yani psikoloji biliminin nesnesi, zaman boyutu içindeki bir edimdir, bir eylemdir, bir varoluş-yokoluş eylemidir. Bu bilim, zaman içindeki özne-nesne hareketliliğini ölçer, zaman ve eylem durmuşsa psikoloji bilimi de yok olmuş demektir.
İnsan topluluklarının birbirlerinden yıldızlar kadar uzak yaşadığı ve ulaşımın çok zor olmasından dolayı birbirleriyle temaslarının çok az olduğu dönemlerden geçen insanlık, dünya nüfusunun artmaya başlaması ve tarımın keşfi ile birlikte, daha büyük topluluklar halinde şehirlerde yaşamaya başlamıştır. İnsanlık tarihinde, Sümerler ile başlayan ve Hitit, Mısır, Roma uygarlıkları ile devam eden ve şehirleşmenin ön plana çıktığı yaşam biçimi, bir dönüm noktasıdır. Daha önce birbirinden kopuk ve küçük akraba toplulukları halinde, kendi ürettiği ile geçinerek yaşayan insanların, daha büyük topluluklar halinde ve başkasının ürettiğine bağımlı olarak yaşamasına yol açan bir değişimin başlangıcıdır bu dönüm noktası. Bu değişimin toplumsal yaşama ve insan kültürüne yansıması çok belirgin olmuştur. Bu yansımanın en belirgin yanı, şehirlerde bir arada yaşayan geniş insan topluluklarında, ekonomi ve dinsel inanç sistemlerini kontrol altında tutarak iktidar sahibi olan bir yönetici sınıfın ortaya çıkmasıdır. Monarşik bir yapının belirginleşmesi ile birlikte, çok tanrılı dinlerden, tek tanrılı dinlere geçiş süreci de belirginleşmiştir.
İnsanlık tarihini, tüm haklara sahip ufak bir yönetici sınıf ile hakları olmayan geniş insan yığınlarının arasındaki mücadele tarihi olarak ele almak, birçok tarihsel olayı doğru anlamamızı kolaylaştırıcı bir etki yapacaktır. Dinsel inançlar ve ekonomik faaliyetleri kontrolü altında tutarak toplum üzerindeki iktidarını sürdürmeye çalışma eğilimi, Roma imparatorluğu ile birlikte çok belirgin bir biçimde, toplumsal sınıfların ayrışmasına yol açmıştır. Roma imparatorluğunda başlayan ve daha sonra Papalık kurumunun sürdürdüğü bu sistem, askeri gücün de bu yönetsel sisteme eklenmesi ile birlikte günümüzde de yaygın bir siyasi model olarak, birçok devletin yapısını oluşturmaktadır. Bu model, Ortaçağ ile birlikte, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin yaşanmasının da temelini oluşturmuştur. Ortaçağ’da Avrupa’da, soylular olarak adlandırılan ufak bir zümrenin ve dinsel bir ruhban sınıfının, toplum üzerinde egemenlik kurmuş olduklarını görüyoruz. Bu dönemde, dinsel kuralların toplum üzeinde bir baskı aracı olarak kullanılması ve bu kurallara ne kadar uyulduğunu denetleyen kilisenin gücünün ürkütücü boyutlara ulaşması belirgindir. Bu yönetim biçimi, özellikle Avrupa’da, cadı avından, engizisyon mahkemelerine dek birçok olumsuzluğun yaşandığı bir karanlık çağın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle, Katolik Kilisesi’nin başını çektiği bu karanlık çağdan insanlığı kurtarmaya çalışan hareket, Aydınlanma adıyla anılmaktadır.
Aydınlanma, yüzyıllarca dinsel ve monarşik baskı gruplarının eziyeti altında inlemiş olan insanlığı, bu baskıdan kurtararak, insanların eşit haklara sahip olduğu, refahın eşit paylaşılacağı, insanların insanları sömürmeden kardeşçe ve özgürce yaşadıkları bir toplum düzeni kurma idealinin adıdır. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik söylemi ile sürekli canlı tuttukları bu ideal, Aydınlanma felsefesi ile sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Aydınlanma felsefesi, iktidarı toplumu ezen baskıcı güçlerden alarak, yeniden halka vermeyi şiar edinir. Aydınlanmacılar, bu idealin, birbirinin haklarına saygılı olan laik, hukuk devletleri ile kurulabileceğini kurgulamışlardır. Ancak bu devletlerin, baskıcı ve insanları sömürme eğilimindeki dinsel-monarşik bir küçük grubun yönetiminden kurtarılarak, Aydınlanma felsefesini iyi özümsemiş bir aydın sınıfının öncülüğündeki bir halk iktidarı ile yönetilmesi gerektiğini önemle vurgularlar.
Halk iktidarını gerçekleştirebilmenin en önemli adımı ise halkı, eşit haklara sahip bir millet haline getirmektir. Millet aşamasına geçiş ve milliyetçilik, Aydınlanma felsefesinin en önemli basamaklarından birisidir. Burada milliyetçiliğin, ırka dayalı bir kavram olmadığını, halkı ezmeye çalışan monarşik ve dinsel güçlere karşı halkın iktidarını gerçekleştirmek üzere oluşmuş, devrimci ve ilerici bir kavram olduğunu vurgulamak gerekir. Millet olabilmenin en önemli koşulu ise, laikliktir. Çünkü millet, ortak bir dili kullanan, farklı dinsel ve etnik kökenlerden gelen bir halkın, farklılıklarından sıyrılarak, eşit haklar çerçevesinde bir araya gelmesinin adıdır. Yani milliyetçilik ile şovenizm arasında hiçbir bağlantı yoktur. Milliyetçiliği şovenizmle ve ırkçılıkla bir tutmak Aydınlanma Felsefesini karalamaya çalışanların art niyetli yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Milliyetçilik ve millet kavramları, geçen yüzyıldaki Nazi deneyimi ile saptırılarak, monarşik ve dinsel temelli bir imparatorluk rejimine ait bir kavram olarak kullanılmıştır. Oysa milliyetçiliğin örneği olarak verilen Hitler rejimi bir milli devlet değil, tam tersine dinsel bir imparatorluktur. Nazizmin milliyetçilikle ve milli devletle hçbir ilgisi yoktur. Bu saptırma pek çoğumuzu, millet ve milliyetçilik kavramları ile ilgili bir kavram kargaşasına sürüklemiştir. Nazi yönetimi, monarşiye ve dinsel baskılara karşı oluşmuş millet ve milliyetçilik kavramlarını bir kılıf olarak kullanarak, yeniden geriye, monarşiye ve dinsel baskı rejimine dönmenin adıdır ve bu sağcı pratiğin, sol bir kavram olan gerçek milliyetçilikle hiçbir ortak yanı yoktur.
İlginç biçimde Aydınlanma idealinden ilk sapma örneği olarak İlluminati verilmektedir. Aydınlanma felsefesine sahip çıkanlar arasında bugün böyle bir moda belirmiştir. Bu şekilde anlamını açıklamaya çalıştığımız Aydınlanma’dan ilk sapmanın İlluminati ile olduğunu savunan bir kesim vardır. 1776 yılında Bavyera’da İngolstadt Üniversitesi Kanonik hukuk Profesörü Adam Weishanft ‘Aydınlar- Les İlluminés’ adında bir dernek kurdu. Derneğin Masonik bir kurum olma iddiası yoktu. Fakat her şeyi akılla açıklama amacı güden agnostik bir kurum olan bu dernek, Masonluğu kendi kişisel veya politik görüşlerine alet etmek isteyenlerin buna katılmaları sonucunda, birkaç yıl sonra Münih’te bir Mason Locası haline geliverdi. Weishaft’ın girişimi kısa bir süre sonra ve polisin müdahalesi sonucunda engellenmişse de, masonluktan siyasi emellerle yararlanmak isteyenlere bir örnek oluşturmuştur. Tüm olayları akılla izah etmeye çalışmanın kötü tarafı nedir? Aydınlanma geleneği bu yaklaşımın neresinde kalıyor?
1) Hegel Felsefesine Giriş, Kojéve A., Çeviren: Selahattin Hilav, YKY Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul.
2) Jön Türkler ve Komplo Teorileri, Hepkon H., Kırmızı Kedi Yayınları, 2012
HEKİMİN YOLCULUĞU
Sabah muhtarın çay imek için sağlık ocağına uğradığı sırada bıraktığı mektuba uzandı. Zarf, Marmaris postanesinin damgasını taşıyordu, içindeki kart yazlıktaki arkadaşlarından geliyor olmalıydı. Geçen sene Eylül ayında tıp fakültesinden mezun olup, mecburi hizmet kurasını çekerek geldiği bu köydeki onbirinci ayında, sanki elinde tuttuğu zarfı açsa, kendisini geçen yıla dek her yaz gittikleri Marmaris'e götürecek bir kapı açılacakmış hissine kapıldı bir an için. Zarfı açtı ve içindeki kartı çıkardı, kartın üzerindeki Marmaris manzarası onu gerçekten aldı götürdü uzaklara. Kartın arkasını çevirince gördüğü isim kalabalığı, birden kendisine gelmesine neden oldu. Yazlıktan yakın, uzak tanıdığı 20-25 kişinin isimleri ve selamları vardı kartın arkasında, kardeşi ayarlamış olmalıydı bu işi. İsimleri teker teker okurken yüzleri gözünün önüne getirmeye çabaladı. Murat hala kaslarını geliştirmek için ağırlık çalışıyor olmalıydı, Hürriyet yine geceleri güneş gözlüğü takarak mı dolaşıyordu acaba? Funda'nın saçları güneşten iyice sararmıştır diye düşündü. Hasan Fehmi'nin komik kuzeni de yine gelmiş, belki Nihan bu yaz da ona aşık olur diye aklından geçirdi. Bunları düşünürken yeniden daldı, bakışları karttan uzaklaştı, sağlık ocağının penceresinin hafifçe matlaşmış camlarından dışarıya doğru kayıverdi. Ne de çabuk yitirmişti şu dağlar yeşilliklerini, oysa Mayıs'ta karlar eridiğinde, zümrüt gibi bir yeşillik üzerine serpiştirilmiş kırmızı gelincik öbeklerini gördüğünde, dağlara olan korkuyla karışık saygısı hayranlığa dönüşmüştü. Ama Haydar ne demişti, “bakma doktor bey, 1 Temmuz dedin mi her yer sapsarı olur burada”.
Doğuya, iki dağın birbirine kavuşup ırmağı yuttukları boğaza doğru baktı, “şu kuzeydeki dağ sırası yüzünden kışın neredeyse güneşi göremez olduk be, zaten günler kısaydı” diye söylendi. Nisan'da günlerin bariz uzamasına çok sevinmişti ama şimdi uzun bir kış, yine doğudaki boğazdan köyün bulunduğu vadiye sokulmak için kıpırdanmaya başlamıştı ne yazık ki. Sarı- boz dağlar kısa bir süre sonra yeniden beyaz önlüklerini giyineceklerdi kendisi gibi. Elinde olmadan ürperdi, titredi, odadaki sobaya döndü baktı, odunları ustaca tutuşturmayı hala beceremiyordu. Odasının aralık olan kapısından biri 19, diğeri 20 yaşlarındaki iki ebe hemşirenin sesleri kulağına geldi. İki kızcağız da bilmem neredeki köylerinden kopup buraya gelmişlerdi. Kendisini ilk gördüklerinde ürkek iki çocuk gibi birbirlerine sokuldukları anı hatırladı, zaten beklemedikleri kim gelse böyle birbirlerine sokuluyorlardı. Geldiğinden beri civarda kimse doğum yapmamıştı, zaten doğuracak genç nüfus da yoktu ya neyse. “Gençler büyük şehirlere göçtü, yaşlılar geride kaldı, buradaki tüm köylerin nüfusu 200-300 görünür ama aslında 30-40 kişiyi zor bulursun çoğunda” demişti muhtar. Ya kendisine ne demeli? Göreve başladığı ilk günlerde kendisini merak edip de görmeye gelen 15-20 kişilik günlük hasta sayısı, hızla günde 1-2'ye düşmüştü, hatta bazen birkaç gün boyunca kimsenin sağlık ocağına uğramadığı da oluyordu. Yanında getirdiği ders kitaplarını açmaya eli varmıyordu bir türlü. Oysa çalışmalı, ihtisas sınavını kazanıp uzman olmalıydı. “Yoksa mecburi hizmetin adı 2 yıl, 2 yıl bittikten sonra seni burada unuturlar mı unuturlar, ben kendimi hatırlar mıyım sanki,lığa gidip de ben mecburi hizmetimi bitirdim desem yüzüme aval aval bakarlar biliyorum”. Ah diye içini çekti, “Hakan gibi sağlam torpilim olsaydı, hem mecburi hizmetini Ankara'da yaptı, hem de şimdi annesi 3-5 ay sonra yasanın değişeceğini haber alıp oğluna fakültede ihtisas yapması için yer bile ayarlamış. Çok değil 10 sene sonra profesör olur, sonra açar muayenehanesini, çevresi zaten geniş, sabah 2-3 saat hastane sonra darphane, akşam da ver elini Büyük Klüp”. O anda birden kendisini yine o tepede buldu, hani o ücra köye giderken geçtikleri bulutların üstündeki tepede. Birden afalladı, Marmaris'teki o yazlar, o arkadaşlar gerçekten olmuş muydu? Hayır gerçek olan buradaki ıssızlıktı, o cıvıl cıvıl yazlar hiç olmamıştı, kendisi artık iki dağ arasındaki ırmağın kıyısında, sağlık ocağının matlaşmış penceresinin önündeki masada oturan, kedi gözlü ebenin yardım bekler gibi baktığı, muhtarın arkadaşlık etmekten gurur duyduğu doktor beydi, gerçek buydu işte.
HOMO EKOLOJİKUSTAN HOMO EKONOMİKUSA: MUTSUZLUK MU, DEPRESYON MU?
Mutluhan İzmir
Özet:
Günümüzde antidepresan ilaçları yoğun biçimde kullanan iki canlı türü vardır; tavuklar ve insanlar. Biri en gelişmiş sayılan bu iki canlı türünü, aynı noktaya getiren etken nedir? Bugün dünyada doğal yaşam biçiminden kitlesel olarak en çok kopmuş halde yaşayan iki türdür insanlar ve tavuklar. Tavuklar, tavuk çiftliklerinde, dar bir alanda, üst üste yığılmış olarak, hareketsiz, birbirleri ile iletişimleri kopuk biçimde, doğal yaşamlarının gerektirdiği üretimden uzaklaşmış, yapay ışığa maruz bırakılarak topluca yaşatılmaktadırlar. İnsanlar da bugün şehirlerde, dar alanlarda, yüksek binaların içinde, özgürlükleri ellerinden alınmış, birbirleri ile iletişimleri kopuk, ekran ışıklarına maruz kalarak uyku düzenleri şaşmış biçimde, üretimden uzak bir yaşam sürdürmektedirler. Bu iki benzer yaşam biçimi, bu iki canlı türünü de antidepresan ilaç tedavisine muhtaç hale getirmektedir.
Neden depresyon teşhisi ve antidepresan ilaçların kullanımı giderek artıyor? Ruh sağlığımızı korumaya uygun bir yaşam sürdürüyor muyuz? Hedeflerimiz, günlük eylemlerimiz, toplumsal konumumuz, toplumun yapısı, soluksuz tüketim davranışlarımız, üretkenliğimizin bitmiş olması, bizleri nasıl etkiliyor? İnsanlık son 300 yılda, yaşam biçimini, üretkenliğini, toplumsal yapıyı etkileyen çok önemli bir değişim geçirdi. Binlerce yıldır insanların sürdürmüş oldukları yaşam biçiminden çok farklı bir yaşam biçimimiz var artık. Doğal yaşam biçiminden kopmuş olmak her ne kadar gelişmenin olumlu bir sonucu gibi görünüyorsa da, insanın ruh halini olumsuz etkileyen en başta gelen neden haline gelmiş olabilir.
İnsan artık doğal çevresi ile mücadele içinde olan bir canlı olmaktan çıkmış, hazır bulduğu tüketim malzemelerini yoğun biçimde tüketen bir canlı haline dönüşmüştür. Yüz binlerce yıldır ciddi bir üretim faaliyeti içinde olan bu canlı türü artık sadece tüketen bir canlı haline gelmiştir. Doğa içinde ve doğayla mücadele içinde, köylerde bir arada yaşayan insan (homo ekolojikus) ile şehirlerde, edilgin ve tüketici konumunda yalnız başına yaşayan insan (homo ekonomikus) arasında, ruh sağlığı açısından farklılıkların ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Bu farklılığın en önemli nedeni, üretim yapamayan homo ekonomikusun tükettiği metaları üretenlere bağımlı olmanın getirdiği acizlik algısından kendisini kurtaramıyor olmasıdır. Güçlü hissedebilmenin en başta gelen koşulu, gereksinimlerini sağlamak açısından kendini bağımsız hissedebilmektir. Bu nedenle bu iki insan türü arasında, özellikle benlik algısı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.
İnsan benlik algısını mutlaka bir yansıma ilişkisi içinde, bir aynadan yansıyan yansımaya bağlı olarak oluşturabilir. Homo ekolojikus için bu yansıma, doğayla mücadelesindeki başarıdan ve ürettiği üründen gelmekte idi. Yani, ben neyim sorusunun yanıtı, homo ekolojikus için çok nettir; şu doğal koşullarla mücadele ederek, bu mücadelenin gerektirdiği üretim ilişkilerinin içinde yaşayan bu toplumun belirli bir noktasında bulunan varlığım. Böyle bir toplumun içinde bir konumun sahibi olan insan olarak homo ekolojikusun, homo ekonomikus gibi anlamsızlık, yabancılaşma, yalnızlık, güçsüzlük, üretken olamama, kendini sevememe, kendine güvenememe türünden sorunları yaşamadığı için depresif duygulara kapılmadığını söyleyebiliriz. Sayılan bu sorunları ziyadesiyle deneyleyen homo ekonomikus ise bu duygularla içsel yapısının getirdiği birtakım zayıflıklar nedeniyle değil, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle yüzleşmektedir.
Bağımlı yaşam koşulları ve sürekli bir tüketim eylemiyle kendini gösteren bir şehir yaşantısının içinde yaşayan homo ekonomikusun psikolojik sorunlarının en önemli nedeni, benlik algısının bir egodan ibaret hale gelmiş olmasıdır. İnsan doğumundan sonra dünyadaki canlıların içinde en uzun süre edilgen ve bağımlı olarak yaşayan canlı türüdür. Bir sinek bile doğada tek başına yaşayabilirken, insan bir topluma ait olmadan doğayla başa çıkabilecek güce sahip olmayan tek canlıdır. Bu nedenle insanın topluma bağımlılığı hiç bitmeyecek bir mahkûmiyettir. Ancak homo ekolojikus bu mahkûmiyeti egosunu aşabilecek bir olanağa dönüştürebilirken, homo ekonomikusun yaşam biçimi bu mahkûmiyeti giderek derinleştiren bir etki yapmaktadır.
İnsan yaşamının ilk yıllarında, ihtiyaçlarının kendisine bakmakla yükümlü olanlar tarafından sağlandığı, bağımlı ve edilgen bir dönemden geçer. Bu dönemde insanlar, kendileri için seferber olmuş bir çevre ile aynalama ilişkisi içinde, kendilerini çok değerli ve önemli hissettikleri bir benlik algısı geliştirirler. Şöyle düşünür çocuk; mademki çevrem benim her ihtiyacımı ben daha istemeden karşılamak çabası içinde, bu benim çok değerli bir varlık olduğumu gösterir. Kendini çok değerli gören bu yapıyı ‘ego’ olarak adlandırıyoruz.
Ego, öncelikle hayali bir yapıdır. Bu hayali güçlü yapı, çocuğun acz içinde kıvranan benliğini kılıf gibi örter. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği geniş bir hayal dünyasına sahip olmak olduğu için çocuk, ego olarak adlandırdığımız bu hayali ve çok değerli benlik algısını kurmakta zorlanmayacaktır. Homo ekolojikusun büyüdükçe, üretken bir toplumun kendisine sunduğu üretici rolü sahiplenerek bu hayali yapıyı aşabilme olanağı var iken homo ekonomikus, içinde yer alabileceği bir üretken toplum bulamayacağı için, ne yazık ki egosunu aşma olanağını yakalayamaz. Sürekli olarak övülmeyi ve onaylanmayı bekleyen, her şeyin en iyisini tüketmek isteyen egosunu aşamayan homo ekonomikusun yakasını mutsuzluk bırakmayacaktır.
Ego kendisini besleyenler ve bakanlar dışındakileri dışlayıcı bir ilişki içine girmeye yatkındır. Sürekli olarak almaya kurgulanmış olduğu için bencildir ve kendi tüketimine ortak olma olasılığı olan ötekileri kıskanarak bertaraf etmeye çalışır. Konumunu yitireceği, ötekilere kaptıracağı endişesi içinde yaşar. Bu nedenle ileri derecede kıskanç ve hasistir. En ufak bir reddedilme, benliğinin reddedildiği anlamına gelir. Hayali bir kendilik algısına sahip olduğunu bildiği için bu hayali yapının ötekiler tarafından kabul görmeyebileceği endişesi hem sürekli bir kendisini ispatlama çabasının içine girmesine neden olur hem de sürekli olarak yok olma tehdidi altında yaşar. Bu nedenle yok oluş ile var oluş arasında ince bir çizginin üstünde yaşadığı için, sürekli olarak korku içindedir, vesveselere kapılır. Sürekli olarak acizliğini örten hayali maskenin düştüğü kâbuslar görür. Çevresine kendisini istediği biçimde kabul ettirebilmek amacıyla şiddete başvurma eğilimi gösterir. Bunu yapamayıp da zayıf bir kendilik algısı ile baş başa kalırsa intihar eğilimi güçlenecektir. Hayali bir kendilik algısı içinde olduğu için biyolojik varlığına ileri derecede yabancılaşmıştır. Talep ettiği şeyi tüketebilmek, egodan ibaret olan homo ekonomikusun benlik algısını daha değerli hale getirebilir ancak kendisini değerli hissedebilmek amacıyla giriştiği her talep eylemi, talep edeceği şeyleri üretenlere bağımlı olan yapısını perçinler ve onun için korkularla yaşamak artık kaçınılmaz bir yaşam biçimi haline gelir.
Bizi sürekli olarak bir tüketim etkinliğine iten, yabancılaştıran, yalnızlaştıran ve bencilleştiren, güçsüz hissettiren bu yaşam biçimine anlam verememek, sıkıntılarımızın büyük oranda nedenini oluşturmaktadır. Bizi arzuladığımız biçimde güçlü hissettirecek, gücü bize kazandıracağına inandığımız kayıp bir büyülü nesnenin peşinde koşmak, sonu gelmeyen bir alışveriş çılgınlığının nedenidir. Tek başına olmasa bile, topluca bir üretim etkinliği sayesinde doğayla başa çıkabilecek bir güce erişmiş olmak, bizdeki eksiklik hissini ortadan kaldırabilecek tek olanaktır. Oysa homo ekonomikus kendisini bu olanaktan yoksun bırakan bir yaşam biçimi yaratmıştır kendisine. Refah peşinde koşuyorum derken kendi kâbusunu yaratan homo ekonomikus, kendisini geçici olarak güçlü hissettiren birtakım nesneleri satın aldığında bir süre için kendisini mutlu hissedebilmekte, ancak bu etki bir süre sonra yitirildiği için yeniden mutsuzluğa gömülmektedir.
Neden tüketiyoruz? Homo ekolojikus, yaşamda kalması için gerekli olan şeyleri tüketirken, günümüzde yenilenme ihtiyacı, acizliğinden, zayıflıklarından sıyrılmış hissetme ihtiyacı, muktedir, güçlü, beğenilen, arzulanan birisi olarak hissetme ihtiyacı nedeniyle tüketiyoruz. Çünkü insanlar, bu olumsuz hislerden kendilerini kurtarabilecek bir yaşam biçimini yitirmiş durumda oldukları için, bazı nesnelerin kendilerini bu hislerden kurtarabilecek büyülü bir etkilerinin olduğunu zannediyorlar. İnsanlar giderek kendi hayatlarının yönünü belirleme iradesini kullanma yetisini yitiriyorlar. İnsanlar, nasıl yaşayacakları, nasıl âşık olacakları, nasıl çalışacakları, nasıl tatil yapacakları, nasıl düşünecekleri, neyi seçecekleri, neyi tüketecekleri ile ilgili hemen hemen hayatlarının her alanında giderek daha edilgen bir hale geliyorlar ve dışarıdan yönlendirilir hale geliyorlar. Markalı, pahalı, alınması zor bir şeyi raflardan seçerek almak, irademizi kullanmış olma yanılgısı yarattığı için, bize eksikliğini duyumsadığımız güçlü, muktedir, beğenilen birisi olduğumuz hissini veriyor. Ancak tüm bunların etkisi geçicidir, bir süre sonra sihir bozulur ve homo ekonomikus kendisini yine güçsüz, aciz, mutsuz hissetmeye başlar.
Günümüzün insanının mutsuzluğunun nedeni, ilaçlarla düzeltilebilecek bir beyin sorunu değil, yaşam biçimidir. Çünkü bu tür bir yaşam biçiminde insanlar yaşamlarının anlamını oluşturamamaktadırlar. Bu durumda depresyon ile mutsuzluğu birbirinden ayırmak psikiyatrın en önemli görevi olacaktır. Psikiyatra başvuran kişilerin de en önde gelen beklentilerinin, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi olması gerekir. Psikiyatrik tedavi için başvuran kişiler hemen durumlarına bir teşhis konulup ilaç kullanmaya yönlendirilmelerini beklememeli, durumlarını daha iyi anlayabilmeleri için gerekli irdelemeyi psikiyatr ile birlikte yapmaya çabalamalıdırlar.
Depresyon ile mutsuzluğun farkı nedir diye soracak olursak, bu farkı ortaya koymakta bize yardımcı olacak birkaç rehberden söz etme olanağımız vardır. Birincisi, üretken olamadan yaşayan her insanın mutsuzluk yaşamaya eğilimli olduğunun bilincinde olmalıyız. Üretken olamamak insanın doğasına aykırı bir durum olduğu için mutsuz hissedecektir kendisini. Bu durum bir hastalık değil, soğukta üşümek gibi dış çevrenin koşullarına verilen normal bir tepkidir. Mutsuz olan her kişi, bu olumsuz durumun çaresini arar. Çare arama davranışı, depresyonda olmadığımızı gösteren en önemli belirtilerdendir. Depresyon öyle bir hastalıktır ki, insanda çare aramaya bile mecal bırakmaz. Depresyondaki kişi, benliğinin daha iyi koşullara layık olacak kadar değerli olmadığını düşündüğü için, içinde bulunduğu olumsuz koşulları kabullenmiştir ve kendisini bu olumsuz koşullardan kurtarması gereken ve olumlu koşulları hak eden birisi olarak görmez. Ne de buna bir çare arayacak kadar enerji bulabilir kendisinde. Oysa mutsuz olan kişilerin içinde bulundukları koşuldan çok rahatsız olduklarını ve bunu değiştirmek için yoğun bir çabaya giriştiklerini, daha iyisini talep ettiklerini, kendilerini çok daha iyi koşullara layık gördüklerini görüyoruz. Depresyon, teslimiyet bayrağını çekmiş olma durumu iken, kendisini halen değerli gören mutsuz kişi, daha mutlu olabilmek amacıyla savaşmaya devam etmeye çabalar.
Ruh sağlığımız için koruyucu önlemler şunlar olabilir:
• Bizi tüketici konumundan çıkarıp üretici konumuna yükselten yeni yaşam biçimlerini ve ekonomik modelleri ortaya koymalıyız. Taleplerimizi bu modeller çerçevesinde belirlemeliyiz. Zihinsel üretim de en az maddi üretim kadar önemlidir. İnsanların bilgiyi hazır bulmalarının önüne geçmeli, yaşamları ile bilgiyi kendilerinin üretmeleri sağlanmalıdır.
• İnsanları dikey gelişen şehirlerde, çok katlı binalara hapseden ve birbirlerine yabancılaştıran bir şehirleşme biçiminden vazgeçilmelidir. İnsanların birbirleriyle daha yoğun olarak temas edebilecekleri daha ufak yerleşim birimlerinde yaşamlarını sürdürebilecekleri yerleşim modelleri tercih edilmelidir.
• Yalnızlaşmayı önleyen, arabalara daha az bağımlı olabilmemize izin veren, mesai saatleri dışında başka kişilerle bir arada olabilmemizi sağlayan, araçlara değil insanlara öncelik veren bir şehirde yaşama hedefini sahiplenmek gerekir.
• Mesai saatleri kısaltılarak ailece vakit geçirebilmenin sağlanması, kültürel ve sportif etkinliklere zaman ayrılması gibi olanakların arttırılması gereklidir.
• Eğitim modellerinin çocuklarda tüketimi körükleyen etkilerden arındırılacak biçimde ve paylaşımcı, dayanışma içinde olabilen, birbiri ile rekabeti körüklemek yerine ortak üretime eğilimli bireyler yetiştirme hedefini koyan modeller yönünde biçimlendirilmesi gerekir. Eğitim dizgesi, ortak bir dilin oluşturulabilmesine ve toplumda yabancılaşmayı önlemeye yönelik olarak kurgulanmalıdır.
HOMO EKOLOJİKUSTAN HOMO EKONOMİKUSA: MUTSUZLUK MU, DEPRESYON MU?
Mutluhan İzmir
Özet:
Günümüzde antidepresan ilaçları yoğun biçimde kullanan iki canlı türü vardır; tavuklar ve insanlar. Zihinsel gelişmişlik açısından birbirinin zıddı bir konumda olan bu iki canlı türünü, aynı noktaya getiren etken nedir? Bugün dünyada doğal yaşam biçiminden kitlesel olarak en çok kopmuş halde yaşayan iki türdür insanlar ve tavuklar. Tavuklar, tavuk çiftliklerinde, dar bir alanda, üst üste yığılmış olarak, hareketsiz, birbirleri ile iletişimi kopuk biçimde, doğal yaşamlarının gerektirdiği üretimden uzaklaşmış biçimde, yapay ışığa maruz bırakılarak topluca yaşatılmaktadırlar. İnsanlar da bugün şehirlerde, dar alanda, yüksek binaların içinde, özgürlükleri ellerinden alınmış, birbirleri ile iletişimleri kopuk, ekran ışıklarına maruz kalarak uyku düzenleri şaşmış biçimde, üretimden uzak bir yaşam sürdürmektedirler. Bu iki benzer yaşam biçimi, bu iki canlı türünü de antidepresan ilaç tedavisine muhtaç hale getirmektedir.
Psikiyatri ve klinik psikolojinin insan ile olan ilişkisini ele alırken bence temelde birkaç önemli hata yapıyoruz. Bunlardan ilki, insanı ve yaşadığı sorunları değişmez birer sabit olarak ele alan indirgemeci formüllerimizdir. Bu formüller, insanların gösterdiği birtakım belirtilere göre onların içinde bulunduğu ruh halini, genel gruplara ayrılmış bir tanı dizgesinin içinde bir yere oturtmak ve bu tanıya yönelik standartlaştırılmış birtakım tedavileri uygulayarak onların tüm sorunlarını çözmek için kullanılmaktadır. Bu yanılsama o kadar etkili olmuş durumda ki insanlar psikiyatrlara ve psikologlara koşarak “benim teşhisim nedir söyleyin” diye ısrarlı çabalara girişmiş durumdalar. Artık bir psikiyatrik teşhise sahip olmak, sanki toplum içindeki konumlarımızı anlayabilmenin yolu haline geldi. Kimse yaşadığı belirtileri ve olayları anlamlandırma çabasının içinde değil. Ruh sağlığımızı korumaya uygun bir yaşam sürdürüyor muyuz? Hedeflerimiz, günlük eylemlerimiz, toplumsal konumumuz, toplumun yapısı, soluksuz tüketim davranışlarımız, üretkenliğimizin bitmiş olması, bizleri nasıl etkiliyor? Bu soruların yanıtlarını aramaya hiç çabalamıyoruz.
Oysa insanlık son 300 yılda, yaşam biçimini, üretkenliğini, toplumsal yapıyı etkileyen çok önemli bir değişim geçirdi. Bugün yaşamlarımız, 300 yıl öncesine dek binlerce yıldır insanların sürdürmüş oldukları yaşam biçiminden çok farklı bir biçim gösteriyor. İnsanın ruh halini en çok, artık içinde bulunduğu doğal çevre ile mücadele içinde olan bir canlı olmaktan çıkıp, hazır bulduğu tüketim malzemelerini yoğun biçimde tüketen bir canlı haline dönüşmüş olması etkiliyor. Yüz binlerce yıldır ciddi bir üretim faaliyeti içinde olan bu canlı türü artık sadece tüketen, hatta çok yoğun olarak tüketen bir canlı türüne dönüşmüş vaziyette. Doğa içinde ve doğayla mücadele içinde, köylerde bir arada yaşayan insan (homo ekolojikus) ile şehirlerde, edilgin ve tüketici konumunda yalnız başına yaşayan insan (homo ekonomikus) arasında, ruh sağlığı açısından devasa farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Bu farklılığın en önemli nedeni, üretim yapamayan homo ekonomikusun kendisini güçlü hissedebilmesi için gerekli olan bağımlılık ilişkilerinden kendisini kurtaramıyor olmasıdır. Bu nedenle özellikle de benlik algısı açısından önemli farklılıklar söz konusu bu iki insan türü arasında. Bu farkları ortaya koymak, psikiyatrın ya da psikoloğun karşısına gelen insanın nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlayabilmek açısından çok büyük bir önem gösteriyor.
İnsan benlik algısını mutlaka bir yansıma ilişkisi içinde, bir aynadan yansıyan yansımaya bağlı olarak oluşturabilir. Homo ekolojikus için bu yansıma ürettiği üründen gelmekte idi. Yani, ben neyim sorusunun yanıtı, homo ekolojikus için çok nettir; şu doğal koşullarla mücadele ederek, bu mücadelenin gerektirdiği üretim ilişkilerinin içinde yaşayan bu toplumun üretim dizgesinin belirli bir noktasında bulunan varlığım. Yani üretimin aynasında kendisini görebilen, somut bir üretim dizgesi vasıtası ile yapısı belirlenmiş bir toplumsal birlikteliğin içinde kendisine yer bulabilen bir varlıktan söz ediyoruz. Kendisine bu dizgenin içinde bir rol verilmiş ve bu rolün gereğini yerine getirebilen bir insan olarak homo ekolojikusun, homo ekonomikus gibi anlamsızlık, yabancılaşma, yalnızlık, güçsüzlük, üretken olamama, kendini sevememe, kendine güvenememe türünden sorunlarla yüzleşmemiş olduğunu baştan ortaya koyabiliriz. Sayılan bu sorunları ziyadesiyle deneyleyen homo ekonomikus ise bu sorunlarla içsel yapısının getirdiği birtakım zayıflıklar nedeniyle değil, içinde bulunduğu koşullar nedeniyle yüzleşmektedir. Bugün psikiyatrik ya da psikolojik sorunlar yaşadıkları için tedavi arayışına giren kitleleri öncelikle bu açıdan bilinçlendirmek gerekmektedir.
Bağımlı yaşam koşulları ve sürekli bir tüketim eylemiyle kendini gösteren bir şehir yaşantısının içinde yaşayan homo ekonomikusun psikolojik sorunlarının en önemli nedeni, benlik algısının bir egodan ibaret hale gelmiş olmasıdır. İnsan doğumundan sonra dünyadaki canlıların içinde en uzun süre edilgen ve bağımlı olarak yaşayan canlı türüdür. Bir sinek bile doğada tek başına yaşayabilirken, insan bir topluma ait olmadan doğayla başa çıkabilecek güce sahip olmayan tek canlıdır. Bu nedenle insanın topluma bağımlılığı hiç bitmeyecek bir mahkûmiyettir. Ancak homo ekolojikus bu mahkûmiyeti egosunu aşabilecek bir olanağa dönüştürebilirken, homo ekonomikusun yaşam biçimi bu mahkûmiyeti giderek derinleştiren bir etki yapmaktadır.
İnsan üretim yapan bir toplumun üretim dizgesinde kendisine bir rol edinmeden önce, ihtiyaçlarının kendisine bakmakla yükümlü olanlar tarafından sağlandığı, bağımlı ve edilgen bir dönemden geçer. Bu dönemde insanlar, yaşamda kalabilmeleri için gerekli olan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için seferber olmuş bir çevre ile aynalama ilişkisi içinde iken, kendilerini çok değerli ve önemli bir varlık olarak gördükleri bir benlik algısı geliştirirler. Şöyle düşünür çocuk; mademki çevrem benim her ihtiyacımı ben daha istemeden karşılamak çabası içinde, bu benim çok değerli bir varlık olduğumu gösterir. Kendini çok değerli gören bu yapıyı ‘ego’ olarak adlandırıyoruz. Ancak çocuk kendisini çok değerli hissettiren bu yapıyı sahiplenirken bir yandan da kendisine bakmakla yükümlü olanlara ileri derecede bağımlı ve aciz olduğunun da bilincine varır. Bu acizlik algısını örten güçlü bir maske olan ego nasıl bir yapıdır bunu iyi irdelemek gerekir. Çünkü bugün psikiyatrın ve psikologun karşısına çıkan şehirli insan yapısı daha çok egodan ibaret bir hale gelmiştir.
Ego, öncelikle hayali bir yapıdır. Yani kendisini hayalinde, olmasını istediği gibi kuran bir yapıdır. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği geniş bir hayal dünyasına sahip olmak olduğu için çocuk, edilgen bir konumda ihtiyaçlarının çevresindekiler tarafından eksiksiz biçimde karşılandığı aynalama ilişkisi içinde, ego olarak adlandırdığımız bu hayali ve çok değerli benlik algısını kurmakta zorlanmayacaktır. Homo ekolojikusun, üretken bir toplumun kendisine sunduğu üretici rolü sahiplenerek bu hayali yapıyı aşabilme olanağı var iken homo ekonomikus, içinde yer alabileceği bir üretken toplum bulamayacağı için, ne yazık ki egosunu aşma olanağına sahip olduğu bir gerçeklik içinde yaşamaz. Egoyu aşamayan homo ekonomikusu, egosunun yapısı dolayısıyla ortaya çıkacak birtakım sorunlar beklemektedir.
Öncelikle ego kendisini besleyenler ve bakanlar dışındakileri dışlayıcı bir ilişki içine girmeye yatkındır. Sürekli olarak almaya kurgulanmış olduğu için bencildir ve kendi tüketimine ortak olma olasılığı olan ötekileri kıskanarak bertaraf etmeye çalışır. Bir topluluğun içinde iken sürekli olarak, kendisi için hayalinde oluşturmuş olduğu çok önemli ve değerli benliğinin sahip olduğunu varsaydığı hayali konumu yitireceği, ötekilere kaptıracağı endişesi içinde yaşar. Bu nedenle ileri derecede kıskanç ve hasistir. Buna bağlı olarak da, ötekiler tarafından değerli benliğinin onaylanıp onaylanmaması açısından aşırı hassas ve kırılgan bir yapısı vardır. En ufak bir reddedilme, benliğinin reddedildiği anlamına gelir. Bu nedenle yok oluş ile var oluş arasında ince bir çizginin üstünde yaşar. Kendisini yok oluşa götüren reddedilişlerden uzak kalmak, var oluşa götüren kabullere doğru yelken açmak davranışlarının temelini oluşturur. Bu nedenle sürekli olarak korku içindedir, vesveselere kapılır. Sürekli olarak acizliğini örten maskenin düştüğü kâbuslar görür. Hayali bir kendilik algısına sahip olduğunu bildiği için bu hayali yapının ötekiler tarafından kabul görmeyebileceği endişesi hem sürekli bir kendisini ispatlama çabasının içine girmesine neden olur hem de sürekli olarak yok olma tehdidi altında yaşar. Kurguladığı ideal benliğinin yok olmasına yönelik tehdit algısı çok yoğunlaşınca, çevresine kendisini istediği biçimde kabul ettirebilmek amacıyla şiddete başvurma eğilimi gösterir. Bunu yapamayıp da zayıf bir kendilik algısı ile baş başa kalırsa intihar eğilimi güçlenecektir. Hayali bir kendilik algısı içinde olduğu için biyolojik varlığına ileri derecede yabancılaşmıştır. Tükettikçe kendisini iyi hisseder çünkü tüketim, değerli bir varlık olduğunu kendisine anlatan, ihtiyaçlarının ayağına kadar getirildiği bir eylemin törensel bir yansımasına dönüşmüştür. Bu durum bağımlı yapısını perçinler ve korkularla yaşamak artık kaçınılmaz bir yaşam biçimi haline gelir.
Sürekli korkan, korkusunu gizleme çabasını yaşamının en önemli etkinliklerinden birisi haline getiren, hassas, alıngan, kindar, şiddete eğilimli, tüketmeden yaşayamayan, dışlayıcı olmaya eğilimli olduğu kadar kendisinin dışlanmasından korkan, tüketemeyince yaşamına anlam katamayan, yaşadıkça bağımlı hale gelen, bu bağımlılığı gizleyebilmek için sahte özgürlüklerin peşinde koşan, yalnızlaşmış ve yabancılaşmış homo ekonomikusun peşini depresyon, panik ve kaygılar bırakmayacaktır. İşte bu yapının sonu gelmez sıkıntılarını ortadan kaldırma görevi psikiyatrlara, psikologlara ve ilaçlara verilmiş bulunuyor. Bence psikiyatrlar ve psikologlar öncelikle şunu bilmeli ki, karşımıza sıkıntısından kurtulmak amacıyla gelen kişilerin çoğunluğunun sıkıntısı, yaşadıklarına anlam verememekten kaynaklanmaktadır. Anlam veremediğimiz şeylerden korkarız.
Bizi sürekli olarak bir tüketim etkinliğine iten, yabancılaştıran, yalnızlaştıran ve bencilleştiren, güçsüz hissettiren bu yaşam biçimine anlam verememek de sıkıntılarımızın büyük oranda nedenini oluşturmaktadır. Bizi arzuladığımız biçimde güçlü hissettirecek, gücü bize kazandıracağına inandığımız kayıp bir büyülü nesnenin peşinde koşmak, sonu gelmeyen bir alışveriş çılgınlığının nedenidir. Tek başına olmasa bile, topluca bir üretim etkinliği sayesinde doğayla başa çıkabilecek bir güce erişmiş olmak, bizdeki eksiklik hissini ortadan kaldırabilecek tek olanaktır. Oysa homo ekonomikus kendisini bu olanaktan yoksun bırakan bir yaşam biçimi yaratmıştır kendisine. Refah peşinde koşuyorum derken kendi kâbusunu yaratan homo ekonomikus, kendisini geçici olarak güçlü hissettiren birtakım nesneleri satın aldığında bir süre için kendisini mutlu hissedebilmekte, ancak bu etki bir süre sonra yitirildiği için yeniden mutsuzluğa gömülmektedir.
Neden tüketiyoruz? 1000 yıl önce yaşayan bir insana bu soru sorulduğunda, cevabı çok basitçe, “ihtiyacım var, neye ihtiyaç duyuyorsam ve bulabilirsem onu tüketirim” biçiminde olacaktı. İhtiyaç-tüketim ilişkisi bugün çok bulanık, hatta çoğu zaman ortadan kalmış denebilecek kadar zayıflamış durumda. Ancak ihtiyaç tanımını 1000 yıl öncesine göre değil de günümüze göre tekrar yaparsak, günümüz insanının tüketim yoluyla, yine de ihtiyaç denebilecek bir şeyleri gidermeye çalıştığını söylemek mümkün. Ama bu ihtiyaçların 1000 yıl önceki hayati ihtiyaçlardan farkları, giderilmediklerinde yaşamı idame ettirmenin olanaksız hale gelmemesidir. Günümüzde ihtiyaç olarak tanımlanan şeyin ne olduğunu sorarsanız, bunun kişinin yenilenme ihtiyacı, acizliğinden, zayıflıklarından sıyrılmış hissetme ihtiyacı, muktedir, güçlü, beğenilen, arzulanan birisi olarak hissetme ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni de, insanların artık kendi hayatları üzerinde söz haklarını giderek yitirmelerinden kaynaklanmaktadır.
İnsanlar giderek kendi hayatlarının yönünü belirleme iradesini kullanma yetisini yitiriyorlar çünkü insanlar, nasıl yaşayacağı, nasıl âşık olacağı, nasıl çalışacağı, nasıl tatil yapacağı, nasıl düşüneceği, neyi seçeceği ile ilgili hemen hemen hayatlarının her alanında giderek daha edilgen bir hale geliyorlar ve iradelerini kullanamıyorlar. Kendine saygı duymanın, kendini sevebilmenin en önemli gereği olan kendi iradesini kullanarak yaşama hakkını yitirmeye ve bundan artakalan edilgenliğe, insanın doğasının katlanması mümkün değildir. Eğer edilgenlik durumuna bir çözüm bulunamazsa o insan kendini yok etme sürecine girer istemeden. Çünkü insan kendini eylem içinde var eder, bu eylemliliğin efendisi kendisi olmadığı anda insan kendi varoluşunu hissedemez, yok olmuştur. Mağaza raflarında bulduğumuz ve markalı olmasına özen gösterdiğimiz şeyler, bize, edilgenliği aştığımız ve irademizi kullanabildiğimiz yanılgısını yaşatır. Markalı, pahalı, alınması zor bir şeyi raflardan seçerek almak bize güçlü, muktedir, beğenilen birisi olduğumuz hissini verir çünkü irademizi kullanmış olma yanılgısı vardır bu eylemde. Edilgenlikten kurtulduğu yanılgısı yaratan ve çok zor durumda bile bütçeleri zorlayarak “marka” almaya insanı iten bu yanılgıdır. Alınan yeni şey bir süre sonra sihrini yitirir. Seçim yapma ve iradeyi bu yolla gösterme gereği bu sihrin kaybolması ile birlikte yeniden ortaya çıkar. Sihri yaratacak yeni bir tüketim eylemi peşine düşülür hemen, satın alma eylemi ile birlikte yine geçici bir süre için rahatlanır, sonra tekrar aynı arayış başlar çünkü insanın içindeki iktidar duygusunu, markalı da olsa, satın alınan şeylerin hiçbiri kalıcı olarak destekleyemez.
Yani günümüzün insanı, yaşam biçiminin etkisi nedeniyle mutsuzdur ve bu mutsuzluk hissinin nedeni, ilaçlarla düzeltilebilecek bir beyin sorunu değildir. Mutsuzluğun nedeni, insanların yaşamlarının anlamını yitirmiş olmalarıdır. Psikiyatrik ve psikolojik tedavilerin öncelikle bu anlamın oluşturulmasına yönelik olarak oluşturulmasında, egomuzu ve onun kölesi haline gelmiş olan kendimizi tanımaya yönelik olarak kurgulanmasında yarar vardır. Yoksa sonu gelmez ilaç tedavilerinin çaresiz kullanıcısı durumuna düşmek kaçınılmaz olacaktır.
Bu durumda depresyon ile mutsuzluğu birbirinden ayırmak psikiyatrın en önemli görevi olacaktır. Psikiyatra başvuran kişilerin de en önde gelen beklentilerinin, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi olması gerekir. Psikiyatrik tedavi için başvuran kişiler hemen durumlarına bir teşhis konulup ilaç kullanmaya yönlendirilmelerini beklememeli, durumlarını daha iyi anlayabilmeleri için gerekli irdelemeyi psikiyatr ile birlikte yapmaya çabalamalıdırlar. Depresyon ile mutsuzluğun farkı nedir diye soracak olursak, bu farkı ortaya koymakta bize yardımcı olacak birkaç rehberden söz etme olanağımız vardır. Birincisi, üretken olamadan yaşayan her insanın mutsuzluk yaşamaya eğilimli olduğunun bilincinde olmalıyız. Bu durum insanın doğasına aykırı bir durum olduğu için mutsuz hissedecektir kendisini. Bu durum bir hastalık değil, soğukta üşümek gibi dış çevrenin koşullarına verilen bir tepkidir. Mutsuz olan her kişi, bu olumsuz durumun çaresini arar. Çare arama davranışı, depresyonda olmadığımızı gösteren en önemli belirtilerdendir. Depresyon öyle bir hastalıktır ki, insanda çare aramaya bile mecal bırakmaz. Depresyondaki kişi, benliğinin daha iyi koşullara layık olacak kadar değerli olmadığını düşündüğü için, içinde bulunduğu olumsuz koşulları kabullenmiştir ve buna bir çare arayacak kadar bile enerji bulamaz kendisinde. Ne de kendisini bu olumsuz koşullardan kurtarması gereken ve olumlu koşulları hak eden birisi olarak görür. Oysa mutsuz olan kişilerin içinde bulundukları koşuldan çok rahatsız oldukları ve bunu değiştirmek için yoğun bir çabaya giriştikleri, kendilerini çok daha iyi koşullara layık gördüklerini görüyoruz. Depresyon, teslimiyet bayrağını çekmiş olma durumu iken, kendisini halen değerli gören mutsuz kişi, daha mutlu olabilmek amacıyla savaşmaya devam etmeye çabalar.
Ruh sağlığımızı korumak için bireysel olarak bizi mutlu edecek yaşam biçimlerini kurabilmemizi sağlayacak yöndeki taleplerimizi belirlemeliyiz. Bu talepler topluma ve devlete yönelik talepler olarak oluşturulmalıdır. Bu talepleri oluştururken şu ölçütleri kullanabiliriz:
• Bizi tüketici konumundan çıkarıp üretici konumuna yükselten yeni yaşam biçimlerini ve ekonomik modelleri ortaya koymalıyız. Taleplerimizi bu modeller çerçevesinde belirlemeliyiz. Zihinsel üretim de en az maddi üretim kadar önemlidir. İnsanların bilgiyi hazır bulmalarının önüne geçmeli, yaşamları ile bilgiyi kendilerinin üretmeleri sağlanmalıdır.
• İnsanları dikey gelişen şehirlerde, çok katlı binalara hapseden ve birbirlerine yabancılaştıran bir şehirleşme biçiminden vazgeçilerek, daha ufak yerleşim birimlerinde birbirleriyle daha yoğun olarak temas edebilecekleri yerleşim modelleri tercih edilmelidir.
• Yalnızlaşmayı önleyen, arabalara daha az bağımlı olabilmemize izin veren, mesai saatleri dışında başka kişilerle bir arada olabilmemizi sağlayan, araçlara değil insanlara öncelik veren bir şehirde yaşama hedefini sahiplenmek gerekir.
• Mesai saatleri kısaltılarak ailece vakit geçirebilmeye, kültürel ve sportif etkinliklere zaman ayrılması olanaklarının arttırılması gereklidir.
• Eğitim modellerinin çocuklarda tüketimi körükleyen etkilerden arındırılacak biçimde ve paylaşımcı, dayanışma içinde olabilen, birbiri ile rekabeti körüklemek yerine ortak üretime eğilimli bireyler yetiştirme hedefini koyan modeller yönünde biçimlendirilmesini talep etmek gerekir. Eğitim dizgesi, ortak bir dilin oluşturulabilmesine ve toplumda yabancılaşmayı önlemeye yönelik olarak kurgulanmalıdır.
HUSSERL VE HEIDEGGER’DE GERİYE DÖNÜŞÜN NEDENLERİ
Mutluhan İzmir
Görüngü (fenomen) kavramından yola çıkarak, görüngübilimi (fenomenoloji) kuran Husserl, görünen şeylerin görünenin kendisi değil, onun anlamı olduğunu belirtir. Algımız, Husserl’e göre, bir şeyin anlamının algısıdır, bir şeyin algısı değildir. Bir buluşmaya giderken buluşacağımız insanın betimlemesi kafamızda halihazırda bulunmaktadır, buluşma yerinde kafamızdaki kavram ile üst üste oturacak bir görünüm, bizim o insanın orada olduğunu bilmemizi sağlar. Ancak o insan gerçekte nedir? Husserl, önceden kafamızda hazır olarak bulunan kavramları noema olarak niteler. Noema, gerçek bir nesne olmaktan ziyade, soyut bir varlıktır. Kafamızdaki kavramlardan sıyrılmış olarak varolan gerçek varlığı mutlak varlık olarak niteleyen Husserl, bu gerçek varlığa ulaşmanın yolunun, epokhe olarak adlandırdığı yöntemle mümkün olduğunu belirtir. Varlığı her türlü nesnel fenomenden sıyırarak algılamak anlamına gelen epokhe vasıtası ile, yani bir yargısızlık mesafesinden varlığı algılamakla, mutlak varlığa ulaşabileceğimizi söyler. Bunu yapabilmek için tüm aşkın nesnel fenomenlerin farkında olunmalı ve onlardan bilinçli biçimde kendimizi sıyırarak, bize görünen şeyi olabildiğince noemasına ulaşacak biçimde algılamak gerekmektedir. Husserl, bu biçimde yalıtılarak algılanmış olan varlığa mutlak varlık der. Ona göre aşkın varlıktan yalıtılarak algılanmış olan bu mutlak varlık, varlığın özüdür, bizim bilincimizin, şeyi bilinç yoluyla dolayımlamadan (bilincin aracılık etmediği biçimde) algıladığı en doğal halidir. Husserl, fenomenolojinin, içkin bir sezgi yoluyla noemayı keşfetme yolu olduğunu ve bilincin deneyimleyen ben, yani ruh olduğunu söyler. Bu görüşleri nedeniyle, doğal olarak, bir çok kişi tarafından Descartesçı olmakla eleştirilmiştir. Kabaca bakıldığında, Husserl’in de, Kartezyen yalıtım iddiasının aynısını ortaya koyduğu kanısı oluşmaktadır. Ancak Hegel’in Descartes’tan sonra, Husserl’in de Hegel’den sonra yaşamış oldukları göz önüne alınırsa, Husserl’in neden böyle bir geriye dönüşe gerek duymuş olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Varlığın özü kavramından ne anlamamız gerekmektedir? Öze ulaşma felsefesi, Platon’un idealizminden günümüze dek süregelmektedir. Özden kastedilenin moleküler bir öz olmadığı kesindir. Bu durumda, özden anlamamız gereken şeyin, Platon’un ideal biçimleri, Descartes’in düşünen ben’den yalıtılmış zihinsel yansımaları, Kant’ın duyularla algılanan şeyleri ya da Husserl’in noemaları mı yoksa Hegel’in belirttiği gibi olumsuzlama mı olması gerektiğini sormamızda yarar vardır. Hegel, olumsuzlamanın varlığın özü olduğunu söyler. Olumsuzlamayı Hegel, “ne ise o olmamak, ne değilse o olmak” olarak kısaca özetlemiştir. Olumsuzlama, Hegel’e göre her insanın özünü oluşturur çünkü, olumsuzlama nedeniyle doğal yerini terk eden insan, kendisine nesnel olarak dışarıdan bakma olanağına kavuşarak, kendisini nesnel olarak tanımlayabilir. Bu, aslında diyalektiğin kendisidir ve Hegel’in belirttiği gibi, bu nedenle diyalektik, insan varlığının özüdür. Doğal biçimde kendi içinde bulunan olumsuzlama itkisi nedeniyle, kendi dışına çıkarak diyalektiği başlatan insan varlığı, bu sürecin sonunda başladığı noktaya dönmesiyle, dünyadaki varoluşunu, bir bütünsellik olarak ve dışarıdan gözleyerek anlama olanağına kavuşur. İnsan varlığının kendinin dışına çıkışının en önemli tarafı, onun toplumsallaşmasıdır. Bu nedenle, son noktada insanın kendi özü olarak kavradığı öz, toplumun onu kavradığı ve kavradığı şeyi ona anlattığı görünümdür ve bu görünüm aslında toplumun onayından geçmiş bir toplumsal tanımdır. Bu toplumsal tanım, bireysellikten olabildiğince uzak, toplumsal bir fenomendir. Yani Hegel’ci felsefe, öze ulaşabilmenin yolunun, insan varlığının dışında olduğunu vurgular. Hegel öncesinde insan varlığının içinde aranan bu yol, Husserl ile birlikte yeniden aynı içsel niteliğine kavuşmaktadır. Bu nedenle Husserl, Hegel’ci diyalektiği reddetmekte, zihnin dolayımlamasını aşma çabası içinde, olumsuzlamayı inkar ederek, gerçek olanın, bilinçte halihazırda varolmuş olan şeyler olduğunu ileri sürmektedir. Bu ise dünyaya insanın yeni hiç bir şey katamayacağı anlamına gelmektedir. Husserl’in gerici kaderciliğin pençesine düştüğü nokta, olumsuzlamayı inkar ettiği bu noktadır.
Bilincin, nesnelerin bilincinde olması, onların farkında olması anlamında kullandığı yönelimsellik kavramını, Husserl aslında çok doğru bir yere oturtmuştur. Husserl, yönelimselliğin üç parçadan oluştuğunu belirtir: Algı, imgelem ve anlamlandırma. Algı dolaysızdır, zihin nesneyi kendisi ile dolayımlamadan duyumsar, Hegel bu aşamaya duyusal kesinlik der. Daha sonra zihinde imgesel bir temsilci oluşur ve en son olarak bu temsilciye toplumun kullandığı dil yoluyla simgesel bir anlam kazandırılır. Ancak eğer imgelem ve algı yoksa, boş soyutlama ortaya çıkar ve dilin simgeselliği içinde boş bir yönelim oluşur. Anlamlandırma olmazsa, bu durumda da zihin imgeyle büyülenir ve donar kalır. Bu nedenle Hegel’in belirttiği gibi, sağlıklı bir süreç için bu üç aşamanın bir arada bulunması gerekmektedir. İnsanın doğumundan sonra, sınırları giderek genişleyen fiziksel ortamına uyum sağlayabilmesi için, çevresiyle birlikte tümelleşmiş bir bilince ulaşabilmesi ve tikelliğinden sıyrılmış olması gerekir. Bunu sağlayacak şey ise toplumun kullandığı ortak dil ve simgelerin, birey tarafından öğrenilmesidir. Hegel’e göre var olmak ile hiç olmak arasındaki geçişler, yani oluşlar, bireyin toplum içindeki fenomenini yaratır. Oluş bir fenomendir, ancak her oluş olumsuzlanır, bu da birey için bir yolculuğu başlatır. Bir felsefe bireyin toplumsal yolculuğu olan oluşları mı anlatmaktadır, yoksa içsel deneyimine mi odaklanmaktadır? İşte bu soru, bir felsefenin gerici ya da ilerici niteliğini açığa çıkartır. Hegel, oluş fenomenlerinin dilin simgeselliği yoluyla toplumsal anlamını kazanması gerektiğini, bu anlamlandırma kazanıldıktan sonra başladığı noktaya dönen varlığın kendisini eksiksiz biçimde tanımlayabileceğini, yani özüne ulaşabileceğini belirtir.
Husserl’in öğrencisi olan Heidegger, oluş fenomeninde hiç’i, yani varlık olmayanı tanımlama çabasına girmiştir. Heidegger çok doğru biçimde hiçin hiçtiğini, yani insanın çekirdeğinin hiçbir zaman ulaşamayacağı bir kavramsal boşluktan oluştuğunu ve bu boşluğun, kendisine yönelen bilinci hiçerek, dışarıya doğru ittiğini belirtir. Bu hiç tanımı, Hegel’in Gerçek tanımı ile örtüşmektedir. Hiçmek, bir olumsuzlama biçimi olarak başlangıçta Heidegger’de yerini bulur, ancak bu doğru başlangıca karşın sonradan, Husserl gibi Heidegger de kendisini, özü içsel bir süreç olarak tanımlama çabasından kurtaramaz. Oysa, içsel özün hiçmesi dolayısıyla hiçbir zaman tanımlanamayacağını, kendisi belirtmesine karşın, onu içselliğe yönelten nedir? Metafizik adlı eserinde Heidegger şöyle söyler: “Hiç- Hiçin Kendi- herhangi bir şekilde sorgulanacaksa, o halde önceden verilmiş olmalı. Onunla karşılaşabilmeliyiz.” Eski bir hastalık bu noktada ortaya çıkmaktadır; her şey önceden verilmiştir, yeni hiçbir şey yoktur. Heidegger de bu hastalığa yakalanmış görünmektedir. Tinsel arayış, Hegel ile birlikte bireyin dışına çıkarak, sürekli kendisini yenileyen toplumsal bir fenomene dönüşmüşken, Heidegger’de yeniden bireyin içine yönelir. Heidegger’in hastalığının belirtisi, Metafizik adlı eserinin şu satırlarda görülmektedir: “Hiç, varolanın tümünün tam bir olumsuzlanmasıdır. Buna göre, ilk olarak varolanın tümü verilmiş olmalıdır ki olumsuzlanabilsin”. İşte Husserl’in belirttiği imgeleme hayran olma durumu budur. Heidegger, önceden verilmiş olan ve hayran olacağı bir imgelemin peşindedir. Hegel’in diyalektiği, devinimi, toplumsal simgeselliğin yarattığı değişim, oluşum ve bütünsellik, Heidegger tarafından gözardı edilmektedir. İnsanın kendisini yaratma ediminin ve özgürlüğünün önüne dikilen Heidegger, bu nedenle gerici bir söylemin kaçınılmaz olarak kucağına düşmüştür. Daha da kötüsü, Heidegger, özü açığa çıkartmak için korkunun gerekli olduğunu belirtir şu sözlerle: “Ancak Hiçin kökten açığa çıkması temeli üstünde insanın Varolması Varolana doğru yaklaşabilir ve onu araştırabilir. Hiçi korku anı dışında örten nedir? Varolanın içinde kendimizi kaybetmektir. Hiç hiçerken dikkatimizi varolana yöneltir” (a.g.e.). Toplama kamplarındaki Yahudilerin herhalde dikkatlerini varolana yöneltme lüksleri hiç olamadı, ama Heidegger, o kadar insan korku içinde bocalarken, yine de Hiç’e ulaşamamış, onu tanımlayamamış görünmektedir. Bunu Heidegger şöyle itiraf eder: “Yoksa biz, kendini Varolanın Varlığı ile olagetiren bilmecenin bunca kafa yorduktan sonra da biraz daha yakınına hala gelemiyor muyuz?” (a.g.e.).
Heidegger’in nesnelleştirmeye karşı olan tutumu, imgesele geri dönüşe neden olur. Fenomen bu nedenle imgesel düzeyde algılanır, simgesel düzeyde bir nesneye dönüşemez. Ortada görünen yerine, görünmeyen üzerine düşünmenin yararı ne olacaktır? Biz görünmeyen yerine görünenle uğraşacaksak fenomen, toplumun kullandığı dil yoluyla simgeselleştirilmelidir. Hegel’in felsefesinin ilerici yanı, var oluşu dilin simgeselliği düzeyine taşıyarak, varoluşu toplumsal bir ortak ürün haline getirmesidir. Bunu sağlayan şey ise varlığın özünü oluşturan olumsuzlama ve olumsuzlamanın yarattığı diyalektik yapıdır. Yani insanı özü, algı, imgelem ve dilin simgeselliği arasındaki diyalektiktir. Özü bu biçimde göremeyen ve içsel bir yolda arayan her felsefe gerici bir yapı kazanmaya mahkumdur. Çünkü, varlığa kulak kabartan düşünme, tasarımlayıcı düşünmeyi safdışı bırakarak insan iradesini hiçe sayar.
Özü arayan bu insanlar, kendi özleriyle de sorunlu gibi görünmektedirler. Husserl’in eğitim verdiği üniversitede kürsü başkanı olmadan önce, bir Alman olarak Yahudi olmasından rahatsız olarak, Protestanlığa geçişi, Heidegger’in bu kürsüye başkanlık etmesi sırasında, Husserl’i üniversiteye girmekten men etmesinin önüne geçememiştir. 1. Dünya savaşı yenilgisinin ve teslimiyetin havası içinde büyüyen Heidegger’in, öz arama çabasında bu havanın ne derece etkili olduğu da üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur.
İÇSES ASLINDA DIŞSESTİR
Mutluhan İzmir
Bilim ve Teknoloji ekinin 1380 numaralı sayısındaki “İçsel Konuşmalarımızın Sırrı” adlı makalede, Rus bilimci Vygotsky ve kuramından söz edilmesi, bizlere değerli bir katkıda bulunmuştur. Vygotsky’nin çalışmalarının sonucunda bulduğu gibi, çocukluktan itibaren ötekilerin sesini içselleştirerek içses haline getiriyoruz. Bu durum çoğumuz için şaşırtıcı olabilir çünkü bugüne dek insanın yapısı, Kartezyen Özne anlayışına dayanan ego psikolojisi akımı ile açıklanmaya çalışıldığı için, bu türden görünümleri anlamak bize zor gelmektedir. Ego psikolojisi, insanın bilen bir özne olarak, dış dünyası ile etkileşimler sonucunda gelişen bir ego çekirdeğinin üzerinde biçimlendiğini ileri sürer. İçselleştirmeler topyekûn değil kısmidir ve içselleştirilen parçalar ancak ego çekirdeğinin ufak aksesuarlarını oluştururlar. Oysa bu durum, Vygotsky’nin gözünden kaçmadığı gibi, bir büyüğünün ağzından kendisine seslenirmiş gibi kendi kendine konuşan, kendisinden üçüncü bir kişi gibi söz eden çocukların durumunu açıklayabilmekten uzaktır. Bu durumu açıklayan en iyi psikoloji kuramı ise Jacques Lacan’ın Diyalektik Özne kuramıdır.
Lacan’ın Diyalektik Öznesi, “ben” ve “öteki” birlikteliğinden oluşur (İzmir). İnsanı sadece “ben”den ibaret bir yapı olarak ortaya koymak, insanla ilgili birçok görünümü anlayabilmemizi olanaksızlaştıracaktır. Çünkü kişilik yapımızın önemli bir kısmı kendi içimizden değil, dışımızdaki ötekinden kopyaladığımız parçalardan oluşur. Hatta Lacan, “özne konuşur ama ne dediğini bilmez” derken en uçtaki noktada, bir çocuğun, büyük Öteki olarak annesinin konuşmasından anlamını bilmeden kopyaladığı ve ezbere sarf ettiği sözleri söylerken oluşan bilinç durumunun, aslında erişkin insanların da baskın bilinç durumları olduğunu kasteder. Bu yaklaşım, ahlak sorununa da getirilebilecek anlamlı bir açıklama yapma olanağı sağlar. Kısa süre önce söylediğinin tam tersini söyleyen kişi hangi durumda yalan söylemiştir ve kimi kandırıyordur? Diyalektik özne kuramına göre, kişinin yaşamında bulunan büyük Öteki’ne bağımlılık durumu, önde gelen başat zemini oluşturuyorsa, kişi Öteki’nin ağzından ve ne dediğini pek bilmeden otomatik olarak konuşacaktır. Ben ve öteki birlikteliğinden oluşan kişiliğimiz, ben (ego) ile öteki arasındaki çizginin herhangi bir noktasında durarak icraatını gerçekleştirir. Şiddet ve baskının ön planda olduğu toplumlarda kişi ya şiddeti uygulayan ego olarak ya da Öteki’nin şiddetine maruz kalan otomatik bir yapı olarak kendini gösterecektir. Kişi bu iki görünümü bir arada yere ve zamana göre değişimli olarak da sergileyebilir.
Diyalektik Özne kuramı özellikle günümüzün siyasi gelişmelerini anlayabilmemizi, toplumların anlamlandırmakta güçlük çektiğimiz tavırlarını açıklayabilmemizi ve ekonomi ile insan ilişkisinin psikolojik yansımalarını çözebilmemizi sağlayabilecek bir temel ortaya koyabilmektedir. Bu konuya kapı aralayacak bu makaleyi yayınladığınız için Bilim ve Teknoloji camiasına teşekkür ederim.
Öznenin Diyalektiği; Hegel, Sartre ve Lacan. İmge Kitabevi Yayınları, 2013, Ankara.
MEGAPOLLER BİRER İRTİCA YUVASIDIR
Mutluhan İzmir
Burjuva sınıfı (burçlular), üretimden kopuşun getirdiği acizliği, megalomanik bir kendilik algısı yaratıp köylüleri aşağılayarak aşmaya çalışır. Megapol burçlularının egoları megalomaniktir, çünkü bu egolar yalnız ve zayıf birer simgeden ibarettir, doğada karşılıkları yoktur. Aslında burçluların tüm simgesel evreninin, toprağa sahip çıkan, onu işleyen ve ekip biçen köylülerin yaşamında hiçbir anlamı yoktur. Bugün arkasına saklandığımız avukat, psikiyatrist, profesör, siyasetçi, general, müdür, Nobel ödülü sahibi olmak, para-mal-mülk sahibi olmak, kişilik sahibi olmak gibi simgelerin, toprağı işleyerek üreten bir toplumda karşılığı yoktur. Böyle bir toplumun karşısında ne kadar kasılırsanız kasılın, o toplumun bireylerinin gözünde bir hiç olmaktan öteye gidemezsiniz; ta ki orağı ekinlere ustaca sallayabilecek, ineğin memelerinden sütü fışkırtacak bir ustalığa ulaşıncaya dek. Aslında bu simgesel evren, burçluların arasında bile hiçlikten çok öte bir şey değildir. Bu hiçleşmeyi Kafka “Dava” adlı eserinde çok güzel betimlemiştir. Ancak insanlık tarihi öylesine tersine gelişmiştir ki, kendi başına bıraktığınızda karnını doyurmaktan bile aciz olan burçlular sınıfı dünyanın kaderini elinde tutmaya başlamıştır. Bunun nedeni ise burçlarla çevrili binlerce yıllık şehirlerde dikili olan, doğaüstü güçlere sahip varlıkların tasvir edildiği heykellerdeki gibi birer ego yaratmanın, insanın en iyi bildiği bir iş haline gelmiş olmasıdır. Burçların ardına kapanan insan yaşamı, büyük bir yanılsamaya dönüşmüştür. O burçların kendisini neredeyse ölüme karşı bile koruyacağı hayaline kapılan insan, bu hayal dünyasının içinde, kendi kişiliğini de gerçeklerden kopuk bir ideal hayale dönüştürmüştür.
Bugün geldiğimiz nokta ise oldukça cesaret kırıcıdır ve neredeyse her burçluda, kendisini bir yarı tanrı mertebesinde görmesini sağlayan mükemmel bir kişiliğe sahip olduğu ya da gelecekte “o” olacağı inancı gelişmiştir. Bu dünyevi inanç nedeniyle günümüz dünyası aslında ileri derecede irticai bir dünyadır ve laiklikten de alabildiğine kopmuştur. Bu irticai ortamı besleyen en önemli şey ise şehirleşme ve üretim dizgesinden kopuştur. Şehir insanı, bir bebek misali üretmeden tüm ihtiyaçlarının giderilmesi beklentisi ve hatta talebi içindedir. Bu beklentinin nedeni ise kendisinin çok değerli bir şahsiyet olduğuna inanmasıdır. Yani burçlarla çevrili şehirler sürekli olarak, irticai dünyevi inançlar yaratırlar. Bu nedenle şehirleşen dünyada işçi sınıfı da, bu dünyevi inançların yarattığı irticaın kucağına düşmekten kendini kurtaramamıştır. Kemalizm’i Vaşington ve Brüksel’de eğitim görerek öğrenen subaylarımız ise, irticayı başörtüsüne indirgeyerek başörtüsü ile mücadeleye tutuşurken, öte yandan ekonomiyi özelleştirmelerle liberalleştirip, burçları güçlendirilmiş mega-kentlerde yaşayan ve küresel sermayenin eline teslim edilmiş, düşünemeyen ancak inançları doğrultusunda yaşayan bir toplum yaratıp kendi bindikleri dalı kesmişlerdir. Megapollerin insanı, kendi keyfini bozmayacak her şeye karşı duyarsızdır, ihtiyaçlarının karşılanmasını her şeyin önüne koyar. Keşke subaylarımız Kemalizm’in en önemli ayağının, vatanı sömürgeci sermayenin mekansal onarımına kapatmak olduğunu öğrenebilselerdi. Mekansal onarım sahası olan toplumların yaşamı artık inanç temelinde biçimlendiği için, Kafka’nın “Dava” adlı eserindeki gibi, mahkemeye zaten cezanız kesilmiş olarak çıktığınız bir toplum dizgesi ortaya çıkar. Bu nedenle son günlerdeki siyaset sahnesini, laik Kemalist güçlerle (TSK) irticai güçler (siyasiler) arasındaki mücadele alanı olarak tanımlamak çok yanlış bir tanımlamadır çünkü ikisi de liberal ekonomiyi savundukları için irtica konusunda birbirlerinden geri kalır yanları yoktur.
Artık insanlar ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, sağlıklı düşünememekteler, kolay kandırılıyorlar. Çünkü mekansal onarıma tabi tutulan coğrafyada yaşayan insanlar, aslında ihtiyaçları olmayan şeyleri hayati bir ihtiyaçmış gibi algılamalarına neden olan bir dönüşüme maruz bırakıldıkları için aptallaşmaktadırlar. Bugün bolca yabancı turist ağırlamakla övündüğümüz Antalya’nın 5 yıldızlı otellerinde gençlerimiz, 45 derece sıcağın altında karın tokluğuna Almanlara, Ruslara hizmet etmektedirler. Oysa birisi çok değil 60 yıl önceki savaşta yerle bir olmuş, diğeri de daha 20 yıl önce ekonomisi yıkılmış iki ülkenin insanlarıdır hizmet ettikleri turistler. Gençlerimizden hiçbiri, ne oldu da daha dün yıkılmış olan bu ülkelerin insanları havuzda bira içip keyif çatarken ben bu sıcakta karın tokluğuna ona hizmet etmekteyim diye sormuyor. Bu gençlerimiz hala Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın efendisi olacaklarının hayallerini görüyorlar. Bir deri bir kemik Afrika sıcağının altında hizmetlerini sürdürürken, bu hayallere olan inançları da en az o sıcak kadar güçlü.
Liseyi okuduğum okul, o dönemin sözde en zeki 96 öğrencisini iki basamaklı bir sınavla belirlerdi. Ben lisede iken o okuldan sadece 1 adet vardı, şimdi her kente açılmış. Bu lisenin mail grubundaki yazışmalarda birçok arkadaşımın Türkiye’nin dış borcunun kalmadığına inanması beni şaşkınlığa sürüklemişti. Hatta aralarından çok yakın olduğum birisi bizzat bana, borcumuzun son kuruşuna kadar ödendiğini ve borçsuz bir ülke haline geldiğimizi söylemişti. Bu kişi üniversite sınavında Türkiye’nin ilk üçüne girmiş bir kişidir. Kendisini en zeki grup olarak gören bu insanların bu kadar kolay kandırılabilmelerinin nedeni, toplumun maruz kaldığı aptallaştırma dönüşümünden nasiplerini alarak sorgulamadıkları bir inanç dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Bugün büyük kentlerin en Kemalist semtlerinde yaşayan ve balkonlarına kalpaklı Mustafa Kemal resmi olan bayrakları asan ya da kendini solcu gören insanların çoğu bir yabancı sermayeli şirkette çalışmaktadırlar. Oysa o şirketlerin ülkemizdeki varlık nedenleri hiç de Kemalist ya da sosyalist bir amaç taşımamaktadır. Ama burçlular için vatan artık kendi kişiliklerine indirgenmiş olduğundan dolayı, ortada onlar için bir çelişki yok gibidir. Bu zihniyet, 1939’da başlayan II. Cumhuriyet’in zihniyetidir. Üretmeden edilgen biçimde, sömürgeci sermayenin hazırcılığa alıştırdığı bir yaşamı sürdürürken, vatan da insanların anlamlandıramadıkları bir kavrama dönüşüyor giderek. Boşuna Fransızcada ve İngilizcede köylü kelimesinin karşılığı olan paysan, peasant kelimeleri, ülke anlamındaki pays kelimesinden türememiş galiba. Rusçada köylü anlamına gelen mujik kelimesi ise Rusya’da vatanına sahip çıkan, onu işleyen ve eken biçen anlamında kullanılır. Mujikler sarışın, Kalmuk suratlı ya da esmer olsunlar, köylülük kültürü içinde bir araya gelerek farklılıklarını eritip, sahip çıkılacak bir vatan oluşturmuşlardır. Vatan, mujiklerin yaşadığı alandır. Köyleri yok ederek köylüleri şehirlerde toplayıp onları aptallaştıracak bir liberal ekonominin eline teslim etmek, burçlu aydınların önderlik ettikleri tüm devrimleri başarısızlığa sürüklemiştir. Gerçek devrim, aydın-köylü birlikteliği ile yapılabilir. Çünkü aydın köylüye ışık tutarken, köylü de aydının vatandan yani alın terimizi akıttığımız topraktan kopuk uçuşan bir soyut simgeye dönüşmesini engeller. Körü körüne hızla şehirleşerek vatan kavramının anlamını da yitiriyoruz sanırım. Çünkü köylüyü yok ederek bizi uçuşmaktan kurtaracak çapamızı yitiriyoruz. Toprağı işlemedikçe ona sahip çıkmak da anlamsızlaşıyor herhalde. Toprağa sahip çıkmadan, sadece kişiliğimizi koruyarak antiemperyalist de olunamıyor. Postmodernizmin en belirgin ayağı da bu dünyevi inanç dizgesinin topluma hakim hale gelmesidir. Emeğiyle geçinmeyen, hazırdan beslenen her insan kendisini her şey zannedebilir, her şey olduğuna inanabilir. Bu bireylerden oluşan toplumda da hiçbir şeyin dikişi tutmaz.
İŞ DÜNYASI VE DEPRESYON
Dr. Mutluhan İzmir, Psikiyatri Uzmanı
Depresyon bir duygudurum bozukluğudur. Başlı başına bir hastalık olarak görülebildiği gibi alkol, uyuşturucu, uyarıcı madde kullanımı, tedavi amaçlı ilaçların kullanımı, metabolik hastalıklar, kanser gibi sorunlara ikincil olarak da gelişebilir. Genellikle ağır seyreden ve tamamlanmış intiharlara neden olan depresyonların doğuştan gelen genetik özellikleri bulunmaktadır ve bu depresyon türlerinde ilaç tedavisi çok titizlikle belirlenmelidir. Bu tür ağır depresyonlar, tedavi edilmediklerinde ciddi yaşamsal, sosyal ve ekonomik sorunlara yol açan tablolardır. Diğer bir grup depresyon tablosunda ise klinik olarak daha hafif şiddette ve yaşamsal, çevresel olaylara ikincil olarak gözlenen depresif yakınmalar ortaya çıkar. Bu tür depresyonların genellikle genetik özelliği yoktur, öğrenilmiş çaresizlik ve nesne kayıplarının önemli bir rolü vardır. Bu nedenle bu tür depresyonlarda iyi bir ilaç tedavisinin yanında öğrenilmiş çaresizlik biçiminde ortaya çıkan bilişsel şemaları düzeltmek ve nesne kayıplarının yol açtığı algı sistemini normalleştirmek için psikoterapi önemli yer tutmaktadır. Bu durumlarda yapılacak olan psikoterapinin yöntemi hastanın yaşı, sosyo kültürel düzeyi, eğitim düzeyi gözönüne alınarak belirlenir ve destekleyici, dinamik, bilişsel, analitik yöntemlerden bir ya da birkaçı tercih edilebilir.
Bir depresyon tablosunda, şiddeti klinik olarak değişen şu gibi belirtilere rastlarız:
Hiçbir şeyden keyif alamama ve zevk alamama hali, sosyal çevreden, iş ve aile çevresinden kaçarak içe çekilme. Motivasyon düşüklüğü, istek azlığı ve düşük engellenme eşiği. Cinsel istekte azalma, kilo kaybı ve iştahsızlık ya da aşırı kilo alma, aşırı iştah, düşük enerji düzeyi, kolay yorulma hali, adet düzeninde aksama, uyku bozuklukları, sabah erken uyanma, uykuya dalma güçlüğü, hiç uyuyamama ya da aşırı uyuma hali. Kabızlık, ağız kuruluğu, başağrısı, uyuşmalar, karıncalanmalar gibi fiziksel yakınmalar. Hasta kolayca ağlayabilir durumdadır, çökkündür, dikkati dağınıktır. Konuşmanın akıcılığı ve canlılığı azalmıştır. Genellikle tek kelimelik uzun aralıklarla, alçak sesli ve monoton şeklinde konuşur. Hastanın düşünce içeriğinde intihar düşünceleri, ölümle yoğun bir uğraş hali, yoğun bir umutsuzluk ve çaresizlik, değersizlik, suçluluk, kararsızlık görülür. Düşünce içeriğinin zenginliği azalmıştır. Fiziksel şikayetlerle yoğun bir uğraş halinde olabilir. Konsantrasyon güçlüğü, hafıza bozukluğu ve değersizlik hisleri sık rastlanan şikayetlerdendir.
Depresyon tablolarında yapılacak tedaviler genellikle 2 ile 6 ay arasında süren ve yukarıda belirtildiği gibi ilaç tedavisi ile birlikte zaman zaman psikoterapinin uygulandığı tedavilerdir. Günümüzde depresyon için kullanılabilecek tıbbi tedaviler ve ilaçların sayısı çok çeşitlenmiş ve kalitesi arttırılmıştır. Kullanılacak olan ilaçların mutlaka hekim gözetiminde alınması ve gerekli olan zaman süresinin aşılmamasına dikkat edilmesi önemlidir.
EKONOMİK KRİZLER DEPRESYON NEDENİ OLABİLİYOR:
Yukarıda belirtildiği gibi insanları çaresiz hissettiren durumlar depresyonun tetikleyicisi olabiliyor. Ekonomik sıkıntılar ve ekonomik olarak gelecekle ilgili belirsizlikler, günümüzde çaresizlik hislerini körükleyen en önemli unsurlar haline gelmişlerdir. Şehirleşen nüfusun giderek artması ve ticaretin gelişmesi ile birlikte esnaflıkla geçimini sağlayan insan sayısının artması, toplumların toprağa dayalı ekonomi dönemine kıyasla ekonomik şoklardan daha fazla etkilenmesine neden olmaktadır. Devletin ekonomiye müdahalesinin azalması ile birlikte, dış kaynaklı ekonomik şoklarla doğrudan yüzleşen esnafın, düşen satışlarını arttırabilmek için dua etmekten başka yapabileceği bir şey kalmamışsa artık çaresizlik zemini oluşmuş demektir. Çaresizliğin sürmesi ve gelecekle ilgili belirsizlik algısının ortaya çıkması depresyon tablosunun ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Ortaçağ karanlığının ardından daha özgür ve ruhen sağlıklı bireylerden oluşan toplumlar yaratmak, pek çok toplumsal modelin en önemli hedefi olmuştur. Bireysel özgürlüklerin ve ruh sağlığının, ekonomik özgürlüklerle ve refahla paralel gittiği açıktır. Sağlıklı bir ruh haline sahip olmak, ekonomik güçle ve refah içinde bir geleceğe sahip olmaya inançla paralel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı kapitalist ve demokratik olarak adlandırılan toplumlarda, bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için icra ettikleri ekonomik faaliyetlerin küresel bunalımlardan olumsuz etkilenmesi, toplumun ruh sağlığını da doğrudan olumsuz etkilemektedir. Bunun yanında tekelleşen ve Uluslar arası boyutta etkin hale gelen dev sermaye sahipleri ile bireysel olarak rekabet etmekte zorlanan esnaf için bu durum da ruh sağlığını olumsuz
etkileyen bir durum haline gelmektedir.
Tarımsal üretimde kuşkusuz, üretici ve ürünün bütünlüğü, tarım dışı üretime oranla çok daha büyüktür ve insanın emeğine ve emeğinin ürününe yabancılaşması, henüz meta fetişizminin tam olarak egemenlik kuramadığı yarı kapalı öztüketim toplumlarında çok daha düşük bir düzeydedir. Tarım dışı modern faaliyetlerin ani bir biçimde ve kuşak farkı bile olmaksızın gelişmesi, bireysel düzeydeki yabancılaşma olgusunun daha da şiddetli ve dramatik bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durum hem kapitalist düzende yaşayan toplumları hem de sosyalist düzende yaşayan toplumları etkilemiş ve bu toplumların bireylerinin yabancılaşmasına neden olmuştur. Kapitalist toplumların rekabete açık olması, kapitalist düzen içinde yaşayan toplumların bireylerinin sosyalist düzende yaşayan toplumların bireylerine göre yabancılaşmayı daha ağır yaşamalarına neden olmuştur.
Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde Richard Easterlin adlı araştırmacının “Lost in Transition” adlı araştırmasında,(1), eski doğu bloğu ülkelerinde 1989-2005 yılları arasındaki memnunluk-rahatlık durumu incelenmiş ve demokratik gelişmelerle kişisel hoşnutluk arasında ters ilişkinin olduğu, ekonomik durum ve aile yaşantısındaki bozulmadan dolayı insanların daha mutsuz olduğu saptanmış. Sosyalizmden kapitalizme geçişte çalışma hayatı, ve çocuk yetiştirmeden memnun olanların sayısı düşerken sosyal stres semptomlarında, boşanmalarda, aile içi şiddette, alkol ve uyuşturucu kullanımında artış yaşanmış. Easterlin'e göre kişi başına artan gelir, tüketim mallarına daha kolay ulaşabilmek, ve yaşam standartının yükselmesi gibi faktörler toplumdaki sosyal güvensizliği dengeleyemiyor.
1-Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 3 Temmuz 2009,23:1163
30.Kasım. 2012 Cumhuriyet Gazetesi
Bilim ve Teknoloji ekinde yayınlandı
J. J. ROUSSEAU İNSANLARI EGONUN ESARETİNDEN KURTARMAYA ÇABALIYORDU
MUTLUHAN İZMİR- PSİKİYATR
Çok küçük yaşta annesini kaybetmiş, annesinin kaybından sonra babası tarafından çok da iyi bir muameleye maruz kalmamış, 7 yaşında da babası tarafından terk edilmiş, eğitim görme olanaklarını bırakın, sıcak bir ev dahi görememiş bir çocuk düşünün. O yaşta birçok güçlüğü kendi başına göğüslemeye çalışıp yaşamını kendi gücü yettiğince sürdürmeye çabalarken, kendisinden yaşça büyük ve daha güçlü insanların kendi bedenini bir zevk nesnesi olarak kullanabilmesine şahit olma deneyimini de yaşamasına karşın mücadele etmekten yılmamış. Amacım küçük J.J.’ın zor geçen yaşamını, Rousseau için bir dokunulmazlık zırhına dönüştürmek değil. Bu zorlu yaşam mücadelesi sonunda ortaya kimseye kin tutmayan, duygu sömürüsü yapma eğilimi hiç göstermeyen ancak insanlığın nasıl daha iyi bir düzen oturtabileceği üzerine kafa yoran açık sözlü bir düşünür olarak Rousseau karşımıza çıkıyor. Rousseau’yu büyük yapan da kendisini hiçbir zaman ezilmiş bir zavallı olarak görmeyip, kendi yaşadığı acıları bir kenara koyarak, dünyanın tüm insanlar için nasıl daha güvenli, rahat ve iyi bir yer haline getirilebileceğini düşünmek olmuştur. Rousseau, kendisine acımak için elinde fazlasıyla neden varken bu tümseğe hiç takılmadan aşkın bir hedefe kendisini yöneltebilme başarısını göstermiştir. Acılar ve sorunlarla dolu yaşam deneyimi, onun insanlık için nelerin düzeltilmesi gerektiğini daha net biçimde ortaya koyabilmesini sağlayan bir pusula olmuştur. Sıcak bir aile ortamında büyüyememiş olma bahtsızlığı ise, şaşılacak gibi dursa da, uzun vadede Rousseau’nun yararına işlemiş görünmektedir. Çünkü koruyucu ve kollayıcı bir aile insanlar için bir şans olduğu oranda, sadece kendini düşünen, sürekli kendini öne çıkartmaya çalışan, kendisini çevresindekilere sevdirmeye alışmış ve öteki insanları bir nesne olarak görmeye eğilimli bir egonun ortaya çıkmasına neden olacak bir şanssızlıktır da aynı zamanda (İzmir, 65). Rousseau’nun sahip olmadığı olanaklar onun öteki insanları böylesine dışlayacak bir ego oluşturarak onu sahiplenmesinin de önüne geçmiştir.
Rousseau, kendisini içine düştüğü zor yaşamdan çekip alan ve topluma mal olmuş bir düşünür haline getiren şeyin egodan uzak kalması olduğunun bilincindedir ve bu nedenle yaşamını insanların egolardan uzak kalabilmesini sağlamanın yollarını bulmaya adamıştır. Çocuklarını kendisinin yetiştirmeyip bakımevine teslim etmesinde bile bu temel saptamayı bulmak olanaklıdır. Rousseau, sevecen bir anne ile koruyucu bir babanın elinde değil, toplumun görünmez ellerinde büyümüştür. Bu eller onu yeri geldiğinde taciz etmiş, yeri geldiğinde korumuş ve eğitmiştir. Ve Rousseau, küçük bir çocuk olarak kendisini taciz eden kişilerin bu davranışlarına neden olan en önemli etkenin, onların sahiplendikleri bencil bir ego olduğunu anlamıştır. Her ne kadar Rousseau’nun saptaması doğru ise de, henüz o dönemde çocukların ailelerinden ayrı olarak sağlıklı yetişebilmelerini sağlayacak kurumlar bulunmamaktaydı, halen de dünyanın hiçbir yerinde bu kurumlar bulunmamaktadır. Ancak insanların egolarını ehlileştirmeleri dünyanın daha mutlu olunabilecek bir yer haline gelmesini sağlar, insanların birbirlerine karşı olan tutumlarının daha sağlıklı olabilmesini ve toplumların daha huzur ve barış içinde olabilmelerini sağlar. Rousseau, yazılarında bilim ve sanatın, egoların güçlenmesine ve dünyanın daha da çekilmez bir yer haline gelmesine nasıl neden olabileceğini anlatmaya çabalamıştır. Tarih, bilimsel gelişmeleri kendi kişisel hırslarının gerçekleşmesi için kullanmaya çalışan kişiler ve toplumların insanlığa çektirdiği acılarla doludur. Egonun insanları ve toplumları ne hale getirdiğini, Rousseau’nun yazdıklarından görebiliriz:
Ey uygar milletler! Bilimleri ve sanatları besleyin. Ey mutlu köleler! O sizin özene bezene ortaya serdiğiniz kibar ve ince zevki onlara borçlusunuz. Aranızdaki ilişkileri pek tatlı, pek kolay bir duruma getirin, o yumuşak huylarınızı, uygar şehir adetlerinizi, kısacası hiçbir erdeme sahip olmadan bütün erdemlere sahipmiş gibi görünmek ustalığını onlar sayesinde elde ettiniz (JJR, 8).
Sanatın davranış ve eylemlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve duygularımıza yapma bir anlatım vermemiş olduğu zamanlar, âdetlerimiz kaba ama doğaldı. İnsanın yapısı o zaman daha iyi değildi; ama insanlar birbirlerinin ruhunu kolayca anladıkları için endişesiz yaşayabiliyorlardı. Bugün artık değerini bilmediğimiz bu kolaylık onları birçok kötü alışkanlıklardan koruyor (JJR, 9).
… insan bilgilerinin sanıldığı gibi güzel bir kaynağı olmadığını göreceksiniz. Astronomi, boş inançlardan doğmuştur; güzel söz söylemek hırstan, kinden, dalkavukluktan, yalandan; geometri cimrilikten; fizik, boş bir meraktan ve hepsi birden hatta ahlak bile, insanın kendisini beğenmesinden doğmuştur (JJR, 19).
Bizans da öyle olmadı mı? Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan bu belde, dünyanın merkezi olacak durumdaydı; ve belki barbarlıktan çok, bir hikmet eseri olarak Avrupa’dan kovulan bilim ve sanatların sığınağı olmuştu. Sefahat ve ahlaksızlığın en utanılacak biçimleri, en kara hıyanetler, katiller, zehirler; topluca işlenen en korkunç cinayetler… işte Bizans’ın tarihini dolduran olaylar; işte yüzyılımızın övündüğü bilgilerin çıkmış olduğu saf kaynak! (JJR, 12).
Görüldüğü gibi Rousseau için, egosunu ehlileştirmemiş kişiler ve toplumların, ne kadar etkileyici görünseler de, ne kadar büyük unvanlara ve eserlere sahip olsalar da erdemle yakından uzaktan bir ilgileri yoktur. Bilim ve sanat, toplumdaki bireyleri, birbirlerini kullanılacak ya da ezilecek birer nesne olarak görmekten kurtarıp, birbirlerini eşit haklara sahip birer özne olarak görmelerini sağlayacak bir işlev görmedikçe J. J. Rousseau tarafından haklı olarak mahkûm edileceklerdir.
Kaynaklar
İzmir, Mutluhan. Öznenin Diyalektiği, İmge Kitabevi Yayınları, 2012 Ankara
Rousseau, Jean Jacques. Bilimler Ve Sanatlar Üzerine Söylev, (Çev. Sabahattin Eyüpoğlu). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007 İstanbul
MEKÂN VE SERMAYE BAĞLAMINDA KEMALİZM İDEOLOJİSİ
MUTLUHAN İZMİR
İdeoloji nedir sorusunu doğru biçimde açabilmek için, ideoloji ve mekânı bir arada ele almak gerekir. İdeoloji ile mekân, üretim ilişkileri bağlamında kesişirler; bir toplumun yaşadığı coğrafyadaki, yani belli bir mekândaki üretim ilişkilerini ve sermaye hareketlerini düzenleyen dizgeye ideoloji denir. Bir mekânda sermayenin tabi olacağı kuralları düzenleyen her düzen bir ideolojidir. Sermayenin düzenlenmesine kalkışmayan dizgelere ideoloji denmez. Bu bağlamda mekâna ait olmayan bir ideoloji, ideolojisiz bir mekân kadar tehlikeli ve yıkıcıdır. Kemalizm de doğrudan sermayenin denetim altına alınmasını hedefleyen bir yönetim biçimi olarak, dört dörtlük bir ideolojidir.
Mekân, bireyin içine doğduğu ortam olarak, birey tarafından açıklığa kavuşturulmayı bekleyen unsurlar içerir. Birey, içine doğduğu, gözlerini açtığı mekânda nasıl yaşamını sürdürecek ve ötekilerle ilişkisini hangi çerçevede kuracaktır? İnsan, diğer canlılardan farklı olarak içine doğduğu doğal çevrede tek başına yaşamını sürdürebilecek bir yetiye sahip olmadığı için, kerhen bireysel arzularını bastırarak topluluk halinde yaşamak zorunda kalmış olan bir canlıdır. İdeoloji, çetin doğa koşulları içinde hayatta kalabilmek amacıyla, bireysel çıkarlarını yaşamı boyunca bağımlı olduğu toplumun çıkarlarının gerisinde tutmak zorunda kalan insanın, bireysel arzularını bir kenara itmek gibi zor bir durumu anlamlandırabilmesini sağlayan dizge olarak kendini temellendirir. Bu dizge, bireyin içinde bulunduğu toplumun ekonomik yapısı değiştikçe değişikliğe uğramıştır.
Son olarak içinde bulunduğumuz ve neo-liberal ekonominin ağırlıkta olduğu dönem, insanı içine doğmuş olduğu mekânda, bir topluma bağımlı hissetmekten en uzağa atan bir özelik taşıması nedeniyle, birey-toplum bağını tarihte en çok çözen bir mekânsal nitelik taşımaktadır. Bunun etkilerini sol ve sağ cenahtaki tüm siyasetlerde, bireysel özgürlük maskesi altında sermayenin özgürlüğünü öne çıkartan liberalizmin ağırlık kazanmasıyla görmekteyiz.
Nutuk, ayrıntılı biçimde mekân analizi yapar, bireyin o dönemde kendi bireysel arzularını, toplumsal bir yapıyı kurmak önceliği adına neden geri planda tutması gerektiğini açıklar. Kemalizm bu bağlamda mekânı tam olarak açıklayan mükemmel bir ideolojidir: Endüstri devrimiyle birlikte şaha kalkmış olan sömürgeci güçlerin kapısına dayandığı, soykırıma uğramış ve daha da kırılması muhtemel olan bir topluma, nasıl yaşamda kalabileceğini anlatır. Kemalizm ideolojisi, sömürgeci yıkıcı güçlerin karşısında çözülme belirtileri sergileyen Anadolu toplumunun kurtuluşunun, bu coğrafyanın içindeki sermaye hareketlerini serbest bırakarak değil, kontrol altına alarak, bu bağlamda da bireysel özgürlükleri öne çıkartarak değil, ekonomik açıdan bağımsız bir toplum kurarak olanaklı olduğunu anlatır.
Bu ilke, Atatürk’ün ölümünden sonra, Kemalizm ideolojisini bu açıdan hiç anlayamamış olan İnönü ve sonrasındaki yöneticiler tarafından geri plana itilmiştir. Bunu daha iyi anlayabilmek için, CHP’nin 1938 öncesi ve sonrasında yapılan kongre tutanaklarını kıyaslamak yeterlidir (Yılmaz Dikbaş, Atatürkçüler Yenildi). 1938 öncesi CHP kongrelerinin, parti programlarının metinleri, Kemalizm ideolojisinin yazılı metinleridir. Kemalizm şunu savunur; üretim sürecinin bütünüyle sermayenin egemenliği altına girme tehdidine karşı, devletler sahip oldukları toprakların dâhilindeki sermaye hareketlerini kendi denetimleri altında tutmalıdırlar.
Bireyin özgürlüğü mü daha önemlidir yoksa toplumun bağımsız kalabilmesi mi tartışmasının aslında Mustafa Kemal’den çok önce başlamış olduğunu, hatta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) 1905’deki bölünmesinin nedeni olduğunu görmekteyiz. Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki adlı kitabında, İngiltere tarafından doğrudan desteklenen Prens Sabahattin kadrosunun, Durkheim’a karşıt bir sosyoloji kuran Demolins’in etkisinde kalarak, bireysel özgürlükleri her şeyin üstünde tuttuğunu belirtir. Bunun sonucunda bu kadro, devlet yönetiminde desantralizasyonu ve âdem-i merkeziyetçiliği, ekonomide serbest girişimciliğin önünde hiçbir engelin kalmamasını ideolojilerinin temeli yaparak bağımsız bir devlet yapısını ideolojilerinin temeli yapan İTC’nin diğer kadrolarından kopar (2014, 86).
Görüldüğü gibi Kemalizm, bu coğrafyada yaklaşık olarak 200 yıldır süregelen ekonomik modelin ne olacağını belirleyen ideolojik çatışmanın bir tarafıdır. Menderesleri, Demirelleri, Özalları, Evrenleri, Çillerleri, günümüzün Neo-Osmanlıcılarını yetiştiren liberalizm bir ideoloji oluyorsa buna karşı bir ekonomik model öneren Kemalizm de bir ideolojidir. Mustafa Kemal, bireyin sağlıklı olabilmesinin ön koşulunun, onun sağlıklı bir mekânda bulunması olduğunu fark etmiştir. Mekânı anlamlandıracak bir ideolojiden yoksun ve bütünüyle bireysel özgürlüklerinin peşinde koşan bireylerle dolu olan bir toplumun çözülmeye gideceği için böyle bir toplumun bireylerinin, özgürlüklerinin tadını çıkartamayacaklarını Durkheim gibi görmüştür. Kemalizm ideolojisi sömürgeci güçlerin karşısında topumun ekonomik bağımsızlığını nasıl koruyabileceğini, karma ekonomi modelinin, silahlı kuvvetlerin bağımsız kalmasının, bölgesel siyasi ittifakların bu bağımsızlığı oluşturmadaki önemlerini vurgulayarak anlatır.
Mekânın ekonomik yapısını göz ardı ederek bütünüyle ideolojik bir dünyaya fırlayan bireyin ne kadar sağlıksız bir hayal dünyasına sürüklenerek yaşayacağını Hegel 250 yıl önce yazmıştır. Bu nedenle Hegel eylemin hayal dünyasından bireyi kurtarabilecek tek olanak olduğunu vurgular. Eylemsiz bir ideoloji, Yeşilçam filmlerindeki zengin babasına özgürlüğü adına karşı çıkarak yaşamak isteyen şımarık zengin çocuğu gibi, zengin AB’nin para yemeye doymayan çocuğu Yunanistan’ın sol adına çıkara çıkara Syriza biçimindeki bir bireysel özgülük balonu çıkartmasına neden olmuştur. Sonsuz bireysel özgürlük, zengin bir babaya sahip olmadan olanaklı değildir. Ancak günümüzde sermayenin egemenliğine teslim edilen mekânımız artık şişkin ve bireyci egolar yetiştiren, ideolojisiz bir mekâna dönüşmüştür.
İdeoloji, gerek doğrudan bireylerin kimliklerinin nasıl biçimleneceğini etkilemesi, gerekse toplumdaki bireylerin yaşama anlam katabilmelerine yaraması açısından önemli bir psikolojik etkendir. Çünkü birey, içinde bulunduğu toplumun üretim ilişkilerinin biçimlendirdiği bir yapıdır. Mekânda sermayenin hakimiyeti arttıkça insan sağlığı da o oranda bozuluyor. Sağlıklı olabilmemiz için, önce yaşadığımız mekânda sermayeyi kontrol altına alabilmemizi sağlayacak bir ideolojiye gereksinimimiz var. Kişisel gelişim değil toplumsal gelişim önemli; toplumsal koşullar kötüyse, kişisel gelişim çabaları bencil bireyler yaratmaktan öteye geçemiyor.
Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti bulunan bir “ulusal önderin”, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi kavrayamamanın nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.
Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938 günü toplanan TBMM, İsmet İnönü’yü oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçti. Bu oylar İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı için Meclis’te aldığı ilk oylar değildi. 1923 yılındaki ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kendisine bir oy çıkmış, bu oyu Mustafa Kemal vermişti. Türk kamuoyunda “en uygun seçim” olarak değerlendirilen Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, Celal Bayar Hükümeti kural gereği istifa etti. Ancak İnönü, hükümeti kurmak için yine Celal Bayar’ı görevlendirdi. Kurulan yeni hükümette, Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras yoktu. Cumhuriyet devrimlerinin uygulanmasında en önde görev almış bu iki inançlı insana, İsmet İnönü’nün isteği üzerine yeni hükümette görev verilmemişti.
Celal Bayar, 25 Ocak 1939’da kural gereği değil bu kez gerçekten istifa etti. Dr. Refik Saydam hükümeti kurmakla görevlendirildi. İnönü, hükümeti yeniledikten sonra Meclis’i de değiştirmeye karar verdi. Mart 1939’da yapılan erken seçimlere katılacak CHP milletvekili adaylarının tümünü kendisi seçti. Adaylar üzerinde yaptığı seçim, Atatürk döneminde politikalarda değişiklik olacağının habercisiydi. Cumhuriyet devrimlerinin gerçek boyutunu kavrayamayarak bunlara karşı çıkan, ekonomide ulusal kalkınma yerine “liberalizmi” savunarak Atatürk’le siyasi çatışma içine giren; Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler İnönü tarafından aday yapılmıştır. Bu uygulama daha sonra genişletilmiş, İzmir suikastı davasında yargılanan; Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Kazım Karabekir gibi isimler önemli görevlere getirilmiştir. Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir Meclis Başkanlığı’na dek yükselmiştir.
İnönü, “Yeni Politika” yönündeki karar ve davranışını şöyle anlatmıştır; “İçişlerinde yeni bir politika gerekli idi. Bu politika gerginlikleri ciddi olarak giderme veya yumuşatma yönünde olacaktı. Eski küskünlükleri kaldırmak için, ciddi olarak çalışmak kararındaydım... Eski küskünlük dediğim zaman, Terakkiperver ve Serbest Fırka teşebbüslerinden kalan huzursuzlukları murat ediyorum.” Bu sözlerin taşıdığı anlam, sonraki politik uygulamalarda somutlaşacaktır. Türk toplumu 1923-1938 arasında, olağanüstü devrimci bir dönem yaşamıştır. Böyle bir dönemde devrim karşıtı eğilimlerin ve bunların örgütsel tepkilerinin oluşması kaçınılmazdır. Karşı-devrimci tepkileri, ‘iç politika gerginlikleri’ olarak gören ve bu tepkileri; giderme ve yumuşatma adıyla, Terakkiperver ve Serbest Fırka yöneticileri ile uzlaşmaya varan anlayışın, devrimcilikten, bağlı olarak da Atatürkçülük’ten uzaklaşmayla sonuçlanması kaçınılmazdı.
Nitekim 1939-1950 döneminde bu tür ‘gerginlik giderme’ uygulamaları sıkça yapılmıştır. Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği, Millî Eğitim Bakanlığı yapmış ve ilk ‘İnkilap Tarihi’ derslerini vermiş olan Prof. Hikmet Bayur’un Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar için görüşleri şöyledir: “... Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.” Gerginliği gidermek savıyla yeni gerginlikler yaratılıyor ancak bu kez gerilen taraf Atatürk’ün yakın çevresi ve Atatürkçü kadrolar oluyordu. Atatürk’le “Araya Mesafe Koyma”, Atatürk’ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan süreç, açıkça söylenmeyen ve yazılmayan ancak davranış biçimleriyle ortaya koyulan dizgeli (sistemli) bir politikaya dönüştürüldü. İnönü milli şefti ve her şeyi o belirliyordu. Devlet kadrolarında yükselmek isteyenler günün gereklerine uymak durumundaydılar. Atatürk’ün yakın çevresi gözden düşmüştü. Onlarla birlik görünmek, yükselmeyi önleyen bir etkendi. İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen, Afet İnan’ın kendisini sıkça ziyaret etmesi nedeniyle kimi milletvekillerince uyarılmış ve Atatürk’ün yakını olan bu kişiyle fazla görüşmemesi önerilmişti. Din eğitimi almış ve faşist eğilimler içindeki Şemsettin Günaltay, İnönü Cumhurbaşkanı olduğunda, Atatürk dönemini karalayan ve Atatürk’ü dolaylı olarak aşağılayan; “İnönü devri başlıyor, fazilet devri başlıyor” demiş ve ileride başbakan yapılmıştı…”
1939-1950 döneminde en çekinceli ödünler, henüz tam olarak yerleşmemiş olan laiklik konusunda verilmiştir. Dinsel inançların siyasi çıkar için kullanılmasının 1950’den sonra başladığı yönünde yaygın bir kanı vardır. Oysa bu tür uygulamalar Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlamıştı. Sandıkta yarışın söz konusu olmadığı tek parti döneminde, laiklikten verilen ödünlerin hangi somut amaca yönelik olduğunun mantıksal bir açıklaması bugüne dek yapılamamıştır. DP’nin uygulamaları, kendinden önce başlatılan bir sürecin, yoğunluğunun arttırılarak sürdürülmesinden başka bir şey değildir. İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen’in konuyla ilgili olarak, döneme ve dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’ye eleştirileri oldukça serttir; “... İnönü bütün hareketlerinde Atatürk’ün üstünlüğünü silmek için elinden gelen gayreti sarf etti. Bunu genel bir fikir olarak söyleyebilirim. Atatürk’ün yolunda yürümüş olsaydı, her şey başka türlü olacaktı. Atatürk öldükten sonra birçok dostumuz var ki İsmet Paşa zamanında oruç tutmaya, namaz kılmaya başladılar. Kusurumuz, laikliği memlekete yayamamaktır. Onun için ben şahsen, İnönü’nün Anıtkabir’e defnedilmesini bile istemedim.”
Hikmet Bayur şunları söylüyor: “Atatürk öldükten sonra biz seçim bölgelerimize gittik. Bir müddet sonra, galiba yeni seçimlerden sonra baktım her mahallede bir kuran kursu açılmış. Bunlar yoktu eskiden. İnönü Cumhurbaşkanı ve Recep Peker de İçişleri Bakanı ki, Recep Peker de bu softaların şiddetli aleyhindeydi. Gittim Ankara’ya, Recep Peker’e dedim ki, Ne hâl bu? Ne yapayım dedi emir en büyük yerden geliyor. Yani İnönü din düşmanlığı yapmadı, dincilik yapıyor. Daha sonra İlahiyat Fakültesini açtı. Sonra İmam Hatip okullarını açtı. İmam Hatip okullarına Fıkıh dersi koydurdu. Fıkıh dersine hiç lüzum yok. Çünkü fıkıh demek şeriattan doğma yani Kuran’dan ve peygamberin davranışlarından çıkarılan hükümlere göre yapılmış kanunlar demektir.”
Falih Rıfkı Atay’ın görüşleri de benzer niteliktedir. Bilindiği gibi Atay, Atatürk’ün yakın çevresinde bulunmuş ve Cumhuriyet’in hemen tüm dönemlerini yaşamış bir insandır. “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabında şunları yazıyor: “Atatürk öldükten sonra CHP ve Çankaya çevresini, Atatürk’ün yaptıklarına daha o sağ iken inanmamış olanlar sarmıştı. Kurultaylarda pek nüfuzlu kimselerden Kemalizm ve lâisizm deyimlerinin tüzükten çıkarılması istenmişti. (1953 Kurultayında Kemalizm CHP programından çıkarılmış yerine Atatürk yolu diye bir kavram getirilmiştir y.n.)...” Falih Rıfkı bir başka kitabı, Bayrak’ta konuyla ilgili olarak şunları yazar: “Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı gerçek miras devrimleri idi. Bu devrimlerin iki esas temeli, Laisizm ve eğitim birliği, CHP idaresi devrinde temelinden sarsılmıştır. CHP İmam-Hatip okullarına fıkıh dersi koymakla eğitim birliğini yıkmıştır. O vakitten beri CHP Atatürk’ün değil İnönü’nün partisidir.”
Siyasi ve Ekonomik Ödünler Gericiliğe verilen ödünler, Kemalist devrim anlayışına uygun düşmeyen uygulamaların bir bölümüydü. Ekonomik kalkınma, dış siyaset ve ulusal bağımsızlık gibi temel ilkeler çerçevesinde verilen ödünler daha kalıcı olumsuz sonuçlar doğurmuştur. 1937 yılında altı ok anayasa maddesi yapılırken, on yıl sonra devletçilik ve devrimcilikten vaz geçildi. Projeleri hazırlanmış olan Demir-Çelik, Genel Makina ve Elektrolitik Bakır gibi yatırımlar izlenceden (programdan) çıkarılıyor, sanayileşmeyle bağdaşmayan yeni kalkınma planları yapılıyordu. Çelişkili Dönem 1939-1950 arasındaki 11 yıl, Kemalist atılımların durdurulduğu, geri dönüş sürecinin başladığı, çelişkilerle dolu bir dönemdir. Bu dönemde, hem henüz etkisini yitirmemiş olan devrim ilkeleri hem de geri dönüş uygulamaları varlığını birlikte sürdürmüştür.
Batıyla uzlaşma ve giderek emperyalizmin etkisine girmeyle sonuçlanan bu süreç; İngiltere ve Fransa ile yapılan Üçlü Bağlaşma Antlaşması’yla başlamış, çeşitli aşama ve yoğunluklardan geçerek günümüze dek sürmüştür. İsmet İnönü 1960’larda, Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu; “Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otoritenin iradesinde büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk.” Değerlendirmedeki dikkat çekici yan, “büyük otorite iradesinde büyük reformların yapılması döneminin” yalnızca değişmiş olması yönündeki saptama değil, “değişmesi gerektiği” yönündeki kabuldür. Burada devrimci dönemin, nesnel koşullar nedeniyle sona erdiği söylenmiyor, devrimcilikten vazgeçildiği kabul ediliyor. Oysa Kemalist düşünce ve eylem, sürekli devrimi kabul eder ve “Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz, devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur” diyordu.
Görüşler arasındaki niteliksel karşıtlık, dünya görüşlerine dayanan yapısal bir ayrım mı, yoksa zaman içinde yeni koşulların neden olduğu düşünce değişikliği miydi? Bu sorunun yanıtını, İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’e 1919 yılında, henüz İstanbul’dayken yazdığı mektupta aramak gerekir; “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir”.
1945 sonrasında artan ABD etkisi ve girişilen seçim yarışı, Atatürkçülükten verilen ödünlerin nicelik ve kapsam olarak önemli miktarda artmasına yol açtı. 1930 Serbest Fırka girişimini kendine örnek alan DP ve CHP, bu konuda birbirleri ile yarışır duruma geldi. Yönetimdeki parti olarak CHP’nin eylemleri, somuta yönelik olduğu için daha etkin ve kalıcı oldu. DP, ‘ödün verme yarışının’ bayrağını 15 Mayıs 1950’de devraldı. Devrimcilik ve Laiklik ilkelerine bağlılıkları tartışma konusu olan bir küme CHP milletvekili 1946 ve 1950 seçimlerinde, DP’nin en güçlü yanının; “halkın dini hislerini okşamak” ve “milli ahlaka uygun hareket etmek” olduğunu ileri sürerek, bu silahların artık kendileri tarafından kullanılacağını açıkladılar. Bu anlayış en üstten en alta dek hemen tüm CHP örgütlerini sardı. Devlet okullarında din dersleri okutulması için yasa çıkaran CHP hükümeti, ödün sınırını, Ticani Tarikatıyla iş birliği yapmaya dek götürdü. Verilen ödünler zaman zaman Celal Bayar’ı bile rahatsız ediyordu. Seçimler öncesinde iki parti başkanı bir araya gelerek parti çalışmalarında din sömürücülüğü yapılmaması konusunda anlaşmıştı. Ancak, bu anlaşma hiçbir zaman yaşama geçmemişti. Örneğin, Celal Bayar Bursa’da yaptığı bir seçim konuşmasında, ağırlıkla laikliği savunan görüşlere vermiş ve bu yüzden Sebilürreşad adlı şeriatçı bir dergi tarafından dinsizlikle suçlanmıştı. CHP bu dergiden binlerce satın alarak, tüm Türkiye’ye dağıtmıştı. Celal Bayar konuyu İnönü’ye ilettiğinde aldığı yanıt; “Ne yapalım bizim arkadaşlar senin bir zaafından istifade etmişler” olmuştur.
Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı deklarasyona imza attı. Sovyetler Birliği’nde büyük rahatsızlık yaratan bu deklarasyonlar, 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki Üçlü İttifak Anlaşması durumuna getirildi. Anlaşmanın yapıldığı günlerde Almanya, İngiltere ve Fransa ile savaş halindeydi ve bu anlaşma, Hitler’in Türkiye’yi işgal planı içine almasına neden olmuştu. Antlaşmadan sonra, Sovyetler Birliği ile ilişkiler bozulmuş, Almanya’nın tepkisi çekilmiş ve hemen hiçbir şey kazanılmamıştı. Ancak çok önemli bir şey yitirilmişti. On beş yıl boyunca uygulanan, sınır komşuları dahil dünyanın tüm ülkelerine güven veren, bağımsız ve bağlantısız Kemalist dış politikadan vazgeçilmiş ve yeniden “Batıya bağlanma” sürecine girilmişti; Atatürk’ün ölümüne dek yaptığı uyarılar ve bıraktığı vasiyet yerine getirilmemişti.
Üçlü ittifak anlaşmasıyla yapılan iş, açık ve anlaşılır biçimde; tam bağımsızlıkta ödünsüzlük, kendi gücüne dayanma ve Batıyla eşit ilişkiler temeline dayanan Atatürkçü dış politikadan uzaklaşmaydı. Oysa bunlar Türk Devrimi’nin özünü oluşturuyordu. Batıya bağlanma eğilimi, İnönü için hata değil, bilinçli bir seçimdi. Bu gerçek, daha sonraki uygulama ve açıklamalarla açık olarak ortaya çıkacaktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği ile sorun yaşandığı günlerde Amerikalı bir gazeteciye şunları söylemişti: “Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıkları olumlu biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıydım.”
İsmet İnönü, Türkiye’nin yalnızca siyasette değil ekonomide de “Amerika’yla el ele gitmesi taraftarıydı”. Bu “taraftarlığını”, Cumhurbaşkanı seçildikten 4,5 ay sonra göstermişti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yabancı bir ülkeye imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı 1 Nisan 1939 günü yaptı. 5 Mayıs 1939 günü yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, Türkiye ABD’ne “gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer tüm konularda en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü” tanıdı. Ayrıca, ABD sanayi malları için yüzde 12 ile yüzde 88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlandı (15). ABD’ne, ticaret başta olmak üzere “tüm konularda” imtiyazlar tanıyan 1 Nisan 1939 anlaşması imzalandığında, Atatürk’ün bu tür anlaşmaları imzalayan Bekir Sami’yi görevden alışından 18 yıl, ölümünden ise yalnızca 140 gün geçmişti.
1 Nisan 1939 Ticari imtiyaz anlaşması, 12 Mayıs–23 Haziran 1939 Deklarasyonları ve 19 Ekim 1939 “Üçlü İttifak Anlaşması”, yaşamını bu tür anlaşmalara karşı savaşıma adamış olan Mustafa Kemal’in ölümünden sonraki bir yıl içinde yapılmıştı.
Cumhuriyet’in bizlere kazandırdığı en büyük değerlerden biri Köy Enstitüleriydi. Köy Enstitülüler düşünüyor, okuyor, araştırıyor, tartışıyor ve üretiyorlardı. Hem aydınlanıyorlardı hem de aydınlatıyorlardı. Tarıma dayalı bir toplumun kalkınması için ideal bir eğitim projesiydi. Ama bu aydınlanmadan ve kalkınmadan iç ve dış güçler rahatsız oldular. Çünkü onların sömürülerinin önündeki en büyük engeldi Köy Enstitüleri. Sömürülerini rahatça devam ettirebilmeleri için bu insanların cahil bırakılması gerekiyordu. Cahil bırakmanın en iyi yolu da dine yöneltmekti. Bunun için de bu okulların kapatılıp imam hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin, Kuran kurslarının açılması gerekiyordu. Türkçe olan ezanın Arapça okutulması gerekiyordu. Çağdaş ve bilimsel bir eğitimin yerine çağ dışı eğitimin temel alınması gerekiyordu. Bunu başardılar. Bunun sonucunda cami sayısı okul sayısını geçti. Böylece din yoluyla insanlar sürüleştirilip bu din sömürüsü temelinde oy avcılığı yapıldı. İşte bu oy avcıları bu izlenen yanlış politikaların sonucunda emperyalistlerin güdümünde bunun meyvelerini toplayarak bu gün iktidardalar.
KÖY ENSTİTÜLERİ KAPANMASAYDI NELER OLMAZDI?
Köyden kente göçler olmazdı.
Yoksulluk, hırsızlık, gasp olmazdı.
Okumayan çocuk kalmazdı.
Çorak toprak kalmazdı.
Boşa akan, kullanılmayan, değerlendirilmeyen su kalmazdı.
Dışardan sanayi ürünü almazdık.
Dışardan tarım ürünleri almazdık.
İhracatımız ithalatımızdan az olmazdı.
Heykeller yıkmazdık, resimler yırtmazdık.
Üretim yapmayan fabrikalar açmazdık.
Üretim yapan fabrikaları yıkmazdık.
Özelleştirme olmazdı.
Terör olmazdı.
301 ri tartışmazdık
Terör cinayetleri olmazdı.
Paralı eğitim olmazdı.
Dershaneler olmazdı.
81 ile öğretmensiz, araç gereçsiz üniversite açmazdık.
Siyasi cinayetler olmazdı.
Hapishanelerimiz dolup taşmazdı.
İMF nin oyuncağı olmaz ona yalvarmazdık.
AB ye yalvarmaz, küçük düşmezdik.
İhtilaller olmazdı.
İşte olmayanların bir kısmı Neler kaybetmişiz neler. Türkiye, bölünme ve iç çatışma dahil her türlü tehlikeyi içeren bir karmaşa ortamına doğru gitmektedir. Emperyalizme karşı mücadele yüksek anti-emperyalist bilinç yani Atatürkçü bakış gerektirmektedir. Atatürk’ü ve yaptıklarını kavramadan emperyalizme karşı mücadele edilemez. Uygulanan yanlış politikalardan kurtulup Atatürk’e yönelirse altından kalkamayacağı güçlük yoktur. Atatürk’ten sonra gerçek anlamda Cumhuriyetçi, Atatürkçü kimse olmamıştır herkes korkmuştur, Türkiye halkını en dürüst dediğimiz politikacılar bile bu halktan bir şeyleri gizleyerek Emperyalizme, Kapitalizme karşı sessiz kalarak destek vermişlerdir.
Atatürk 15 yıl daha yaşasaydı neler yapardı, ismet İnönü 35 yılda neden yapmadı? Veya neler yaptı ki bu duruma geldik? Kemalistler (!) ortaya çıkıp adam gibi, insan gibi gerçekleri Türk ulusuna anlatmadıkları sürece tayyip gibiler varlık sebebi olan İnönü’ye küfrederek iktidara gelecekler ve bu paradoksal döngünün pastasını yiyerek Türk aydınlarını soy kırımına uğratacaklardır, 1938-55 İnönü dönemi dosyaları açılmadığı sürece Türkiye'nin önü açılamaz.......!
Kaynakça:
1 “İkinci Adam” Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Yay., 2.Cilt, sf.45
2 “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan Çağdaş Yay., sf.364
3 a.g.e. sf.364
4 a.g.e. sf.365
5 “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan, Çağdaş Yay., 1957, sf.373
6 a.g.e. sf.336
7 “Atatürkçülük Nedir ?” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.44-45
8 “Bayrak” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.121
9 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf.696
10 “Atatürk Antolojisi” Yusuf Çotuksöken, İnkilap ve Aka Yay., sf.36
11 “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., sf.93
12 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf 1696
13 “Politikada 45 Yıl” Y.Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yay., sf.192-195
14 “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof. Taner Timur, İletişim Yayınları.
15 Ulus Gaz.10.05.1939, ak. Hikmet Bila “CHP 1919–1999” Doğan Kit.2.Baskı, sf.89
16 “İkinci Adam” Ş.Süreyya Aydemir, Remzi Kit., 4.Baskı 1979, 2.Cilt, sf.125–126
17 “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 37. Baskı 2005, sf.206
18 “CHP 1919 – 1999” Hikmet Bila, Doğan Kitapçılık, sf.118
19 a.g.e.
Hasan Hoslar
KIZIL DANY NASIL YEŞERDİ?
Mutluhan İzmir
Ekim ile birlikte geldiğini iyice hissettiren sonbahar, doğaya kattığı renk cümbüşünde ilkbahardan geri kalmıyor. Daha birkaç ay önce yemyeşil olan yapraklar, sarıdan kızıla kadar her tondan renklerle bezeniyorlar, ama yine de hüzün verici, çünkü sadece birkaç hafta sonra hiçbiri dallarında kalamayacak, rüzgar hepsini savurup bir kenara atacak. Bitkilerin çoğu önce yeşeriyor sonra kızarıyorlar, domatesler de yeşilden kızıla dönüyorlar yazın ortasında. Doğada kızıl olarak ortaya çıkıp sonradan yeşeren bir şey pek yok gibi. Her sonbaharda bana büyük bir keyif ile birlikte hüznü de yaşatan bu manzara, doğanın bu kuralı ile çelişen bir durumun yıldan yıla kafama daha fazla takılmasına neden olmaya başladı, özellikle de Avrupa Birliği NATO'ya girsin haberini okuduktan sonra: Kızıl Dany nasıl yeşerdi?
Malumunuz, “Dany le Rouge” yani Kızıl Dany, 1968 Fransa öğrenci hareketinin önderlerinden Daniel Marc Cohn-Bendit'nin o dönemdeki lakabı. Kendisi bu lakabı o dönemdeki siyasi görüşü ve saçının rengi nedeniyle almış. Ancak kendisi şu sıralarda Avrupa Parlamentosu'nda Avrupa Yeşilleri grubunun eş-başkanı. Artık kendisine, ekoloji için verdiği yeni savaştan dolayı, “Dany le Vert”, yani Yeşil Dany denmekte imiş. Doğanın normal döngüsünün tersine yaşanan bu renk değişimi, Kızıl Dany'nin hayatını ve söylemlerini biraz daha yakından inceleyince, daha da ilginçleşiyor ve anlıyorsunuz ki renk değişimine eşlik eden tutum ve düşünce değişiklikleri de sözkonusu olmuş. 1968 öğrenci olaylarının önderini Hürriyet'te Zeynel Lüle şöyle tanıtıyor: “O günkü hareketin başında kızıl saçlı, belagat gücü yüksek, Yahudi ve Alman asıllı bir genç vardı. 'Kızıl Dany' adıyla şöhret yaptı. Daniel Cohn-Bendit, o gün ve Mayıs olayları süresince, tüm gençliği peşinden sürükledi. Dany'nin öncülüğünde başlayan olaylar, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'ü bile, ülkeden kaçmayı düşündürecek kadar yoğun yaşandı. Üniversite öğrencisi olduğu yıllarda, spor merkezi açmaya gelen dönemin gençlik ve spor bakanına ilk başkaldırı Kızıl Dany'den geldi. Bakanın yüzüne, 'Bir spor merkezi açacağına, gel de öğrencilerin cinsel sorunlarından konuşalım' diye haykırdı. Kızıl Dany, gençlerin toplumsal sorunlarından söz edilmesini ve yöneticilerin onlara kulak vermesini istiyordu. ” Zeynel Lüle ile 2008'de yaptığı söyleşide Yeşil Dany şöyle söylemiş: “Bence bugün genç olmak, 68'de genç olmaktan daha zor. Eğer bunu söylüyorsam, bunun nedeni bugün yaşanan küreselleşmedir. Biz o zaman yeni bir dünya, yani bir bakıma küreselleşme istiyorduk. Ama bu küreselleşme, bugün olduğu gibi azınlığın, çoğunluğun sırtından geçinmesi anlamına gelmiyordu.” Küreselleşmenin azınlığın çoğunluğa tahakkümü olduğu itirafında bulunan Kızıl Dany'nin, yeşerme sürecinde yaptıklarına bakınca söyledikleri ile yaptıklarının zıtlık oluşturmasına ne demeli? Örneğin 1994'de, ait olduğu yeşiller grubuna ters düşme pahasına Almanya'nın Bosna'ya asker göndermesine taraftar oluyor. 1990'lar ve 2000'lerde sağ siyasilerden serbest göç, hafif uyuşturucuların serbest bırakılması ve nükleer güce karşı duruşu ile eleştiri alıyor, bir yandan da sol siyasilerden, serbest piyasa yanlısı olması, Bosna ve Afganistan'da askeri müdahale yanlısı olması, Bernard Kouchner gibi liberal-küreselleşme yanlısı siyasetçilerle sıklıkla işbirliği yapmasından dolayı eleştiri alıyordu. 2005'de Fransa'daki referandumda, sol kesimin büyük çoğunluğu tarafından küreselleşmenin Avrupa biçimi olarak eleştirilen Avrupa anayasası taraftarı olarak, etkin bir rol almıştır ve neo-liberalizm ile işbirliği yapmakla itham edilmiştir.
Sağ- sol arasındaki bu bocalamada yeşermenin etkisi olabilir ancak akla şu soru geliyor: kızıl olarak anıldığı günlerde icraatları gerçekten kızıl lakabını hakedecek icraatlar mıydı? Yoksa hiç kızıl olmadı da kendisini öyle mi göstermeye çalışıyordu? Acaba özenle sağ kesimin tepkisini çekecek eylem ve söylemlerle, kendi üstüne kızıldan bir makyaj mı yapıyordu? İlk çıkışını cinsellik üzerinden yapması, kendisinin de belirttiği gibi o zamanların Fransa'sının aşırı Katolik ve tutucu fikirlere sahip olması açısından manidardır. Yukarıda da vurgulandığı gibi halen, bir yandan sağın en ileri ekonomik sömürü modeli olan neo-liberalizm ile işbirliği yaparken, bir yandan da sağdan kendisine eleştiri yöneltilmesini sağlayacak manipülatif çıkışları ustalıkla yapmaktadır. 1968'e dönüp baktığımızda benzer bir manipülatif kokunun gelmediğini söylemek zor. O dönemde Fransa'da başkan olarak Charles de Gaulle bulunmaktadır. Kendisi, 1958'de Cezayir'in bağımsızlığına karşı çıkan aşırı sağcı askerlerin darbesi ile iktidara gelmiş emekli bir generaldir. Avrupa ise askeri üniformalı Nazi'ler ile mücadeleden yeni çıkmıştır. Özellikle Fransa'da, güçlü, genç ve dinamik sol bir kitle bulunmaktadır. Bu şartlar, şekilci değerlendirmelerin manipüle edilebileceği uygun zeminler oluşturmaktadır. Bunların yanına bir de de Gaulle'ün bağımsız bir Avrupa ülküsünün peşine düşmesi, Sovyetler ile yakınlaşarak ABD-İngiltere ikilisini Avrupa'dan uzak tutma sevdası, Almanya ile kurduğu ekonomik işbirliği örgütüne ABD'nin koçbaşı olarak gördüğü İngiltere'nin girmesini iki kez veto etmesi, Cezayir'in ve diğer Fransız sömürgelerinin bağımsızlığına izin vererek aşırı sağcıları karşısına alması eklenince, 1968 olaylarına daha farklı açılardan bakma gereği ortaya çıkıyor. Tabii de Gaulle'ün aklını başına getiren şey, 1956'da İngiltere ve İsrail ile birlikte, Fransa'nın eski emperyal dönemlerinin hayali peşinde Mısır'a saldırısının, SSCB tarafından nükleer saldırı tehdidi ile durdurulması ve ABD'nin bu tehdide sessiz kalmasıdır. De Gaulle, Fransa için imparatorluk hayallerinin bittiğinin farkındadır, ancak bu hayalin yerine koymak istediği Atlantik'ten Urallar'a uzanan ve Rusya'yı da kapsayan bağımsız Avrupa fikrinin birilerinin midesini ziyadesi ile bulandırmış olabileceği de bir gerçektir. Geçmişte bağımsız, büyük bir devlet olan Fransa'yı işgalden kurtarmış olan devletlerin icazetini almadan hareket etmeye kalkmak kolay olmayacaktır.
Kızıl Dany'nin bir Alman Yahudisi olarak üniformalı Nazilere karşı nasıl hisler beslediğini sanırım açıklamak gerekmez. Ama Yahudileri bu zulümden kurtaranlara karşı muhtemelen duyduğu yoğun minnet hislerini de eklemek gerekir. II. Dünya Savaşı sonrasında roller hızla değişir. Nazilerle mücadele etmiş olan sosyalistler, kendilerini Nazilerin elinden kurtaran güçler için bir tehdit haline gelmişlerdir. Belki de bu nedenle 1968'de Fransız Komünist Partisi lideri Georges Marchais, Kızıl Dany'i "Alman anarşisti Cohn-Bendit" olarak , sokak gösterilerine katılan öğrencileri de "kısa zamanda devrim bayrağını unutacak ve babalarının şirketinin başına geçerek işçileri ezecek üst burjuva sınıfının çocukları" olarak nitelemiştir. Kızıl Dany'nin işi zordur, Nazizmi yaratan küresel neo-liberal emperyalistlerle birlikte sosyalizmin karşısında mı duracaktır, yoksa halkını kurtaran güçlerin neo-faşist, neo-liberal politikalarının destekçisi mi olacaktır? Belki de her ikisi birden, olur mu derseniz, bu tür bilinç bölünmelerinin örnekleri ile doludur tarih sahnesi. Zeynel Lüle söyleşisinde bunu ikilem olarak şöyle belirtmiş: "Kendisine Mayıs 68 hakkındaki düşünceleri sorulduğu zaman, bir ikilem içerisinde kaldığını söylüyor ve 'Mayıs 68 artık umurumda değil, o benim için kapatılmış bir defterdir desem, 'geçmişini inkar ediyor' denilecek. Mayıs 68 harika bir dönemdi desem, 'Nostaljik bakıyor. Kaybetti, şimdi de intikam arıyor' denilecek' diyor ve bu soruya ikilem içerisinde kaldığını hissettiren bir gülümsemeyle cevap vermeyi tercih ediyor". Bu bocalama, 1961'de yaz okulu için gittiği Sofya'da ABD elçiliği önünde eylem yapmak isteyip de yanlışlıkla Bulgar Merkez Bankası önünde eylem yapması ile kendisini gösterir.
Kızıl Dany'nin Yahudi kökenini vurgulayarak ona yabancı vurgusu yapmak isteyenlere karşı şu slogan atılır o günlerde Paris'te: "Hepimiz Alman Yahudisiyiz" ("Nous sommes tous des Juifs allemands"). O günlerde vicdanlar, kısa süre önce yaşanmış olan Yahudi soykırımının acısı ile sızlamaktadır, vicdan sızısı bilinçleri böler, kimse daha düne kadar dünyayı ve insanları sömürmeye can atanlardan birisinin de kendisi olduğunu hatırlamak istemez, Yahudilerin çektiği acının nedeni de bu unutkanlık değil midir? Sömürmeye niyetli güçlerin zulmüne uğramış birçok toplumlar gibi. Bütün insanlık bu kadar hercai iken kızıldan yeşile dönmek çok da birşey değil herhalde.
1968 olayları sonucunda de Gaulle seçime gider, seçim sonucunda partisi parlamentoda %67 ile çoğunluk sağlar. Ama sokak gösterileri, işçi grevleri bitmez ve de Gaulle istifa eder. 1972'de İngiltere AET'ye girer, 1989'da Sovyet bloğu dağılır, 1994'de Yugoslavya parçalanır, 2003'de Irak işgal edilir. Fransa'nın başında Yahudi kökenli Sarkozy var, Fransız Komünist Partisi ise ırkçı parti kadar oy alamıyor. Şimdilerde Avrupa Birliği'nin NATO'ya girmesi tartışılıyor, ve Fransa yine sokaklara dökülmüş durumda. 1988'de, Fransızca olarak "Nous l'avons tant aimée, la révolution" (Devrimi çok sevmiştik) adında bir kitap yayınlayan Yeşil Dany, bu kez de yeşil bir devrim için sokaklara yeniden çıkmaya niyetleniyor mudur acaba? Deja vu dedikleri de bu olsa gerek.
KONVERSİYON: YENİ BİR KİMLİK Mİ?
Mutluhan İzmir
Konversiyon hastalığı, oluşturduğu belirtiler nedeniyle hastanın çevresindekileri ürkütecek bir görüntünün ortaya çıkmasına neden olduğu halde, bu durumu açıklayabilecek fiziksel bir hastalık nedeninin ortaya konulamaması biçiminde kendisini gösteren bir psikiyatrik hastalıktır. Belirtiler her türlü nörolojik hastalığı taklit edebilir. Felç bulguları biçiminde kaslarda güçsüzlük, körlük, duyu kaybı, bayılma hissi ve bayılmalar, sağırlık, konuşamama, dil tutulması gibi belirtilerin yanında bir sara nöbetini andıracak biçimde kasılma nöbetleri biçiminde kendisini gösterebilir. Hastada bu duruma uymayan bir rahatlık ve aldırmazlık hali, hatta uç noktalarda ilgi görüyor olmaktan kaynaklanan bir memnuniyet hali görülebilmesi olasıdır. Konversiyon genellikle dışa vurulamayan ve ifade edilemeyen bir içsel çatışmanın ifadesi ya da öfke, korku, endişe, kaygı gibi duyguların ifade edilebilmesinin yolu olarak kullanılan bir dışa vurum biçimidir. Geçmişte bu hastalığın nedeni olarak daha çok, ifade edilemeyen içsel bir çatışmanın dışa vurulma yolu olarak işlev görmesi olduğu düşünülüyor idiyse de günümüzde artık bu hastalığın bireyi çaresiz bırakan dış koşullara karşı birey tarafından bir kurtuluş yolu olarak kullanıldığı söylenebilir.
Her insan içinde bulunduğu çevrede saygı gören, ilgi çeken ve değer verilen bir birey olarak algılanmak ister. Ancak herkes bu konuda beklentilerinin karşılanması açısından yeterince şanslı değildir. Özellikle de giderek yalnızlaşan ve çevresine yabancılaşan insanların bu açıdan gereksinimlerinin karşılanması konusunda oldukça büyük bir yoksunluk içinde kaldıklarını söyleyebiliriz. İnsan için doğal çevre dediğimiz zaman, gereksindiği kadar ilgiyi ve şefkati alabildiği, kendisini görece güvende hissettiği, güçlü bir bütünün vazgeçilmez bir parçası olarak gördüğü bir çevreden söz ediyoruz. Hızlı kentleşme ve tüketim toplumlarının bu bağlamda kişileri hızla bireyselleştirerek atomize etmesi, bireylerin en temel gereksinimlerinden birinin doyumunun önüne geçmektedir. Bu temel gereksinim, kendimizi bir arzu nesnesi olarak görme gereksinimidir. En temelde ötekilerin arzusunu arzulayan bir varlık olan insanlar, bu nedenle kendilerini hep bir arzu nesnesi olarak görme eğilimi içindedirler. Bu eğilim nedeniyle insanların en büyük zaaflarının kendilerine ilgi gösterilmesi olduğu söylenebilir. İlgi yoksunu bir kişi, bu eksikliği her yoldan giderme eğilimi gösterir ve buna ek olarak kendisine gösterilecek ilgi durumunda tüm savunmalarını indirmesi olasılığı yüksektir. Bu nedenle de ilgi yoksunu olan kişilerin, istismar edilmeleri olasılığının artışının yanında, ilgi çekebilmek için bilinçdışı biçimde ilgi çeken hastalıkları taklit etmeleri söz konusu olabilmektedir. Ancak ilgi yoksunu olan kişi, kesinlikle bilinçli biçimde hastalık taklidi yapmaz, bu nedenle onu suçlamak kadar anlamsız bir şey yoktur. Bu durum, karmaşık zihinsel süreçlerimizin kendimizi bile yanıltacak derecede kontrolü ele almasından kaynaklanır.
Bu durumun bugün için anlamı ve önemi nedir diye soracak olursak, konuyu mutsuz, yalnızlaşmış, erki elinden alınmış, doğal yaşam biçiminden kopartılmış bireylerle dolu olan toplumların, kâr etme hırsı ile bilenen ve giderek ürün sunma kapasitesi genişleyen tıp kartelleri ile yüz yüze kaldığı bir tablonun çerçevesi içinde değerlendirmekte yarar vardır. Bugün artık giderek beş yıldızlı otellere benzemeye başlayan bir sağlık kuruluşu ya da hastanede, sıcak ve ilgi dolu bir ortamda, alanında en yetkin durumda olduğu biçiminde reklamı yapılan bir hekim tarafından ilgilenilen kişi durumunda olmak, bireyin arzu nesnesi olma talebini karşılamakta mıdır? Ürünlerini daha çok satma hırsıyla yanıp tutuşan tıp kartelleri, bu talep alanını doldurma fırsatını kaçırmamaktadırlar. Bireylere sağlık kurumlarında sunulan şey artık bir tıbbi hizmetten çok bir ilgi-şefkat tutumudur. İlgiye ve şefkate aç bireylerle dolu toplumların bireyleri de, ilgi-şefkat eşliğinde sunulan bu tıbbi tüketim arzını geri çevirmemektedirler. Bugün artık insanlar, en temel gereksinimleri olan sevilme ve arzulanma gereksinimlerini, giderek daha kitlesel biçimde hasta kimliğine bürünerek sağlık kuruluşlarında giderme eğilimi sergilemeye başlamışlardır. Ne kadar refah içinde yaşarsanız yaşayın, bir insanın size göstereceği ilgi ve şefkatten yoksunsanız, maddi olarak güçlü olmanız bile bu yoksunluğu gideremeyecektir. Günümüzdeki insanları yalnızlaştıran ve şefkatten mahrum bırakan modern yaşam biçimleri, insanları bilinçdışı biçimde ilgi açlıklarını gidermeleri yönünde güdülendirmekte, hasta rolünün ilgi ve şefkat açlığını giderebilmek açısından kestirme bir yol olmasından dolayı, sağlık kurumlarını birer şefkat gösterme yuvası haline dönüşmeye iterek, konversiyon tablolarını teşvik eden bir etkene dönüştürmektedir.
Hekimlerin işi bu açıdan giderek zorlaşmaktadır. Karşılarına tedavi talep ederek gelen ve aslında konversiyon olduğunu öngördükleri hastalık tabloları için ayrıntılı tetkik ve araştırma yöntemlerini kullanmaktan geri durmaları olanaksız hale getirilmiştir. Bu olanaksızlık hem hekimlerin devlet ve özel kuruluşlarda performans kıskacına alınması hem de işlerini koruyabilmelerinin sıkı sıkıya hasta memnuniyetine bağlanmış olması ve hastalar tarafından açılan tıbbi hata davaları nedeniyle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Hekimler giderek, gereksiz olduğunu bilseler bile, karşısında kendisinden ilgi bekleyen bireyin talebini doyurabilmek için gerekli gereksiz her türlü tetkik ve girişimi yapmak durumunda kalan çaresiz icracı durumuna düşmüştür. Bu talebin reddi, oldukça sert biçimde karşılık bulmaktadır ve hekime yönelen şiddetteki artışın temel nedeni de bu reddin, doğrudan kendini değerli hissetmeye yarayan bir kimliğe yönelik bir saldırı gibi algılanmasından kaynaklanmaktadır. Hazır insanlık ulusal kimliklerden sıyrılıp etnikçiliğin ve mezhepçiliğin karanlık ve soğuk koridorlarında gelecek korkusundan titremeye başlamışken, ortada kimliksiz kalmış bireylere konversif hasta kimliğini giydirme becerisini gösteren tüketim çarkına şapka çıkartmaktan başka bir şey elimizden gelmeyecek sanırım.
KUZULARIN SESSİZLİĞİ: BUFFALO BILL NEREYE BAĞLANMIŞ?
Mutluhan İzmir
Freud egonun oluşumunu açıklarken, egonun hali hazırda var olan ve içsel bir yapı olmadığını, oluşmayı bekleyen ve dışarıdan gelecek bir yapı olduğunu anlatmak amacıyla şöyle söyler:
“Wo es war, soll Ich werden” (İzmir, 145)
Tam çevirisi, o neredeyse Ben (Ego) orada oluşacaktır biçiminde yapılabilecek bu önemli cümle, egonun aslında dıştan gelen ve oluşmayı bekleyen bir yapı olduğuna işaret eder. Bu cümle paralelinde egonun her zaman O’nun konumunda bulunan Öteki’ne bağlı bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Yaşam boyunca Öteki hep yer değiştireceği için, (anne, baba, ideal imgeler, kendimize yönelik sevecen bakışlarda oluşan yansımalarda oluşan imgeler, yaşıtlar, toplumdaki önemli figürler vb.) ego da hep o anki Öteki’nin konumunda oluşacaktır ve ona bağlı kalacaktır. Egonun Öteki’ler arasındaki bu özdeşim yolculuğu, eğer sonunda bu özdeşimlerin birbirleri ile sağlıklı bir eşgüdümü gerçekleştirilebilirse, sağlıklı bir benlik algısının ortaya çıkışını sağlayabilir. Ancak bu sıçramalar sırasında egonun, bir Öteki’nde saplanmış olarak esir kalabilme olasılığı da vardır. Bu nedenle Lacan aslında bizim eşcinsel değil, eştoplumsal olarak yaşama başladığımızı söyler (İzmir 330). Yani sorun bir bağlanamama sorunu değil, kaçınılmaz olarak hep bir Öteki’ne bağlı bulunduğumuz noktada esir kalıp kalmayacağımız sorunudur.
Eştoplumsal birey, her zaman kendisinin hakkı olması gerektiğine inandığı ideal toplumsal konumun, Öteki tarafından çalınmış olduğunu düşünür. Öteki kimdir? Erken gelişim dönemlerimizde, bize göre daha beğenilir, güzel, güçlü, kendine yeterli ve alımlı olan imgeye sahip olan kişidir Öteki. İdeal bir imge kopyalanacak ise onun tam içeriği çok da önemli değildir, ya içeriği simgeleyen tek bir özelliği öne çıkartarak kopyalarız ya da dış görünüşün tıpkısına benzemeye çalışırız. Zaten gelişim dönemlerinin başlangıcında içerikten çok dış görünüş önemlidir, bu nedenle ilk kişiliğimiz cildimizdir diyebiliriz. Yani daha sonra bir içerik kopyalaması haline dönüşecek olan özdeşim süreçleri, başlangıçta dış görünüşün kopyalanmasından ibarettir. Buffalo Bill de bu aşamada saplanmış ve bir ideal imgede egosu hapis kalmıştır. Kendisini o ideal imgede esir olmaktan kurtarabilmesinin yolu, kendisinin de aynı ideal imgenin biçimine girebilmesidir. Ancak o zaman o ideal imgeye imrenmesi geçebilecek, kendisini aşağılamadan kendisi ile baş başa kalabilecektir. Buffalo Bill, yaşamının erken evrelerinde, kendisini sevebileceği bir aynalama ilişkisi içine giremediği için, kendisine yönelik olarak bakan sevgi dolu bir bakıştan yansıyan bir yansımayı yakalayamaması nedeniyle sevebileceği bir kendilik algısı oluşturamamış, o sırada kendini seven bir kızın imgesine imrenmiş ve ‘O’nun gibi olmak istemiştir. Buffalo Bill, sevemediği kendisinden çıkıp, kendini seven kızın görünümüne bürünmek ve kendisini sevebilecek hale gelmek istemektedir. Yaşamının ilk dönemlerinde kendisine yönelik olumlu bakışlardan mahrum büyümüş olduğu anlaşılan Buffalo Bill’in kendilik algısı bu nedenle kendi bulunduğu konumda oluşmakta zorlanmaktadır. Buffalo Bill yalnızca kişilik olarak değil, derisinin çizdiği sınırları da ‘O’nun bulunduğu konumun çizdiği, ‘O’nun derisinin sınırları ile değiştirmeyi arzulamaktadır. Çünkü yaşamı boyunca Öteki’nden yansıyıp da kendi derisinin içini dolduracak kadar değerli bir yansıtmayla hiçbir zaman karşı karşıya kalamamıştır. İçerikten haberdar değildir, benlik ve kişilik algısı olmadığı gibi, başkasının da bu algılara sahip olabileceğini düşünememektedir.
Kuzuların Sessizliği adlı eserde, psikiyatr Hannibal Lecter, polisin aradığı seri katil Buffalo Bill için, “Billy transseksüel olduğunu düşünüyor, olmaya çalışıyor, hatta pek çok şey olmaya çalıştı. Aslında o kendi kimliğinden nefret ediyor ve bunun kendisini transseksüel olmaya ittiğini sanıyor ama onun sorunu çok daha vahim. O, imreniyor, imrenmeye mahkûm, onun doğası bu.” der. Buffalo Bill değişmek, yeni birisi haline gelmek istemektedir, kurbanlarının ağzına yerleştirdiği kelebek kozasında, kurdun kelebeğe dönüştüğü değişime hayrandır. O da, bu değişimi şişman kızları kaçırıp zayıflattıktan sonra, derilerini yüzerek o deriden kendisine kelebek biçiminde elbise dikip üzerine giyinerek gerçekleştirebileceğine inanmıştır ve bu saplantı onu tekrar tekrar cinayet işlemeye iter. Ama bu beyhude bir çabadır, çünkü aslında Buffalo Bill neyin kendisini rahatsız ettiğinin farkında değildir, kişiliğindeki rahatsızlık veren tarafları somut fiziksel nedenlere indirgemiştir.
Kuzuların Sessizliği filminin ikinci önemli karakteri olan Dr. Lecter ise bağlanma sorununu, kendi biyolojik yapısına ve doğumdan sonra yaşama başladığımız andaki bütünlüklü halimize (Gerçek dönemi) yabancılaşmasını engelleyerek çözmüştür. Bağlanma sürecimiz Gerçek döneminin varlığına yabancılaşma anımızla birlikte başlar. Lacan kişiliğin bağlanma özelliklerinin, insanın içinden geçtiği 3 dönemden hangisinde bulunduğuna göre değişiklik gösterdiğini belirtir. Bu üç dönem, Gerçek, İmgesel ve Simgesel dönemlerdir. Gerçek dönemi doğumdan sonraki 6-9 ayı kapsayan bir dönemdir ve bir çelişkiler diyarıdır. Ötekinin henüz bulunmadığı ve tek bilinç halinde yaşadığımız bir dönem olan Gerçek döneminin çelişkili ve her durumu olası kılan yapısına tepki olarak o yapıya yabancılaşırız ve kişilik denilen yapıyı kurmaya başlarız. Kişilik, Gerçek dönemine karşı duyulan tepkinin ve yabancılaşmanın sonucunda ortaya çıkar. Gerçek, kişilik için bir tanım yapabilmeye izin vermeyecek derecede hiçlikle doludur ancak aynı zamanda da her şey Gerçek’in içindedir. Gerçek dönemindeki insan panseksüeldir, acizdir ama en güçlüdür, ölümlü ama ölümsüzdür ve haz süreci bütünüyle oral yoldan işler. Bu nedenle Dr. Lecter, hem filmin en aciz karakteridir (hapiste tutukludur) hem de en güçlü kişisidir, hem iyidir hem kötüdür, hem çok duygusal ve romantiktir hem çok duygusuzdur, hem çok koruyucudur hem çok acımasızdır, hem hiçbir şeye sahip değildir hem de tüm bilgi ve güç ondadır.
Günlük yaşamda olamayacak derecede iyi bir Gerçek dönemi kişisi portresidir Dr. Lecter. Bu tiplemenin içinde yaşadığı dünya, kendine yabancılaşmaya gerek bırakmayacak derecede her şeyi içeren bir dünya olduğu için, Dr. Lecter kendine yabancılaşıp da bağlanmış olduğu biyolojik yapıdan hiçbir zaman kopmamış ve bu nedenle de başka bir yere bağlanma sorunu yaşamamıştır. Canını sıkan kişileri yiyerek yok eder (oral dönemin yok etme ama aynı zamanda da kendine katma yoludur). Dr. Lecter’ın belki de yaşamında yok etmek istemediği tek kişi olan FBI memuru Clarice Starling ise saflığı, dürüstlüğü ve kuzular için kendini feda eden kişiliği ile aseksüel imgesel bir kişiliktir. Onun etten bu kadar uzak hali, Dr. Lecter’da bir yeme ve yok etme arzusu uyandırmayacaktır. Kuzuların yenmesine olan tepkisi, kendisini de etten kopartmıştır. Ajan Starling, bedeninden koparak ona yabancılaşmış ve biyolojik yapısıyla arasına büyük bir mesafe koymuştur. Ajan Starling bu yabancılaşmanın getirdiği kopuşu ideal bir iyilik meleği imgesine bağlanarak aşmıştır. Bu tipleme, bağlanmanın sıklıkla bir imgeye yapıldığını göstermesi açısından önemlidir. Buffalo Bill’in şekilciliğinin tersine ajan Starling içerikle daha ilgilidir ancak o da içeriği çok daraltıp indirgemiştir. İmgesel bağlanmanın iki uç örneğidir bu iki karakter. Burada Öteki bir ideal imgedir ve ego o imgenin bulunduğu yerde oluşur. Ama bu noktada dikkat demek lazım çünkü imgeye bağlanmış olmayı bağlanamama olarak değerlendirme yanlışına çok sık düşüyoruz. Unutmamak gerekir ki insan bir an bile bağlanmadan var olamayan bir varlıktır ve imgeye bağlanma sorunu da çok sık karşılaştığımız bir sorundur.
Kaynakça:
İzmir, M. Öznenin Diyalektiği; Hegel, Sartre ve Lacan. İmge Kitabevi Yayınları, 2013, Ankara
MATEMATİK VE PSİKİYATRİ
MUTLUHAN İZMİR
Biyoloji, biyokimya, anatomi ve histoloji alanlarındaki bilgilerimiz arttıkça, genelde tüm psikiyatrik tabloları ve hatta uç noktada tüm psikolojik süreçleri, beynin yapısı ve işleyişindeki özelliklerle açıklamak, giderek daha olası hale gelmektedir. Yaklaşık olarak yüz milyar nörondan (sinir hücresi) oluşan beyin hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, ortaya çıkan devasa boyuttaki karmaşık yapılı organın işlevini anlayabilmek için, matematiğin yardımına giderek daha fazla gereksinim duymaya başlıyoruz. On milyar nöron + bunların birbirleri ile kurduğu çok sayıda bağlantı ( bazen tek bir nöron on bin civarında bağlantı yapabilmektedir) +bu bağlantı noktalarında salgılanan onlarca nörotransmitter (serotonin, dopamin, adrenalin bunlardan toplumda en çok tanınanlarıdır) + elektriksel akım uyarıları = devasa boyutta ve çok karmaşık bir matriks. Matematik öncelikle bu noktada , on milyarın on binli kombinezonunu hesaplıyarak, beynimizin bir saniyede ne kadar çık işlem yapma kapasitesine sahip olduğunu söyleyerek bizi aydınlatmaya başlayacaktır. Karmaşık yapıların işlevlerinin, simülasyon yoluyla modellemelerinin yapılması, her alanda olduğu gibi psikiyatride de kullanılan bir yöntemdir. Bu amaçla yapılan modellemelerde beyin, organik unsurlardan oluşan bir elektrik devresi olarak modellenmektedir. Bu modellemelerde nöronal şebeke sistemleri, elektrik devrelerinin oluşturduğu şebeke sistemleri gibi ele alınmaktadır.
Bir elektrik devresini kabaca seri yerleşimli devre ya da paralel yerleşimli devre olarak ele alabiliriz. Seri yerleşimli devrelerde ya da şebekelerde, devreyi ya da şebekeyi oluşturan unsurlar, tek bir hat üzerinde önlü arkalı yerleşmişlerdir:
giriş ------------R1-----------R2----------------R3-------çıkış
Paralel yerleşimli devreler ya da şebekelerde ise unsurların her biri ayrı bir hat üzerinde yerleşmiştir:
-------R1-------
giriş--------R2------- -çıkış
-------R3--------
s
Matematiksel olarak seri devrenin direnci onu oluşturan her bir unsurun direncinin toplamına eşittir: Rs=R1+R2+R3. Paralel yerleşimli bir devrenin direnci ise 1/Rp=1/R1+1/R2+1/R3 olarak hesaplandığı için her zaman seri yerleşimli bir devrenin direncinden küçüktür. Yani bir devre daha çok seri yerleşimli ise devreye giren akımın çıkıştan çıkma süresi paralel yerleşimli devreye göre daha uzun olacaktır, yani seri devreler uyaranın iletilerek devreden çıkışını geciktirirler, bu nedenle de bir uyaran o devreden çıkmadan ikinci bir uyaran aynı hattan geçirilerek çıkışa ulaştırılamaz. Psikiyatride bunun anlamı şöyle açıklanabilir: eğer elektrik devresi yerine beynimizi koyarsak, bir beyni olaşturan şebekeler eğer daha seri yerleşimli unsurlardan oluşuyorsa, paralel yerleşimli unsurlardan oluşan şebekelere sahip bir beyne kıyasla daha yavaş çalışacak ve daha az sayıda girdiyi işleyerek daha az neden sonuç ilişkisi kuracaktır. Normalde bir insan beyninin sürekli olarak her saniye milyonlarca girdiye li ya da istemsiz olarak maruz kaldığını düşünürsek, bu korkunç bilgi yağmuru karşısında, daha çok paralel yerleşimli şebekelere sahip olan beyinlerin bu girdileri işleyebilme ve bunlardan sağlıklı sonuç çıkartabilme şansının daha yüksek olduğunu, olayları daha kısa sürede algılayarak birbirinden çok farklı durumlar için tekrar tekrar sonuç (ya da gelecekle ilgili olasılıklar) üretebileceklerini söyleyebiliriz. Paralel yerleşimin hakim olduğu beyinler, içinde bulunulan durumu sağlıklı değerlendirebilme ve zeka bakımından daha iyi durumda olmayı ifade ederken, simülasyon programlarında seri yerleşimin, hep benzer çıktıların elde edilmesi sonucuna yol açması nedeniyle, psikoza yatkınlığın arttığı görülmektedir.
Burada Jean Baptiste Joseph Fourier'yi anmadan geçmek mümkün değildir. Beyin organik unsurlardan olşmuş biyolojik bir yapıdır ve beyin sinyalleri analog sinyallerdir. Her türlü modelleme çalışmasında bu analog sinyallerin dijital yani sayısal sinyallere dönüştürülmesi gerektiğinde Fourier dönüşümü kullanılmaktadır. Günümüzden yaklaşık 250 yıl önce elektrik ve sinyal gibi kavramların bilinmediği bir dönemde yaşamış bulunan Fourier, bugün sıklıkla her alanda kullanıyor olduğumuz analog-dijital sinyal dönüşümü için kullanılan Fourier dönüşümünü ve konvolüsyon integralini bulan matematikçi olmasının yanında Fransız aydınlanma devriminde de önemli roller almış ve çalışmalarını bir süre zindanda yapmak durumunda kalmış bir dehadır. Fourier dönüşümü ve dizileri, çok karmaşık bir işleve sahip olan beynimizin modellenmesi ve işleyişinin anlaşılmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Gelecekte matematiğin psikiyatrideki yerinin çok daha önemli bir konuma geleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hangi beyin bölgesini ne kadar süre ile hangi nörotransmitter ile uyararak nasıl bir duygudurumu yaratabileceğimizin hesaplarını matematik ile modelleyeceğiz yakın bir gelecekte. Çok kısa bir zaman sonra, matematikçiler hangi koşullarda ve günün hangi saatinde hangi beyin bölgemizin daha aktif olması gerektiğini, hangi nörotransmitterlerin faaliyete geçmesi gerektiğini hesaplayıp, beynimizi saatlere göre haritalayıp bize yeni olanaklar sunacaklardır. Özellikle psikoz grubu hastalıklarda, bozulmuş olan beyin yapısının düzeltilerek hastaların sağlığına kavuşturulacağı günlere ulaşabilmemize yine matematiğin katkısı çok önemli olacaktır.
“BEİNG THERE” ADLI FİLMİN ANIMSATTIKLARI VE MEKÂNSAL ONARIM SONRASI TOPLUMLARI: EN APTAL OLAN EN BİLGEDİR
Mutluhan İzmir
Sermayenin bilinen kriz döngüleri, toplumları oluşturan bireylerin yaşamlarını da doğrudan etkiler. Sermaye ve üretim ilişkileri, ilk olarak toplumdaki siyasi yapıyı değişime doğru iterken, siyasi yapıdaki bu değişim sürecinin bireylerin kişilik yapılarına doğrudan yansıması da söz konusu olacaktır. Toplumdaki sermaye ve üretim ilişkilerindeki her değişim, bireylerin yapılarındaki değişimleri tetikleyecek bir izdüşümü yaratırlar. Toplumun yapısında, inançlarında ve hiyerarşik düzeninde bu döngülere uyumlu değişimler gözlenirken, bir yandan da kişilikler ve kimlikler, bu döngülere uyumlu olarak değişim geçirirler.
Bilindiği gibi sermaye, bir ürünü üreten kişinin ürününü değerli kabul edilen kâğıtlar karşılığında ondan alarak yine değerli kabul edilen kâğıtlar karşılığında tüketiciye satmakla oluşan bir birikimdir. Sermayedar üretim dizgesini kendi kontrolü altına alarak, toplumun kendi ürününü olabildiğince çok tüketmesini sağlamaya çalışır. Sermaye birikimi süreci kaçınılmaz olarak tekelleşmeye ve sermayenin tek elde toplanmasına yol açarak, toplumun genelinin giderek yoksullaşmasına ve sermayeyi elinde toplayan kesimin giderek varsıllaşmasına neden olur. Çünkü sermayedarın çalıştırdığı işçiye verdiği ücret ile sattığı mal arasında, kâr olarak adlandırılan ve sermayedar lehine olan bir fark her zaman bulunacaktır. Sermaye birikimi, sınırlı bir coğrafyanın içinde kapalı kalırsa, bir süre sonra üretilen ürünleri tüketmesi gereken kitlelerin yoksullaşması nedeniyle tüketim eksikliğine ve üretilen ürünlerin sermayedarın elinde kalmasına neden olacaktır. Bu durumda sermayedarın varsıllığının da bir anlamı kalmaz. Tüketim yeniden canlandırılmalıdır. Bu sorunun çözümü için önerilen içsel çözümlerin yine bir yerde tıkanıp kalacağını Hegel ortaya koymuştur (Harvey, 343). Yakın tarihte kapitalizmin bu soruna dışsal bir çözüm üretip mekânsal onarıma yönelerek, üretim fazlasını tüketecek yeni coğrafyalar açma çabasına insanlık sıkça şahit olmuştur. Mekânsal onarım yoluyla, üretim fazlalığı ve tüketim yetersizliğinin oluştuğu coğrafyanın dışındaki coğrafyalarda yaşayan insanların, ürün fazlalığını tüketecek tüketiciler haline getirilmeleri hedeflenir. Bu durumda sermayedarın servetinin yeniden bir anlamı olabilecektir. Fazla üretimi emmeye yarayacak yeni-tüketici alanlarının açılması, yani mekânsal onarım, yeni coğrafyalardaki insanlara kredi verilerek bu insanların üretim fazlası sermayeyi elinde tutan sermayedarın yarattığı parasal sistemin içine dâhil edilmeleri ile olanaklı olacaktır. Üretim fazlasını emecek olan coğrafyada yaşayan topluluklar, yaşamsal gereksinimlerini karşılayacak bir tüketimin yanında, yaşamları için çok da gerekli olmayan bir takım ürünleri tüketmeye ikna edilirler. Bu süreç, üretim fazlası ve tüketim eksikliği olan coğrafyada daha önce işlemiş olan bir süreçtir. İnsanlar böylece topluca, yaşamsal gereksinimleri dışında kalan birtakım ürünleri tüketmeye kurgulanmış bireyler haline dönüşerek, insanlık tarihinde yeni bir boyuta geçerler. İhtiyacı olmayan şeyleri tüketmeye kurgulandığı bir yaşamda biçimlenen insan, ihtiyaç-tüketim ilişkisinin doğrudan bağlantısının sürdüğü bir yaşamda biçimlenen insandan farklı bir insandır. Böylece, tüketici insan kimliği ortaya çıkar. Bu kimlik, tükettiği kadar varoluşan, tüketemediği zaman yok olan uçucu bir kimliktir.
Sermayenin insan yaşamına girmesi demek, toplumların sermayenin krizlerine yönelik getirilen çözümler sonrasında kaçınılmaz olarak, sömüren ve sömürülen toplumlar olarak ayrışmalarına neden olacaktır. Ancak sermayenin krizlerine getirilmiş olan mekânsal onarım çözümleri, yeni tüketime açılan coğrafyadaki sömürülen toplumların bireyleri kadar, üretim fazlası ve tüketim eksikliği gözlenen coğrafyadaki sömürgeci toplumun bireylerini de dönüştürecektir. Bu dönüşüm, insanların aslında ihtiyaç duymadıkları şeyleri tüketmek üzere, o şeyleri tüketmeye kendilerini mahkûm hissetmelerini sağlayacak bir aptallaştırma dönüşümüdür. Uçucu bir kimliği sabitleyebilmek çabası içinde olan tüketici kimlikli bireyler, tüketim yapmaya mahkûm hale gelirler. Sermaye varoluşunu böylece, köken aldığı coğrafyada da, sonradan girdiği coğrafyada da insanları aptallaştırmak zorunluluğuna dayandıracaktır. Tüketim yoksa sermaye de sömürü de yoktur. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar aciz kitleler yaratmanın yanında, aslında ihtiyaçları olmayan şeylerin, tüketmek amacıyla, peşinde koşacak bir güruhun yaratılması, sermaye için yaşamsal önemdedir. Aptallaştırılmış ve tüketime kurgulanmış kitlelerin yaratılması işinde en büyük pay ise günümüzde başta görsel olmak üzere, medyaya düşmektedir. Okumayan, düşünmeyen, analiz etmeyen ve sentez etme yeteneği bütünüyle ortadan kaldırılmış kitleler yaratmak için, insanları kitaplardan uzak tutma görevi görsel ve sosyal medyanındır. Tabii ki her kitabın ve gazetenin de düşündürmediği ve zihinsel yetileri geliştirmediği göz önüne alınırsa, beynimizi bir kenara koyarak okuyabileceğimiz yeni-stoacı, aşklı meşkli yazıların yayınlandığı medyanın teşvik edilmesi de, sermayenin tüketimi güvence altına alması açısından önemlidir.
En aptal olanın en bilge olduğu toplumlar böylece yaratılmış olur. Eğer bilgelik huzura ulaşmanın sırrını çözmekte yatıyorsa, bu tür toplumlarda huzurlu olabilmek ancak tüketim hastalığına yakalanmamakla mümkün olabilir. Zekâ geriliği insanı bu hastalıktan koruyan bir kalkan olur çünkü zekâsı geri olan insanlar, tüketime yöneltme manevralarını algılayamaz ve tüketim hastalığına yakalanmazlar. İnsanların kendilerini güçlü hissedebilmelerinin tek yolunun tüketim yapmak olduğu bir toplumda, insanlar tüketemedikleri zaman kendilerini zayıf ve huzursuz hissedecekleri için, zekâ kusurunuz sizi çok huzurlu hale getirecektir. Bu nedenle, kapitalist toplumlarda bilgelik ile aptallık kol kola gider. Bilgelik ile aptallığın birbirlerine kardeş olduğu kapitalist toplumlarda hikmetinden sual olunmaz birtakım siyasi liderlerin bilge olarak nitelendirilmesi, hatta “Bilge Kral” olarak nitelendirilmeleri hiç şaşılacak bir durum değildir. Kendi egemenlik alanı içinde kalan coğrafyada ortaya çıkan durgunluk sorunundan kurtulabilmek için, başka coğrafyaların bireylerini de düşünemeyen tüketim bağımlıları haline getirerek yayılmaya çalışan sermayenin, kendisine kapalı olan coğrafyalarda önünde olan engelleri kaldıran liderleri göklere çıkarması boşuna değildir. Eğer bağımsızlık ve özgürlük mücadeleleri, halkı sermayenin sömürücü etkisinden koruyacak bir dönüşüm yaratmıyorsa, hatta halkı sömürüden koruyan kalkanları yıkıp bir kenara atıyorsa, halkı yeni ve daha acımasız bir sömürü düzeninin kucağına atacaktır. A.B.D.’de de aynı şey olmuştur. Peter Sellers’ın başrolü oynadığı, Jerzy Kozinski’nin “Being There” adlı eserinden uyarlanmış aynı addaki film, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun sermayesine alan açmak için onarıma tabi tuttuğu Kuzey Amerika kıtasının toplumunu dramatize etmektedir. Her ne kadar A.B.D. günümüzün süper gücü olarak değerlendirilse de, bugünlere başta İngiliz olmak üzere kıta Avrupa’sının sermaye birikiminin emilmesi için sömürge olarak kullanıldığı bir dönemden geçerek gelmiştir. Bu dönemin A.B.D.’deki etkileri, Büyük Britanya’ya karşı bir bağımsızlık savaşı verilmiş olsa bile, halen gözlenmektedir. Çünkü bağımsızlık savaşı Kuzey Amerika kıtasının halkını İngiliz sermayesinin sömürücü etkisinden kurtarmış ancak kökeni çok farklı olmayan başka sermayelerin sömürücü etkisinin boyunduruğuna sokmuştur. Bunun sonucu ise düşünmeyen, tiyatroya gitmeyen, okumayan ama bolca televizyon seyredip tüketim yapan toplumların ortaya çıkışı olmuştur. Jerzy Kozinski’nin eserinin okuma yazma bilmeyen kahramanı Chance’in sığlığı, en büyük yayın organları tarafından bile kitap yazma teklif edilecek derecede bir bilgelik ve cesaret örneği olarak algılanmaktadır:
Chance: “Gazete okumam. Televizyon seyrederim.
-“Toplum yaşamında pek az insan gazete okumama cesaretine sahip olabiliyor. En azından bu muhabir, bunu itiraf edecek cesarete sahip olanına rastlamamıştı.”
-“Editörlerim ve ben bizim için bir kitap yazar mısınız diye merak ediyorduk. Siyaset felsefeniz hakkında. Ne dersiniz?”
Chance: “ Yazamam.”
-“Tabii. Bugünlerde kim yazabiliyor ki? Ben çocuklarıma kartpostal bile yazamıyorum. Bakın, altı haneli bir avans verebiliriz. En iyi hayalet yazarları ve düzeltmenleri emrinize veririm.”
Chance: “Ben okuyamam.”
-“Tabii ki okuyamazsınız. Kimsenin vakti yok ki. Şöyle bir bakınıp televizyon seyrediyoruz.”
Chance: “Ben televizyon seyretmeyi severim.”
-“Eminim seviyorsunuzdur. Kimse okumuyor.”
“Bu gece, son 40 yılda tiyatroya gitmiş olanların toplamından daha çok sayıda insanın sizi seyredeceğinin farkında mısınız?”
Chance: “Neden?”
“Tanrım, bilmiyorum.”
Bir çocuğun zekâsından bile düşük bir zekâ düzeyi olan Chance’e kitap yazması karşılığında astronomik ücretler teklif edilmektedir, çünkü aptallığın hüküm sürdüğü bir düzende, sığlığın felsefesinin hâkim olacağı bu kitabın çok satacağı kesindir. Bu toplumda, 40 yıldır tiyatroya gitmiş insanların toplamından daha fazla insan, televizyonlarının başında zekâsı yerlerde sürünen ve tüm dünyası küçük bir bahçeden ibaret olan bir adamı hayranlıkla izlemektedir. Being There adlı filmde, aptallaşarak sadece tüketime yönelmiş bireylerden oluşan bir toplumun bireylerinin sadece en basit düzeydeki söylemleri anlayabileceği şu biçimde aktarılmaktadır:
-“Söylediklerini ilkokul seviyesinde tutması çok zekice! Böylece anlayabiliyorlar.”
İlkokul düzeyinde bir söylemle A.B.D.’nin en varlıklı işadamı ve başkanı dâhil tüm hâkim sınıfının hayranlığını kazanmış olan Chance, yaşamı boyunca küçük bir bahçeden hiç çıkmamış ve burada bahçıvanlık yapmış olan bir kişidir. O aslında zekâsını kullandığı için değil, zekâsı çok düşük düzeyde olduğu için zorunlu olarak ilkokul seviyesinde bir söylem tutturmuştur ve bu nedenle de aptallaşmış ve okumayan bir toplumda en kolay anlaşılır kişi haline gelmiştir. Kendisini büyüten bakıcısı, onu televizyonlarda görünce şöyle söyler:
-“Bu çocuğa ta küçüklüğünden beri ben baktım. Ne okumayı ne de yazmayı öğrendi. Hayır efendim. Kafasında beyin yoktu. Beyin yerine muhallebi vardı. Doğarken Tanrı hiçbir şey vermemiş. Bir de şu haline bakın.”
Dünyası küçük bir bahçenin sınırları kadar ve yaşamla ilgili çıkarımları da bu bahçenin sınırları dâhilinde kalan kesin çıkarımlar olduğu için, söylemindeki huzur ve kesinlik, belirsizliğin pençesinde huzursuzluktan kıvranan bir toplumda onun bir bilge olarak algılanmasına yol açacaktır. Filmde kralları seçen adam olarak tanıtılan büyük işadamının bu düşük zekâlı insana hayran olması, günümüzde bilge kralların neden bu kadar pespaye olduklarını da açıklamaktadır:
-“Gençken politikacı olmayı düşünürdüm. Ama sonra müteşebbis olarak daha çok katkımın olacağını fark ettim. Tabii ki zenginliğim bana iyi bir nüfuz sağladı. Ama emin ol o gücü kötüye kullanmamaya çalıştım. Ne kadar baştan çıkarıcı bir istek olursa olsun hükümetimizin ihtiyaçlarına duyarsız kalmamak çok önemlidir. Bana kralları seçen adam diye ad taktılar ama halkın sesine daima kulak verdim. Sende hayran olduğum şeylerden biri de hayranlık uyandıran dengen. Gerçekten huzurlu bir adama benziyorsun.”
Ülkeleri yönetecek liderleri belirleyen bu büyük işadamı da aslında sermayenin kaçınılmaz krizlerinin ve bu krizlerin insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin ve işleri bozulduğu için intihara sürüklenen insanların çokluğunun farkındadır ama o da aptallaşma sürecinden nasibini almıştır ve bu sayede can sıkıcı gerçeklerden uzak durabilmektedir:
-“Bu insanlar uzun süredir enflasyon ve artan vergi oranları gibi kötü koşullar yüzünden canlarından bezdi. Ne de olsa, orta sınıfın refahını ve temel özgürlüklerimizi tehdit edenlerin karşısındaki en büyük silahımız onlar. Bir mali destek fonu açmayı düşünüyordum. Söylesene, bu konuda bir fikrin var mı?”
Kralları belirleyen ve dünyanın süper devletinin başkanının çok önem verdiği bu büyük iş adamı, aslında insanlığı her koşulda büyük sıkıntılara sürükleyen bir ekonomik sistemi ayakta tutmaya çabalamaktan yorgundur. Krizlerin pençesinde, geleceği belirsiz bir yaşamda sürüklenen kitleleri sözde bir özgürlük söylemiyle oyalayarak ayakta tutabilmek, gerçekten tüketici ve sonu gelmeyecek bir uğraştır. Yaşamı boyunca her şeye ulaşmış, kralları belirlemiş, dünyayı yönetmiş ama iç huzuru hiç olmamıştır. Zenginlik içindeki bu yaşamın, ekonomik krizlerin savurduğu ve mutsuz ettiği kitleleri görmezden gelmeyi kolaylaştıracak bir tiyatro sahnesi gibi sahte bir yaşam olduğunu bay Rand, bu zekâ yoksulu insanın huzuru ile yüzleştiğinde anlayabilecektir. Yıllar süren bu çabanın kimseye mutluluk getirmediğini, insanların en çok ihtiyacı olan iç huzurunu, yalnızca algılama eksikliği olan bir insanın yakalayabildiğini görmek, tüm çabanın da boşa gittiğinin bir göstergesidir. Bu noktada bay Rand uzun süredir sürdürdüğü yaşama mücadelesini bırakarak kendisini ölüme terk eder. Huzuru yakalamak bir bilgelik sorunu ise, en bilge olan en huzurlu olan olacaktır. Bu nedenle insanların tüketim hastası yapıldığı bir toplumun en huzurlu bireyi de bu hastalıktan kendi elinde olmadan düşük zekâsı sayesinde uzak durabilen bir meczup olabileceği için, en aptal olan en bilge olur.
KAYNAKLAR:
Harvey, David. Sermayenin Mekânları. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2012
NESNE NEDİR?
İMGESEL BİR NESNE OLARAK EGO VE NARSİSİZM
Mutluhan İzmir
“Fenomen bir görünüşe çıkış ve kayboluş sürecidir” ( Hegel, Çev. Nejat Bozkurt, Say Yayınları, 3. Baskı, 2009, İstanbul. S 70). Nesneyi bir fenomen olarak ele almak yanlış olmaz, bu durumda nesnenin görünüşe çıkıp kaybolduğu yeri de bilinç olarak ele almak gerekir. Nesneyi tanımlamak için nesnenin bilinçte oluşan temsilcisinin varlığını tanımlamak şarttır, temsilcisi olmayan nesneyi bilinç tanıyamaz. Bir şeyin bilinçte temsil edilmesi için ise onun yok olması gerekir. Örneğin anne memesiyle ilk kez karşılaşmış olan bebeğin zihninde henüz memenin temsilcisi yoktur, ancak bebeğin karnı doyup da meme ortadan çekildikten sonra, bebek hallüsinatuar biçimde doyumu ve kendisine bu doyumu yaşatan nesneyi deneyimlemeye başlar, bebek doyumu oluşturan “nesne” nin hayalini kurmayı sürdürür. Bunun gerçekleşmesi için memenin o anda ortada olmaması gerekmektedir, ortada olan bir “nesne”nin hayalini kurma gereksinimi de oluşmaz. Bu ilk hayalleme, nesnenin zihinde oluşan ilk temsilcisidir aynı zamanda. Bebeğin yaşam deneyimi geliştikçe, iletişime girdiği tüm “nesne”lerin temsilcilerini zihninde oluşturur. Bu nedenle bir fenomen olarak nesneden söz ediyorsak, nesnenin zihinsel temsilcisinden söz ediyor oluruz. Bunun aksini Hegel, “insancanın karşıtı olan hayvancalık, duyumda kalmak ve ancak duyum yoluyla anlaşabilmekte yatar” (age, s 71) biçiminde tanımlar.
Bu durumda insan bilincinde bir kendilik kavramının oluşabilmesi için, bu kavramın zihindeki temsilcisinin ve bu temsilcinin öncü temsilcilerinin bulunması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Hegel, “insanın varoluşu, bir bilinçler ortaklığının gerçekleşmesinde bulunur” (age, s 71) der. Demek ki kendisi olarak insan, bilinçte bir temsilcidir, önce kendi bilincinde, sonra da bilinçler ortaklığında. Nesnenin bilinçte temsilcisinin oluşma sürecinin aynısını, kendilik de bir nesne olarak yaşamalıdır. İnsanın kendi bilincinde, kendisi için bu süreci tanımlamak karmaşık görünebilir. Doğumu izleyen ilk dönemde insan kendi içinde bir varlıktır, bu dönemde bir kendilik bilinci oluşmamıştır çünkü henüz bilinç kendisini kendi dışında yakalayamamıştır. Kendilik kavramının gelişebilmesi için, önce bilincin kendisini kendisinin dışında yakalaması gerekir. Bunun için çocuğun kendisini, hissettiğinden farklı olarak, dışarıda görmesi gerekir. Bunun bedeli de yabancılaşmadır. Kendine yabancılaşmayan hiçbir bilinç, kendisini nesne olarak yakalayamayacağı için, kendi bilincinde kendisinin temsilcisini oluşturamaz. Yani bilincin, o ana dek içsel varsaydığını dışsal olarak deneyimlemesi gerekir. Bunun ilk adımı memeden kesmedir.
Bilincin kendilik kavramını oluşturabilmesi için, kendi dışında yakaladığı bir kendiliğin, kendi içinde bir temsilcisini oluşturması gerekiyorsa, bilinç kendiliğini kendi dışında nerede yakalamaktadır? Kendine yabancılaşan bilinç, ilk olarak, kendi bilincinde anne için oluşturmuş olduğu temsilcinin bir kenarında kendisine yer bulur. Bu yer, daha çok annenin tutuşu, davranışı, bakışı ve gözlerindedir. Bu yabancılaşma ve dışsallaşma ile bilinç kendi içinden dışarıya çıkmış olur, bu adım aynalama döneminin başlangıcıdır. Burada en önemli nokta, “Öteki” olarak annenin varolması ve yokolması dönemlerinde, annenin zihinsel temsilcisinin bir kenarında varolan çocuğun kendiliğinin de aynı zamanda varolup yokoluyor olmasıdır (Lacan, The Absolute Master, Mikkel Borch-Jacobsen, Stanford University Press, 1991, California, s 48). Ancak bu yokolmalar, çocuğun bilincinin, kendi kendiliği için de bir zihinsel temsilci oluşturmasını teşvik eder, çünkü daha önce belirtildiği gibi, bir nesnenin zihinsel temsilcisinin oluşabilmesi için onun yokolması gerekir. Böylece bir “nesne” olarak kendimizi kendi bilincimizde oluştururuz.
Ego oluşumu, aynalama evresinin daha ileri dönemlerinde oluşur. Kendisini aynada gören ya da kendi yaşıtını gören çocuk, bu görüntünün mükemmelliğine hayran olur. Henüz kendi vücudu üzerinde kontrol sahibi olamayan ve kendi vücudunu henüz bir bütünlük oluşturamayan, biçimsiz parçalardan oluşan bir yapı olarak gören çocuk için, bu ayna görüntüleri hayranlıkla tapınılacak bir mükemmellik temsilcileridir (age, s 49). Çocuk kendisine baktığında gövdesinin bir kısmını, kollarını ve bacaklarını görür, kafasını göremez. Oysa aynada çocuğa, herşeyi yerli yerinde olan bir estetik mükemmellik görünmektedir. Bu mükemmellik, çocuğun kendiliğini, bu görüntüye dışsallaştırmasını teşvik eder. İşte egoyu yaratan şey, aynadaki bu mükemmel imgedir, yani ego başlangıçta bütünüyle görsel ve imgeseldir, öyle de kalır. Aynadaki mükemmel estetik görüntüdeki bir kendilik temsilcisi olarak ego, çocuğun kendi üzerinde hakimiyet kazanmasının öncesinde geliştiği için, omnipotensin ve de dolayısıyla narsisiszmin nedenidir. Çocuk bu dönemde tüm libidosunu bu görsel imgesel bütünlüğün zihinsel temsilcisi olan egoya yatırır. Ego, imgesel-narsisistik dönemde, libidinal kateksisin üzerinde toplandığı omnipotent bir zihinsel kendilik temsilci olarak görsel-imgesel bir nesnedir. Egonun kendilik ile spekülatif birliği gerçekleşmez ve kendilik imge ile barışmaz (age, s 52). Ayna görüntüsü ile birlikte dışarıda kalan ego, hareketsiz, donmuş ve heykelleşmiş olarak kalır. Bu sağlıksız kendilik temsilcisi, toplumsal simgesellikle alışveriş içine girilerek, özne-Öteki diyalektiği içinde, simgesel kendilik temsilcisinin zihinde oluşması ile aşılabilir.
Mutluhan İzmir
Aralık 2010, Ankara
ÖDİPAL DÖNEM: İKİLİ İLİŞKİDEN TOPLUMSAL VAROLUŞA
MUTLUHAN İZMİR, PSİKİYATR, PSİKANALİST
Ödipal dönemin en başta gelen etkisi, çocuğu anneden ayıran yasanın çocuğa özel bir yasa olmadığını, toplumun her bireyinin tabi olduğu bir toplumsal yasa ile karşı karşıya olduğunu çocuğun anlamasını sağlamasıdır. Yasanın sadece kendisine özgü olmadığının çocuk tarafından anlaşılması onu kolay düşmanlık besleyen paranoid bir tetikte olma durumundan kurtaracağı gibi çocuğun toplumsal yaşama girişini kolaylaştırıcı etki yapar. Çünkü yasanın sadece kendisine yönelik olduğu ve babadan kaynaklandığı algısı hem çocuğun babayı ortadan kaldırma arzusu duymasına (ya da babanın ortadan kalkmasını arzulamasına) hem de anne ile birlikteliğinin önündeki tek engelin baba olduğunu düşünmesine yol açar. Bu düşünce tarzı, babası tarafından ezildiğini düşündüğü annesinin gözünden çocuğun dünyaya bakmasına, babaya sürekli olarak olumsuz duygular beslemesine, onu hep düşman olarak görmesine, babanın yerini tutacak kişi, kurum ve kurallarla uzlaşamamasına neden olacaktır. Babanın-Adı’nın anlamı Ödipal dönemin safhasına göre değişikliğe uğrar.
Lacan Babanın-Adı metaforunun çocuğun zihninde önce ‘Babanın-Hayır’ı (Le non du père) olarak oluştuğunu belirtir (Seminer, Les Formations de L’inconscient, 08 Ocak 1958). Bu metafor çocuk için başlangıçta anneyle çocuğun birlikteliğine babanın ‘hayır’ dediği anlamını taşır. Doğal olarak bu hayır hiçbir babadan açık biçimde çocuğa iletilen bir hayır değildir ve annenin çocuktan uzaklaşması doğal bir süreçtir. Ancak çocuk geriye dönük nedenselleştirme ile annesinin kendisinden uzaklaşmasının nedeninin bu olduğuna dair bir kanıya kapılarak Babanın-Hayır’ını kurgular.
Baba bir can sıkıntısıdır. Sadece boyutlarından dolayı değil, aynı zamanda yasakladıklarından dolayı da dert kaynağıdır. Neye engel olur? Öncelikle dürtünün doyumuna… Baba başka neye engel olur? İşte bu başlangıç noktamızdır: anne ona ait olduğu için çocuğa ait değildir. Anne söz konusu olduğunda baba çocuğu gerçekten hayal kırıklığına uğratır (Lacan 1957-58 Seminer Ocak 15).
Çocuk artık babasının yasasının annenin arzusunu, çocuktan başka bir nesneye yöneltecek biçimde değişime uğrattığını anlar. Bu, hem dünyanın sadece anne-çocuk ikilisinden oluşan ve sadece doyumu hedefleyen bir yer olmadığını çocuğun anlamasını hem de çocuğun gözünü anneden ayırıp babaya dikmesini sağlayan en önemli etkendir ve babanın anneden sonra yeni bir yasa koyucu olarak algılanması, toplumsal bir özneye geçiş için çok yaşamsal bir adımdır:
Özneyi kimliğinden sıyıran şey, aynı zamanda onu yasanın ilk görünümüne bağlar. Bu bağlanış annenin o yasaya bağlı olduğu, bir nesneye bağlı olduğu olgusu temelinde gerçekleşir. Annenin bağlı olduğu nesne artık yalnızca onun arzusunun nesnesi değildir, ama ötekinin sahip olduğu ya da sahip olmadığı bir nesnedir.
Annenin kendisinin olmayan bir yasaya başvurması ile gerçekte annesinin arzusunun nesnesinin, annenin biat ettiği yasanın sahibi olan aynı ‘öteki’nin, üstünlükle sahip olduğu bir şey olması arasındaki sıkı bağlantı: işte burada ödipal ilişkinin anahtarına sahibiz artık ve bu anahtar annenin ilişkisinin doğasını çok temel bir duruma getirir, ilişki açısından belirleyici olur ama baba ile olan ilişkiyi değil, babanın dünyası (sözü) ile olan ilişkiyi.
O yoksun bırakan varlık olarak yasayı da koyandır ve bu örtülü biçimde değil açık biçimde annenin onu yasa koyucu konumuna getirmesi ile olur (Lacan).
Ödipal dönemin en hassas noktası, annenin babayı nasıl bir yasa koyucu olarak benimsediğinin çocuk tarafından kurgulanmasıdır. Anne, babanın yasasına aşırı biat ediyor gibi görünürse çocuğun gözüne, bu durumda yasa koyucu konumundaki İmgesel Büyük Öteki olarak baba imgesi çok ürkütücü, paranoyak ve en ufak hatayı en şiddetli biçimde cezalandıran bir baba imgesi olacaktır. Ödipal dönemin ilerleyen dönemlerinde eğer annenin çocuğa yönelik aşırı sahiplenici ve koruyucu bir tutumu ya da babanın çok saldırgan, şiddet dolu davranışları yoksa çocuk bu yasanın babadan kaynaklanmadığını anlayacaktır. Bu noktada Babanın-Hayır’ı, Babanın-Adı’na (Le nom du père) dönüşür ve böylece çocuk, yasanın babayı da bağlayan ve babanın da üstünde olan bir yasa olduğunu anlamaya başlar. Babanın-Adı metaforunun babadan kaynaklanmadığının kesin olarak anlaşılmasından önce çocuk Simgesel döneme girmiş sayılmaz çünkü İmgesel tam güçlü Büyük Öteki olarak algılanan baba imgesi, çocuğun onu aşan bir yasayı anlamasına engel olacaktır. İmgesel-Simgesel ayırımı yapmak için bu çok önemli bir ayıraçtır (Lacan, Seminer, Le Moi 1954-1955).
Simgesel düzen sadece dilin bir etkisi değildir toplumun yasasının çocuk tarafından benimsenmesiyle ortaya çıkar. Yasa ancak babadan kaynaklanmayan, babanın üstünde bir yasa olarak görüldüğünde toplumun yasası haline gelebileceği için yasanın kaynağının ne olduğunun çocuk tarafından nasıl anlaşıldığı, İmgesel-Simgesel ayrımının yapılması açısından çok önemlidir. Yani Lacan’ın parlêtre olarak adlandırdığı, İmgesel Büyük Öteki’nin söylemini ezbere dile getiren otomaton, konuştuğu halde Simgesel düzenin içinde değildir. Bu metafora babanın adının verilmiş olması kesinlikle babanın anneden daha üstün ve güçlü olduğunun kabul edilmesiyle ilgili değildir, sadece çocuğun içine girdiği güç ilişkileri silsilesinde babanın sırasının anneden sonra gelmesinden kaynaklanmaktadır. İlişki içine girdiği ötekileri güçlerine göre sıralamaya çalışan çocuğun birincil süreç düşüncesini kullanarak kurguladığı güç hiyerarşisi bu biçimde oluşmaktadır. Bu mantığa göre yaşamda olan biten her şey, güçlü bir bireyin isteği doğrultusunda gerçekleşmektedir ve çocuk hep bu bireyin kim olduğunu bulmaya çalışır. Çocuğu doğuran kişi baba olsaydı bu metaforun adı Annenin-Adı metaforu olacaktı çünkü çocuk o durumda babası ile mutlu bütünlüğünün (fallus) bozulmasının nedenini annenin ‘hayır’ı olarak kurgulayacaktı.
Lacan 1955 yılında verdiği La Lettre Volée adlı seminerinde Simgesel düzenin insan üzerindeki gücünü şöyle vurgular:
Kierkegaard’ın hayranlık uyandıran biçimde, insanı antik ve modern olarak iki ayrı kavram içinde ele almasının ardından, son noktada Freud’un da insan zihnini, bilinç ile eşdeğer bir yapı olarak ele almaktan uzak durması, bir zorunluluğun yineleme biçiminde kendini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Bu yineleme, simgesel yinelemedir ve simgenin düzeninin insan yapımı olarak tasarlanamayacağının ama kendi kendisinin yapıcısı olduğunun kanıtıdır (Ecrits I s: 58). İnsanlar zamanlarını, birbirlerini çağıran varoluş ve hiçliğin yer aldıkları yapısal çeşitliliği düzene sokmaya adarlar. Ancak, arzunun sıfır noktası olarak adlandırabileceğimiz bunların temel bağlanma noktasında, insan nesnesi, doğal konumunu bozan bir kavrayış darbesiyle, simgenin koşullarına çaresiz biçimde kölelik etmek durumunda kalacaktır (Ecrits I, 59).
Lacan’ın Simgesel düzenin insan yapımı olmadığını, kendi kendisinin yapıcısı olduğunu vurgulaması çok önemlidir. Lacan’ın bu sözleri ne anlama gelmektedir? Simgesel düzen gücünü, üretim toplumunun kendiliğinden organize olma özelliğinden mi almaktadır? İmgesel dönemde oluşan İmgesel tam güçlü baba algısını ya da tüketim toplumlarının adil olmayan ekonomik düzenini koruyan yasalarını koyan güç odaklarını Simgesel düzen ile bir tutma yanlışı çok sık görülmektedir. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki Simgesel düzen, toplumsal bir üretim etkinliğinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan yapılanma biçiminin yasalarından kaynaklanır. Bu yasalar her bireyi ortak üretim etkinliği için gerekli olan dizgenin içinde konumlandırırlar. Eğer bir toplum kendi gereksinimlerini karşılayacak ve oluşturduğu artı değeri bireyleri arasında eşit paylaştıracak bir üretim etkinliği içinde değilse Simgesel değil İmgesel düzen ön plandadır. Çünkü bu durumda çocuk yasanın vahşi babadan ya da ondan da vahşi başka bir İmgesel Büyük Öteki’nden kaynaklandığı algısını aşamaz ve İmgesel tam güçlü baba figürü ile paranoid, düşmanca bir ilişki içinde hapis kalır. Baba ile olan ilişkisinde bu noktada takılan birey ya Babanın-Adı metaforunu inkar ederek psikoza girecek ya da İmgesel vahşi baba kurgusu altında sapkın nörotik bir yaşam yaşayacaktır.
Öznenin anne ile ilişkisinden kurtulduktan sonra baba ile şüphe dolu ve düşmanca bir ilişkinin içinde hapsolmaktan kurtulabilmesi için yasanın babanın yasası değil, toplumdaki her bireyi kapsayan ötelerden gelen bir yasa olduğunu anlayabilmesi gerekir. Tüketim toplumları, öznenin kafasında hakiki babayı aşan daha da acımasız bir tam güçlü figürün oluşmasına yol açtığı için Simgesel düzen, bu figürü aşarak kendi kendisinin yapıcısı olma olanağını bulamamaktadır. Bu nedenle tüketim toplumlarında Simgesel düzenden söz etmek olanağımız yoktur ve bu toplumların bireyleri İmgesel Büyük Öteki ile ilişkilerini bitiremeyecekleri için sürekli olarak Öteki’nin arzu nesnesi olmaya çalışırlar. Bu durum onların bir özne oluşunu engellemenin yanında, Öteki’nin beğendiği biçime girebilmek için imajlarına daha fazla önem vererek yaşamalarına neden olacaktır.
Barışçı bir süreç gibi görünen toplumsal yaşam, son kertede bir suça, yani babanın katli fantezisine temellenmiştir. İmgesel dönemde arzulanmış olan şey ile olmuş olan şey arasında bir ayrım yapılamadığı için çocuk bu cinayet fantezisinin gerçekleşmiş olduğuna inanır. Toplumun yasasının benimsenmesi sürecinde baba ile düşman olmaktan kurtularak onunla dost olup özdeşim kurmak, babanın tabi olduğu toplumsal yasaların çocuk tarafından içselleştirilebilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Bu adım, babanın yok edilmesi fantezisi nedeniyle suçluluğun ortaya çıktığı bir noktada atılır. Özne babayı neredeyse yok etmenin kıyısından dönmüş olduğu bir noktada kendisini suçluluk duyguları içinde yakalar. Shakespeare’in Hamlet’indeki türden babanın dirildiği rüyalar, babanın çocuğun arzusu nedeniyle ölmediğini çocuğa anlatarak onu rahatlatan rüyalardır. O güne değin bir ergen gibi yaşamış olan Hamlet’in birden bire adalet ve doğruluk gibi toplumsal değerlerin peşinde koşan bir kişiye dönüşmesi gibi, özne de bu aşamada artık doğruluk, adalet peşinde koşan bir Simgesel özneye dönüşecektir. Ölü baba, çocuğa babasının ihanete uğramış olduğunu ve babanın ölümünden kendisinin sorumlu olmadığını anlatan bir işarettir. Baba kendisi tarafından değil başkaları tarafından ezilmiş, haksızlığa uğratılmış ve sonunda yok edilmiştir. Aslında tüm bunlar bir zamanlar özneye ait arzulardır ama artık bilinçdışına itilecekler, sanki başkalarından geliyormuş gibi algılanacaklardır.
İhanet, doğrudan toplumun yasasına göre saptanan bir ölçüttür ve hem kendisini suçlu olmaktan hem de cezalandırılma korkusundan kurtaracağı için çocuk babasına yapılmış olan ihanetin intikamını alma konumuna oturma fırsatını kaçırmaz ve o anda toplumun yasasını içselleştirmiş olur. Baba kendisine ihanet edenleri bulup cezalandırması için çocuğu vekil tayin ettiği anda özne yasanın temsilcisi konumuna girer. Bu aşama, çocuğun ölmüş babanın zihinsel mirasçısı durumuna geldiği aşamadır ve artık çocuk babasının tabi olduğu yasanın yılmaz bir savunucusu olarak babayla özdeşim kuracaktır. Lacan Simgesel babanın her zaman ölmüş, ortada olmayan bir baba olduğunu söylerken bu durumu ifade etmek ister (Seminer, Les Formations de L’inconscient, 08 Ocak 1958).
Uzun süre Lacan’ın yanında bulunmuş ve onun eğitimini almış olan Lemaire’in belirttiği gibi, Lacan’ın kullandığı biçimiyle “Fallus”, hakiki, biyolojik cinsellikle ve penisle ilgisi olmayan bir kavramdır. Fallus, Ödipus Karmaşası’nın dördüncü terimi olarak yer alır ve arzulanan ancak hiç ulaşılamayan, fantezideki imgesel eksiksiz bütünlüklü nesneyi temsil eder. Lacan fallusun, yalnızca çocuğu anneden ayıran yasa (ensest yasağı) ile birlikte bir önem taşıdığını belirtir, çünkü fallusu yaratan şey bu yasadır.
Özne İmgesel dönemde imgenin sorgulanamaz kesinliği sayesinde annesinin fallus olabilmesi için gerek duyduğu eksikliğin yerini tutacak arzu nesnesi olmaya çabalarken, ensest yasağıyla bağlantılı duruma geldiği anda Simgesel’in yasası ile yüzleşmiş olur. Bu nedenle en baştan fallus kavramını anne-çocuk bütünlüğü olarak ortaya koyarsak, Lacan’ın kastrasyon, ödipal karmaşa ve fallusa bakışında, Freud’dan farklılık gösterdiği noktaları daha kolay kavramak mümkün olacaktır. Çelişkili gibi görünse de, bu farklılıklar aslında Freud’u da daha iyi ve daha doğru anlamamızı sağlayacak Hegelci bir zeminin oluşmasını da sağlarlar. Lacan’ın kuramında fallus, Hegelci bütünlük kavramının göstereni olarak ele alınmalıdır. Lacan’ın Freud’u yeniden okuması, bütünüyle Hegelci bir bakış açısıyla, yitik bütünlüğü yeniden kurmaya çalışan ve bütünün yitik parçasını sürekli arayan özne üzerinde temellenmiştir. Bu nedenle Lacan’ı anlamak için Hegel’i anlamak zorunludur.
Öznenin bütünlüğü yitirmesindeki en önemli basamaklardan birisi, Ödipal dönemde Babanın-Adı metaforunun özne tarafından benimsenmesidir. Kastrasyon, ensest yasağının etkisi ile parçalanan anne-çocuk bütünlüğü olduğu için kastrasyonu penisin kopartılması olarak değil, anne-çocuk bütünlüğünün bozulması olarak görürsek, kastrasyonu daha iyi ve doğru anlayabiliriz. Anne-çocuk bütünlüğü olanaksız duruma gelince çocuk bir yandan bu durumun nedenini bulmaya çalışırken öte yandan kendinde-varlığın dağılmasıyla kendi-için-varlık durumuna gelen özne “ne ise o olmayan, ne değilse o olan” kipine girerek kendisini olumsuzlama döngüsüne kaptırır. Öznenin diyalektiği, bu kipin getirdiği devinimden kaynaklanır. Bu diyalektik çocuğu sürekli olarak kendi eksiğinin ne olduğunu bulmaya ve o eksiği giderecek nesneyi aramaya iter.
Pauline Marie Rosenau'nun Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri Adlı kitabından -
Çeviren : Tuncay Birkan Bilim ve Sanat Yayınları, 2004 Ankara
Sayfa 88-90
Post-Modern Birey:
Post-modern birey gevşek ve esnektir, duygulara ve içselleştirmeye yöneliktir ve "kendin ol!" diye özetlenebilecek bir tavrı benimser. Kendi toplumsal gerçekliğini kuran, kişisel bir anlam arayışını sürdüren ama arayışında sonunda ortaya çıkan şeyin hakikat olduğu iddiasında bulunmayan etkin bir insandır. Fantezi, mizah, arzu kültürü ve anında tatmin ister. Geçici olanı kalıcı olana tercih ettiğinden (bugün için) bir "yaşa ve yaşat" tavrıyla yetinir. Planlanmış şeylerdense kendiliğinden oluşan şeylerin yanında kendini daha rahat hisseden post-modern birey geleneğe, antikalaşmış olana (genelde geçmişe), egzotik olana, kutsal olana, sıradışı olana ve genel ya da evrensel olana karşı yerel olana büyük bir merak duyar. Post-modern bireyler kendi hayatlarıyla, kendi kişisel tatminleriyle ve kendi-tanıtımlarıyla ilgilidirler. Evlilik, aile, kilise ve millet gibi eski bağlılıklar ve modern yakınlıklarla pek ilgilenmedikleri için daha çok kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelirler.
Modern anlamda kolektif yakınlıktan ve cemaat sorumluluğundan uzak duran post-modern birey, bunların kişisel gelişimin önünde birer engel ve mahremiyete yönelik birer tehdit olduklarını düşünür. Modern cemaatin baskıcı olduğu söylenir; bu cemaat samimiyet, kendinden verme, özveri ve karşolıklı hizmet talep eder. "Makul" olduğu ölçüde "hükmedici ve aşağılayıcı"dır da. Post-modern bir cemaat mümkündür, ama bu "birliği olmayan bir cemaat" olmalıdır. Bu cemaat ancak bu şartla post-modern birey için kabul edilebilecek bir şey olabilir.
Post-modern birey güçlü tekil bir kimliğinin olmayışıyla karakterize olur. Freud'un, temel özelliği parçalanmışlığı olan bu üvey evladı özfarkındalıktan yoksundur ve özbilinç sahibi olduğu gibi bir iddiası yoktur. Ayrı referans noktaları ya da parametreleri olmayan yüzer-geçer bir bireydir o. Modern öznenin kayıtsızlık dediği şeye post-modern birey hoşgörü der. Modern özne siyasi anlamda bilinçli olabilir, post-modern bireyse kendisi konusunda bilinçlidir. Post- modern birey dağılmayı yoğunlaşmaya, doğaçlamayı dikkatle düzenlemeye tercih eder. Seçmeyi, özgür ifadeyi, bireysel katılımı, şahsi özerkliği, ve özgürleşmeyi vurgular ve evrenselci iddialara ya da ideolojik tutarlılığa ihtiyaç duymaz. Post-modern birey (başkalarının zorlamasından) kurtuluşun ve (kendini yadsımadan) özgürleşmenin peşindedir. Bütün normatif varsayımları bir kenara bırakır; bir değer ya da ahlaki normun diğerinden daha iyi olduğunun gösterilmesi ona göre mümkün değildir. Post-modern birey genel kurallardan, kapsayıcı normlardan, hegemonyacı düşünce sistemlerinden sakınır.
Post-modern bireyler kişiselleşmiş bir siyaset izlemekten memnundurlar. Siyaset görüşleri karakteristik olarak, sosyalizminki gibi totalize edici küresel projelerden kurtulmuştur. Siyaset görüşleri karaktaeristik olarak, sosyalizminki gibi totalize edici küresel projelerden kurtulmuştur. Kendilerini bir davaya adamış eylemcilerin niyet ve güdülenimlerine şüpheyle bakarlar. Siyasete karşı genelde soğuk durmasına rağmen, post-modern birey zaman zaman devlete ve sisteme karşı verilen bazı mücadeleleri onaylayabilir. Çok çeşitli ve çelişkili davalara ve kısa ömürlü toplumsal hareketlere katılmaya açıktır. Post-modern birey tutarlılık gerektirmeyen çok çeşitli gerçekliklerle birarada yaşamaktan memnun olduğu için bu şaşırtıcı bir şey sayılmaz. Ve post-modern bireyin çalkantılı, sürekli değişen kişisel kimliği düşünüldüğünde anlamlıdır da.
Post-modern birey varlığı yalnızca "dört bir yana dağılmış izler ve parçalar" ya da "geçmişten gelen soluk bir sinyal" olarak algılıyorsa, o zaman sadece "anonim" bir varoluşa sahiptir, modernliğin teşvik ettiği türden tözsel nitelikli herhangi bir olumlu kimliği yoktur. Ayrıksı bir kişiliği ve potansiyel olarak karışık bir kimliği olan, teğel teğel sökülen bir yamalı bohçadan ibaret bir persona'dır. Kendini yanyana duran, birbiriyle uyuşmaz bir mantıklar çokluğunun kalıcı bir çözüme veya uzlaşmaya ulaşma imkanı olmadan sürekli hareket edişine bırakmıştır. Post-modern bir bağlamda yeni bütünleşmiş kişisel üsluplar tasarlanamaz. Her şey "zaten icat edilmiştir" kişinin yapacağı tek şey taklit etmektir.
YENİ TOPLUMSAL OLGULAR: BAĞIMSIZ AMA ÖZGÜR OLMAYAN TOPLUMLAR İLE ÖZGÜR AMA BAĞIMSIZ OLMAYAN TOPLUMLAR
MUTLUHAN İZMİR- PSİKİYATRİST
Bir toplumun refah düzeyi, tüketim yapabilme düzeyi ile paralel gider. Bugün refah toplumları, az gelişmiş ve yoksul toplumlara göre her açıdan kat kat fazla tüketebilme olanağı olan toplumlardır. Çok tüketebilmenin yolu ise, gereksinim duyulan tüketim maddelerinin üretimi ve bu üretimde kullanılacak enerji için gereken hammaddelerin ucuz ve bol temin edilebilmesine bağlıdır. Yani bir toplum, bol ve ucuz hammadde temin edip bunu işleyebiliyorsa, aynı zamanda da bol ve ucuz enerji üretip tüketebiliyorsa refah toplumu sayılabilir. Refah toplumu olabilmek, gerekli olan hammaddeleri temin etme amacına yönelik bir yapılanma içinde olmak ve böyle bir yapılanmanın gerektirdiği insan gücünün yetiştirilebilmesi, eğitilmesi ve bu insanların bir hedef doğrultusunda organize edilmesi için gerekli olan toplumsal işleyişi bir planlama doğrultusunda oluşturabilmek ile olanaklıdır.
Gelişmiş ülkeler, vatandaşlarının refah ve huzurunu sağlayabilmek için onlara başta enerji alanında olmak üzere birçok alanda ucuz hammadde sağlamak durumundalar. Aksi halde ne gelişmişlik kalır, ne refah, ne de huzur. Hammadde kaynaklarının kısıtlı olduğu dünyamızda hangi ülke kendi vatandaşının hammaddeye daha kolay ve ucuz ulaşımını sağlarsa o ülke refah ülkesi oluyor. Kaynakların kısıtlı olduğu günümüzde, refah devleti olma konumunu sürdürebilmenin tek yolu, nüfusları hızla artan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin vatandaşlarının giderek artan hammadde ve temiz kaynak taleplerinin, gelişmiş ülke vatandaşlarının taleplerinde bir kısıtlamaya neden olmamasını sağlamaktan geçiyor. Bu nedenle, gelişmiş ülkelerin en büyük korkuları, halen kısıtlı bir arz-talep dengesinde yaşayan, az gelişmiş ancak çok büyük bir nüfusun, gelecekte gelişmiş ülke vatandaşları kadar çok tüketmeyi isteyebilecekleri, buna güçlerinin yeteceği bir konuma gelmeleridir. Dünya üzerindeki 6 milyar insanın aynı düzeyde tüketim yapmayı istemesi durumunda, bugünün gelişmiş ülke vatandaşları, her birim hammaddeye, bugünkünden yüzlerce kat fazla bedel ödemek zorunda kalacaklardır. Yani gelişmiş ülkelerin bilinçli vatandaşları, kendi refahlarını sürdürebilmenin yolunun, dünyanın büyük bir çoğunluğunu oluşturan diğer insanların az tüketmeyi sürdürmeleri ve hammadde taleplerinin düşük tutulmasından geçtiğinin farkındadırlar. Bu nedenle, bir gelişmiş ülke vatandaşının “çevre kirleniyor, iklim değişiyor” biçimindeki feryadının arkasında, “aman benim kadar tüketme talebi olan nüfus artıyor, ben eskisi kadar refah içinde yaşayamayacağım” endişesini görebilmek olasıdır. 6 milyar insan, bugünün refah ülkeleri kadar tüketirse dünyanın bir felakete gideceği kesindir ancak bu felaketi önlemenin yolu “başkasına çok az tükettirerek ben çok tüketmeyi sürdürürüm” anlayışından mı geçmektedir?
Bu değerlendirme ışığında, toplumları, refahlarını sağlayacak koşullar konusunda bilinçli olan ve olmayan toplumlar olarak ikiye ayırabiliriz. Bilinçli toplumların bireyleri, gelecekte refahlarını sürdürebilmenin koşulunun, güçlü ve iyi organize olmuş, bağımsız bir toplumun bireyi olmaktan geçtiğinin ayrımında olan bireylerdir. Refahını sürdürebilmenin koşulları konusunda bilinçli olan toplumların bireylerinin en önemli özellikleri, ortak çıkarları doğrultusunda iyi örgütlü, karmaşıklaşan dünya olaylarını doğru yorumlayabilecek kadar iyi eğitimli, birbiri ile dayanışma içinde olabilen, rekabeti toplum içinden toplumlararası alana taşıyabilen, toplumlarının ortak çıkarlarına ters düşecek yanlış yönlendirilmelere kanmayacak kadar uyanık bireyler olmalarıdır. Bu bireyler, kendi ortak çıkarları doğrultusunda, rakiplerine karşı temelden yanlış olan bazı söylemleri ortak bir söylem olarak benimseyebilirler ve bu yanlışa inanıyor gözükebilirler. Çünkü bir yanlış söylem doğrultusunda rakiplerini kandırıp, eyleme gelince kendi çıkarları açısından doğrusunu uygulamak, sonuçta kendileri için olumlu sonuçlar verecektir. Bu toplumlar, rekabetin kıyasıya sürdüğü bir dünyada, toplumsal bağımsızlığın, bireysel özgürlüklerin önünde yer alabileceğini kabullenirler. Bu toplumlar için demokrasi, hep birlikte daha refah içinde yaşayabilmelerini sağlayacak yönetimleri ve toplumsal dokuyu kurabilmelerinin bir aracıdır. Bu tür toplumlarda bireyin özgürlüğü kısıtlanmıştır, örneğin bireyin eğitimsiz, işsiz, fakir birisi olmasının önüne geçilmeye çalışılır, yani bireyin bir dilenci olma özgürlüğü yoktur denilebilir. Birey, ait olduğu toplumun bağımsız olması uğruna bireysel özgürlüklerini geri plana iter. Toplum dikey değil, yatay yapılanmış olduğu için, bireylerin birbirlerinin altında kalarak ezilme özgürlükleri de kısıtlıdır.
Bireysel özgürlüklerin önde tutulduğu toplumlar ise, günümüzün acımasız dünyasında, geleceklerini kurtaracak toplumsal dayanışmayı bireysel özgürlüklerine feda eden demokratik toplumlardır. Bu tür toplumlarda toplumsal hedeflerin yerini bireysel hedefler almıştır. Toplum her bireyi farklı hedeflere yönelen, dağınık bir yapı kazanmıştır. Bu tür toplumların ortak özellikleri, bu toplumların bireylerinin, birbirlerini bireysel özgürlüklerinin önünde bir engel olarak görmeleri, bu nedenle birbirleri ile dayanışma içinde ortak amaçlar belirleyememeleri, birbirleriyle çatışmaya eğilimli olmaları, rekabeti kendi toplumları ile başka toplumlar arasında değil, kendi toplumlarının içinde birbirlerine yönelik olarak yaşamalarıdır. Yani rekabet duygusu bu tür toplumsal yapılarda toplumun dışına değil, içine yöneliktir. Bireyler bireysel başarı ve bireysel refah peşinde koşarlar, ortak refah kavramı ve paylaşım algısı gelişmemiştir. Bu tür toplumların kurumsal yapıları da toplumun çıkarlarını korumak amacına yönelik değil, bireylerin toplum içinde diğer bireylerden daha güçlü hale gelmelerine hizmet edecek biçimde yapılanmıştır. Eğitim ortak bir toplumsal amaca yönelik her bireyi belli bir düzeye yükseltmek amaçlı değil, bireysel başarılara odaklıdır, eğitim birliği ve bütünlüğü yoktur. Yani her konuda alabildiğine bireysel bir özgürlük ve çeşitlilik söz konusudur. Böyle bir toplumda yetişen bir bireyin gelecekte her şey olabilme şansı vardır, çok zengin de olabilir, dilenci de. Birey her an dikey yapılanmış bu toplumun en üstüne tırmanma ya da en dibine yuvarlanma özgürlüğünü tadabilir. Toplum bireyi belli bir yönde biçimlendirmeye çalışmaz. Birey özgürdür ancak özgür birey, bağımsızlığını yitirmiş bir toplumun özgür bireyidir. Böyle bir toplumun iyi eğitim alamamış, diğer bireylerle sürekli rekabet içinde olmaktan dolayı ortak bir değer dizgesi geliştirememiş olan bireyi, her an rakip bir toplumun söylemi tarafından kandırılma olasılığı içinde yaşar. Günümüz dünyasında doğruyu bulmak bireyleri aşan toplumsal bir çaba gerektiren karmaşık bir işlem haline gelmiştir. Özgür toplumun yalnız savaşçı biçiminde yaşayan bireyi ne kadar zeki olursa olsun, tek başına yanlışlar arasından doğruyu çekip çıkartma şansı her zaman bağımsız toplumun bireyinden daha düşüktür.
Bağımsız ve refah içinde yaşayan bir toplum olabilmek için, o toplumun bireylerinin dünyayı ve olayları doğru okuyabilecek bir zihinsel yeterlilikte, kolay kandırılamayacak derecede birikimli ve kültürlü olmaları gerekir. Doğru bilgiyi kendi toplumuna ait bireylerden saklamayacak ve onlarla paylaşması gerektiğinin bilincinde olan, ortak çıkarları doğrultusunda organize olabilen, kendi aralarında işbölümüne gidebilen ve ortak hedefleri doğrultusunda gücünü bir araya toplayabilen bireylerden oluşmuş olması gerekmektedir. Çok tüketim yapan gelişmiş bir ülkenin vatandaşı ile çok kısıtlı tüketim yapan bir ülkenin vatandaşını çevre ve iklim değişikliği ile ilgili duyarlılıkta aynı noktada buluşturan güç, bu iki toplumsal olgu arasındaki farklarda yatmaktadır. Az gelişmiş ülke bireyinin payına yüksek çevre bilinci ile düşük tüketim, çok gelişmiş ülke bireyinin payına ise aşırı tüketim ve refahını sürdürebilmek için rakip toplumları kandırabilme bilinci düşmektedir.
CUMHURİYET BİLİM TEKNOLOJİ EKİ 4.MAYIS.2012 TARİHLİ SAYISINDA YAYINLANDI
ÖTEKİLEŞTİRME KAVRAMI ÜZERİNE
Mutluhan İzmir
Psikiyatrist
Son zamanlarda özellikle CHP’li vekillerin, tam anlamadan sıkça kullandığı bir kavram olarak ötekileştirme söylemi, herkesin kendisine göre bir anlam yükleyerek kullandığı, kulakları tırmalayan bir söyleme dönüşmüştür. Öncelikle öteki olmadan öznenin var olamayacağını belirtmek gerekir. Çünkü özne diyalektik bir yapıdır ve diyalektik yapılar, kendilik ile ötekiliğin birbirleri ile sürekli yer değiştiren bir devinim içinde bulunmak zorunda olduğu yapılardır. İlk bulunduğu yeri terk etmemiş ve kendisine bu terk ediş nedeniyle belli bir mesafeden bakamamış bir kimse kendisini tanıyamaz. İlk konumumuzu terk ettikten sonra tutunacağımız tek yer, ötekinin bulunuyor olduğu yerdir. Sonra yeniden kendimize döneriz ama kendimizi daha çok anlamış olmamızı sağlayan bir yolculuk yapmış biçimde… Özne ve öteki, birbirinden hem ayrı, hem de sıklıkla birbirinin yerine geçen kavramlar olarak diyalektik kavramlardır. Bu diyalektiğin kurulamadığı durumlarda, özne ötekiler için bir nesne olacak, ötekiler de özne için birer nesneye dönüşeceklerdir. Öteki, öznenin aynasıdır. Bu ayna olmadan özne kendisinden ayrılıp kendisini göremez. Öznenin bu aynalama ilişkisinde, öteki tarafından haklarının tanındığını bilmeye ve görmeye gereksinimi vardır. Ötekilerin de özne tarafından haklarının tanınıp bilinmesine gereksinimleri vardır. Bu karşılıklı hak tanıma ilişkisi, birbirine saygılı insanlarla dolu bir toplum yaratmanın gereğidir. Ötekileştirme denilen şey olmadan, karşılıklı hak tanıma diyalektiğine dayalı, özne-öteki devinimi gerçekleşemez. Ötekinin olmadığı bir dünya, psikotik bir dünyadır. Psikoz, öznenin akıl sağlığının bozulduğu anlamına gelir.
Bu terimin kullanılmasından kasıt, insanların birbirlerine saygılı davranması ise, bu karşılıklı saygının yalnızca bireysel çaba ve içsel bir etkinlik olarak gerçekleştirilemeyeceğini belirtmek gerekir. Her birey bu içsel çabayı gerçekleştirse bile bu hedefe ulaşılamaz çünkü birbirine saygılı bireylerden oluşan bir toplum ancak o toplumun ekonomik olarak bağımsız olması ile olanaklıdır. Toplum, ekonomik ilişkilerin efendi-köle ilişkisini anımsattığı bir ekonomik yapı kazanmışsa, ne kadar ötekilere saygılı olmaya çalışırsak çalışalım, bunu hiçbirimizin başarma olanağı olmayacaktır. Ötekileştirme terimini sıkça kullananların eğer kasıtları insanların birbirlerine saygı duyarak, birbirlerinin hakkını tanıyarak yaşayacakları bir toplumu işaret etmekse, önce bu toplumun bağımsız ekonomik temellerini nasıl kuracakları konusunda toplumu aydınlatmaları gerekir. İkinci sınıf toplumsal roman jargonu kullanarak siyaset yapmak, CHP gibi, toplumumuza geçici bir dönem de olsa bağımsızlığın nasıl bir şey olduğunu yaşatmış olan köklü bir partiye yakışmamaktadır.
- Sağlıklı bir birey bilincinin gelişebilmesi için, insanların öncelikle 'ben' ve 'öteki' ayrımını yapabilmeleri gerekir. Ötekini kendisinden ayıramamak, oldukça sağlıksız bir ruhsal durumun ortaya çıkmasına neden olacaktır. Şizofreni, depresyon gibi psikiyatrik hastalıkların en başta gelen nedeni, ben ve öteki ayrımının sağlıklı biçimde yapılamamasıdır. Şizofrenide (ya da tüm psikoz tablolarında), öteki ve ben bir bütünlük oluşturdukları için paranoya durumu ortaya çıkar. Depresyonda ise, ötekinden tam olarak ayrılamamış olan benlik, kendisinin sahip olmadığı ama ötekinin sahip olduğu şeyler nedeniyle kendisini yetersiz hissederek depresyona girer. Bu nedenlerle, sağlıklı bir birey olabilmemizin ilk koşulu, ötekini ötekileştirebilmektir. Yani ötekileştirici bir dil kullanmamız kaçınılmazdır.
Ötekileştirme, sağlıklı olabilmemiz için bir gereklilik ise, sorun nereden kaynaklanıyor o halde?
Sorunun kaynağı, ötekini bir nesne haline getirip getirmediğimizle ilgilidir. Eğer öteki bizim için, bir insan bilincine sahip, en az bizim kadar haklara sahip olmasını doğal bulduğumuz bir özne bilinci olarak kabul görmekte ise sorun yaşanmıyor. Ama bunun tersine, ötekini bir nesne olarak görüyorsak, ona hiçbir hak tanımamak bize doğal geliyor.
Yani sorun ötekinin tarafımızca nesneleştirilmesi ya da nesneleştirilmemesi. Nesnelerin bazıları ile olumlu duygusl bağlar kurmamıza karşın, çoğuyla ya hiç duygusal bir bağ kurmayız, ya da bir kısmıyla olumsuz duygusal bir bağ kurarız. Eskiyen kalemini çöpe atmaktan dolayı üzülen pek az kişi vardır. Öteki bizim için çöpe atıldığında üzülmediğimiz bir kalem gibi nesne haline nasıl dönüşür?
İnsanlar, benliklerini kurarken aynı zamanda dış dünyalarını da bu bağlamda kurmuş olurlar. Zihnimizde gerçekleştirilen bu kurgu, başlıca iki dönemin etkisi altında biçimlenir: İmgesel ve simgesel dönemler.
Benlik algısı ya da 'ben' göstereni ile gösterilen yapı, imgesel dönemde ve simgesel dönemde oldukça farklı yapılarda biçimlenir.
Eğer bir insanın kimliği, daha çok imgesel dönemin etkisi altında kalarak biçimlenmiş ise, bu durumda o insan, yaşamında en baskın güç olarak yer alan mercii, öteki bilinci olarak ele alır. Birey, yaşamını yöneten ve yaşamındaki tüm kuralları belirleyen bu mutlak gücü ideal bir yapı olarak kafasında kurgular. Bu ideal öteki (büyük ÖTEKİ olarak tabir edilir) karşısında kendisini de o mutlak güce sahip ideal ÖTEKİnin en çok değer verdiği ideal bir benli olarak kurgular. Bu biçimde oluşan 'ben', ileri derecede narsisistik bir yapıdır ve idealize etmiş olduğu öteki ile kendisi dışındaki kimseye değer vermeyecektir. Bu durumda, mutlak güce sahip ÖTEKİnin dışındaki ötekiler, birer nesne olarak görülür birey tarafından.
Günümüzün neo-liberal tüketim toplumlarının bireyleri, kendilerine refah getireceğine inandıkları gücün dışında başka hiçbir ötekini saygı duyulacak özne bilinci olarak kabul etmemektedirler. Bu nesneleştirme süreci, ötekilere yönelik şiddeti kolaylaştıran, ötekileri yok edici olma eğilimini güçlendiren bir süreçtir. İmgesel kimlik, ikili karşıtlıklar zemininde dünyayı kurguladığı için, değerli ben, özne ben algısının karşısına, mutlak güce sahip olan ÖTEKİnin dışındaki ötekileri, değersiz öteki, nesne öteki karşıtlığını yerleştirir.
Nesneleştirmenin önüne geçebilecek en önemli etken, toplumun sağlıklı bir simgesel yapı altında organize olmasıdır. Simgesel yapı, toplumun bireylerini karşıtlıklar zemininde değil, farklılıklar zemininde, her biri farklılıklara sahip eşit bireyler olarak yerleştirir. Simgesel yapıda ÖTEKİ bir birey değil, bir kavramdır. Tüketim toplumlarında bu sağlıklı simgeselliği oluşturma olanağı yoktur, çünkü sermaye her zaman bir ÖTEKİni birey olarak yaşamımıza sokar ve toplumda sermayeye özgürkük getiren bir yapının dışında hiçbir simgesel yapının topluma hakim olmasına izin vermez. Bu nedenle bireyler, birbirlerinden farklı ama eşit haklara sahip birer simge olarak birbirleri ile iletişime geçemezler.
-Ötekinin psikolojisi, imgesel bir kimliğe sahip olan bir birey için söz konusu olmadığı için, ötekinin psikolojisini düşünmez. İmgesel kimlik sahibi birey için sadece kendisinin ve onun karşısında mutlak bir güç olarak bulunan ÖTEKİnin psikolojisi vardır, diğer ötekiler birer nesne olarak algılandıkları için onların psikolojisi söz konusu olamaz. Bir nesne olarak algılanmak tabii ki kimsenin hoşuna gitmeyecek, oldukça travmatize edici bir durumdur. Bu nedenle nesneleştirirlmiş ötekiler (bu terim ötekileştirme terimine göre daha uygun) psikolojik olarak oldukça ciddi sıkıntı içine gireceklerdir.
BİREYSEL ÖZGÜR İRADE YOKTUR ÖZGÜR TOPLUM İRADESİNİN BİREYİ VARDIR
MUTLUHAN İZMİR
Bugünlerde acaba çok mu post-modern kalmaya başladım endişelerinden beni, Bilim ve Ütopya’nın Aralık 2010 sayısında, sayın Sadık Usta’nın tanıttığı bir modernist düşünür kurtardı: Charles Fourier (s15-16). 1800’lerin başlarında Fourier şöyle yazmış: “Dağıtım sisteminin maskelediği şahsi özgürlüğün altında, aldatmaca ve halkın kurban edildiği anarşi yatmaktadır… Bireyciliğin belirlediği toplumsal yapı, ister istemez halkın ve yığınların aldatılmasını zorunlu kılacaktır. Devlet ise bu sistemi legalleştirmekten başka bir şey yapmamaktadır.”
Fourier, toplumun yapısının, bireyin yapısını belirleyen en önemli etken olduğunun altını çizerek, toplumsal gerçeklikten sıyrılmış bir bireysel iradenin varolamayacağını da ima ediyor. Bu satırlardan sonra ister istemez akla şöyle bir soru geliyor: Özgürlük bireysel bir olgu mudur, yoksa toplumsal bir gerçekliğin adı mıdır? Toplumsal bir kavramı yanlışlıkla birey için mi kullanmaktayız? Özgür birey aslında özgür bir toplumun gerçekliğini savunabilen birey midir? Günümüzde çok sıkça gündeme gelen ve günümüz demokrasilerinin olmazsa olmaz şartlarından birisi olarak sunulan bireysel özgürlük kavramının, bu sorular ışığında bir gözden geçirilmeye gereksinimi vardır. Çünkü bireyin özgürlüğü psikoanalitik açıdan sorunlu bir kavramdır ve bireyin (bu noktadan itibaren özne olarak geçecektir) bilinci, psikoanalitik açıdan, bilinçdışının sürekli müdahalesi altında kalan bir yapı olarak değerlendirilir. Öznenin bilinçdışı ise, öncelikle bize ilk olarak konuşmayı öğreten anne, aile ve yakın çevrenin söyleminin, sonra da içinde bulunduğumuz toplumun gerçekliğinin söyleminin yapılandırdığı bir yapıdır. Bireyi özne, anne, aile, toplum, toplusal kurumları da Öteki olarak tanımlarsak, öznenin bilinçdışına Öteki’nin söylemidir diyebiliriz. Çocuğu cezbeden vaat, “sen de hareketlerini tam kontrol edebilen, iyi konuşan, gördüğün ideal insan biçimleri gibi ideal bir biçime sahip olacaksın” vaadidir. Bu ilk vaat, insanın hayatı boyunca vaat peşinde koşmasının temelini oluşturur. İnsanlar ideal bir biçime kavuşacakları vaadinin peşinde koşarlar ömürleri boyunca. Özgür, mutlu, güçlü, gelişmiş, yetkin, güzel, kendinin kontrolünü tam olarak elinde tutan bir insan olacağımız vaadi. Bu vaadi bize sunan kimdir? En başta kendimiz sonra da propaganda.
Uygarlık bir ideal imgeler savaşıdır. Özne, ayna evresinde gelişen, yansıyan ideal imgeye hayran olup, onunla özdeşleşme saplantısından ömrü boyunca kurtulamaz. Yaşantısı boyunca özne, kendisine ideal bir biçimde görünen, bütünleşmiş, orantılı, yeterli, iyi organize olmuş, kontrol gücü yüksek görünen imgelere hayran olarak, onunla özdeşleşme arzusunun peşinden sürüklenecektir. Bu özdeşim girdabı, her yeni gelen imgenin, eskisinin etkisini alt edecek özellikler sunabilmesi durumunda sonsuza dek sürebilir. Uygar toplumlarda bireyin bilinçdışı, özellikle devletin ve özel sektörün elindeki medya-reklam gücünün propagandist söylemine ciddi oranda maruz kalmaktadır. Her iki söylem de bireyin bilinçdışının en hassas noktası olan, bütünleşmiş, tam güçlü, eksiksiz, ideal biçime ulaşma arzusunu kışkırtarak, bireyi bu arzusuna ulaştırma kandırmacasını körüklemektedir.
Atatürk, bu imgeler savaşını fark etmiş ve toplumun özgürlüğü, bağımsızlığı kavramlarını, bireysel özgürlük kavramının önüne koymuştur. Mustafa Kemal, bireysel özgürlük propagandasının toplumun bütünlüğünü dinamitleyeceğinin farkında idi ve bu propagandayı, emperyalist devletlerin hedeflerindeki toplumlara yönelik olarak bir silah olarak kullanabileceklerini de görmüştü. Hatay referandumunu kazandıran şey, O’nun öne çıkarttığı bu modern, ideal toplum imgesidir. Sömürgeci batılı güçlerle imge savaşında Atatürk öne geçmiştir. Ancak sonradan batılı güçler yine ön almışlardır. Örneğin Avrupa Birliği vatandaşlığı güncel cazip imgedir, bu imge aydınları bile cezbetmektedir.
Lacan, 'bilinçdışı Öteki'nin söylemidir. Bilinçdışının dilsel bir yapısı vardır; özne Öteki tarafından konumlandırılır' der (1). Öznenin Öteki tarafından dil yoluyla konumlandırıldığı yer, dil yoluyla örülmüş toplumsal ağın simgesel bir matriksinin içindeki bir konumdur. Lacan bu durumu şöyle bir benzetme ile açıklar: “Anne büyük bir timsahtır, ve sen kendini onun ağzında bulursun. Onu aniden uyararak, bu iri dişlerin senin üzerine kapanmasına neden olan etkenin ne olabileceğini hiçbir zaman bilemezsin. Bu annenin arzusudur.” (2- s 56). İleriki yıllarda annenin yerini toplum ve toplumsal yapılar alırlar. Keskin ve iri dişlerle dolu olan bu ağız bizi barındırarak koruyabilir, ya da arzusunun kurbanı da yapabilir. Hepimizin dünyaya gelişinin, bir arzunun yerine getirilmesi biçiminde bir nedeni vardır. Herbirimiz için, zevk, keyif, güç, intikam, ölümsüzlük, tam ve bütün olmak, yeterli olmak gibi arzular dünyaya geliş nedeni olur. Dünyaya gelişimizin nedeni olan arzuları arzulayan bireylerin içinde yaşadıkları toplumların koşulları bu arzuları da biçimlendirmektedir.
Lacan, annenin söylemini timsah çenesine benzetirken, toplumsal düzene uyum sağlamış, toplumsal düzenle barışık olan annelerin çocuğa aktarabileceği bir toplumsal simgeselliğin, yani özellikle annenin (ve çocuğun yaşamındaki diğer önemli ötekilerin) arzusundan arınmış, topluma ait bir lisanın, timsah çenesinin kapanması durumunda çocuğu koruyabilecek, çenenin tam kapanarak çocuğun keskin dişler altında ezilmesini önleyecek şey olduğunu belirtir (2- s 57-58). Bunun için de anadilinin toplumda saygın, birinci sınıf bir yeri olan annelerin dili olması gerekmektedir. Geleceğin annesi olacak kız çocukları, fikren, vicdanen özgürlüğü yakalayabilecekleri bir eğitim alabilmeli, kendi ayakları üstünde durabilecekleri, kimseye bağımlı olmayacakları bir güce ulaşarak, geleceklerini kurma şansları olmalıdır.
1) Lacan, Malcolm Bowie, Harvard University Press, Cambridge, 1991, s82
2) The Lacanian Subject, Between Language and Jouissance, Bruce Fink, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1995.
3) Between Philosophy and Psychoanalysis, Lacan’s Reconstruction of Freud, Robert Samuels, Routledge, New York, 1993. S 75-76
PATOLOJİK YAS
Yas tablosu, bir değerin kaybı ya da kayıp tehdidi sonucunda ortaya çıkar. Yitirilen bu değerlerle ilgili olan duyguların, yatırımların ve bağlantıların asılı kaldıkları boşluktan yeni bir değere yatırılma sürecinin gözlendiği bir süreç olma açısından kişi
için önemli dinamik anlamlar taşır. Yitirilmeleriyle birlikte yas sürecini başlatan bu değerler somut düzeyde (insan, eşya, para gibi) olabileceği gibi soyut düzeyde de (düşünce, gelenek, alışkanlık gibi ) olabilir. (1). Bu yazıda bu değerlerin hepsi birden nesne olarak adlandırılacaktır. Kaybın yaşandığı andaki kişilik organizasyonunun düzeyi ile kaybı yaşayan kişinin yitirilen nesne ve hayatındaki diğer önemli nesnelerle ilişki kurma özellikleri, yas tablosunu biçimlendirir. Yani yas tablosu kişinin yalnız o andaki güncel durumu ile ilgili değildir. Boşlukta kalan duygular, bağlantılar ve yatırımların yeni bir nesneye mi, yoksa kaybı yaşayan kişinin kendisine mi yöneleceği sorusunun yanıtını belirleyen de yine aynı etkenlerdir (2).
Yitirilen nesne ile kurulmuş olan bağlar, kişinin gelişimsel dönemlerindeki nesne ilişkilerinin özellikleri ile renklenir, çünkü kişi yasını tuttuğu ve yitirmeden önce kendisi için önemli olan bu nesne ile ilişkilerini daha erken dönem nesne ilişkilerinden taşıdığı materyaller zemininde kurmuştur (3). Eğer daha erken dönemlerdeki nesne ilişkilerinde belirgin saplanmalar, engellenmeler ve duraksamalar varsa yas dönemi, güncel ilişkilere yansıyan bu sorunların tüm çıplaklığı ile yas çalışması bağlamında kolayca ele alınarak düzeltilebileceği bir çalışmaya zemin hazırlayabilir. Yitirilen nesne aracılığıyla geçmişteki nesne ilişkilerinin ele alınıp işlenmesi, kişilerarası ilişkilerde yaşanan zorlukların temelinde yatan ve başka bir dönemde daha zor ulaşabileceğimiz önemli çatışmalara bizi kısa yoldan ulaştırarak, nesne reprezantasyonlarının ve self reprezantasyonlarının daha sağlıklı biçimde düzenlenebilmesine olanak sağlar(3).
Freud, hem yas tutma, hem de depresyonda kayıp insana(ya da şeye) bağlı kalmak için yapılan narsisistik özdeşimi tanımlamıştır (2). Kayıptan sonra girilen bu narsisistik özdeşim süreci, yitirilen nesne ile daha önce kurulmuş olan ilişkilerin içeriklerinin, kaybı yaşayan kimsenin içindeki yitirilmiş kişinin reprezantasyonuna yatırıldığı bir süreçtir ve oldukça dinamik bir dönem olarak gözlenir. Bu özdeşim ve yatırım sürecinin süresi, yitirilmiş nesne ile kurulmuş olan ilişkilerdeki ambivalansın ve bağımlılığın düzeyi ile belirlenir. Yitirilen nesneyle ilişkilerde ne kadar çok ambivalans varsa, benlik algısında düşmenin ön planda olduğu ve normal yas sürecine ek olarak çeşitli psikiyatrik semptomların klinik tabloya eklendiği, patolojik yas reaksiyonu olarak adlandırılan (4) tablonun, kayıptan sonra görülme olasılığı da o kadar fazladır. Bu dönemin önemli bir özelliği yitirilen nesnenin anılarıyla olan yoğun uğraşın dış dünyaya yönelik ilgi eksikliğine yol açmasıdır (1).
Yitirilen nesne ile kurulmuş olan ilişkide ambivalans ve bağımlılık ön plandaysa kayıp nesnenin süregelen reprezantasyonu abartılı bir görünüm kazanır (1). Bunda kayıp yaşanmadan önce ayrışma – bireyselleşme sürecinin tam olarak yaşanamamış olmasının da önemi büyüktür. Ambivalan zeminde sevmek, yitirilen kişiyi içinde korumak ya da saklamak, nefret etmek ise yitirilen kişiyi yok etmek anlamına gelir. Bağımlı ilişkiden dolayı, kayıptan önceki dönemde de self ve nesne reprezantasyonları birbirinin içine girmiş durumdadır. Yitirilen nesnenin reprezantasyonundan narsisistik özdeşim yoluyla gelen yüklü duyguların introjeksiyonu her iki nesnenin reprezantasyonlarının birbirine daha da karışmasına yol açar. Bu karmaşa doğru orantılı olarak gerçeği değerlendirmede bozulmayla kendisini gösterir. Bu nedenle yas döneminde nörotik depresyondan psikoza kadar geniş bir yelpazede klinik görünümlerle karşılaşabiliriz.
Daha önce yitirilen nesneye yatırılmış olan ancak şimdi yas sürecinde olan kişinin içinde olan abartılı sevgi,çeşitli savunmalarla korunmaya,abartılı nefret de çeşitli savunmalarla yok edilmeye çalışılır (1). Duygusal yükü ağır olan bu introjekt ile sürekli uğraşma durumu değişik yoğunluktaki obsesif ruminasyonlar biçiminde gözlenebilir.
Yas çalışması, kişinin self reprezantasyonları ile yitirilen nesnenin reprezantasyonlarını sağlıklı olarak ayırmaya yönelik olarak introjektin özümsenmesini amaçlar ve son hedef ise çeşitli düzeylerde bozulmus olan gerçeği değerlendirme işlevinin düzeltilmesidir. Bu süreç aynı zamanda yas sürecindeki kişinin iç dünyasında entegrasyon yapabilmesine de olanak verir.
Olgu 1
Otuz altı yaşında, ortaokul mezunu, ev hanımı, iki çocuklu hasta sekiz ay önce babasını yitirmesinin ardından uykusuzluk, genel bir dağınıklık, davranışlarında tutarsızlık, para harcamada kontrolsüzlük, telaş hali, ani ve kontrolü dışında gelen ağlama nöbetleri nedeniyle son altı aydır kullanılan antidepresan ve antipsikotik ilaç tedavilerinin sonuç vermemesi ve bir kez hospitalizasyondan yarar görmemesi üzerine kliniğimize başvurdu.
Hastanın klinik gözleminde kendisine bakımının bozuk olduğu, çevresindekilerle ilişki kurmakta zorlandığı ve hiçbir etkinliğe katılamadığı görülüyordu. Genellikle dalgın ve düşünceli idi ama psikiyatrik görüşmelerde kayıplarla ilgili spontan ve oldukça akıcı konştuğu gözleniyordu.
Hasta sekiz yıl önce o sırada ilişkisinin oldukça kötü olduğu eşini yitirmişti. Eşinin içkiye ve kadınlara düşkünlüğünü bilerek evlenmişti ve son dört yıldır bu gergin evliliği ayrı odalarda yatarak sürdürüyorlardı. Ayrı odalarda yattıkları için ölümünü geç farketmişti ve bu yüzden eşinin ölümüyle ilgili olarak kendisini suçluyordu. Eşinin öldüğü gün yaptıkları şiddetli kavgada hasta eşine bağırarak ölmesini istediğini söylemişti ve arkasından gelen ölüm ise bu fantazinin somutlaşmasına yol açmıştı. Eşinin ölümünden sonra babası hastanın geçimini sağlamayı kabul etmeyince hasta kayınpederinin koruması altına girmişti. Fakat evin geçimini sağlama gerekçesi ile eve gidip gelen kayınpederinin kendisine cinsel tacizde bulunması ve hastanın bu durumu saklamak zorunda kalması sonucunda kendisine bakmadığı için hasta babası-na yoğun bir öfke duymaya başlamıştı. Bu duygular içinde babasın yitiren hastanın kendisini suçlaması pekişmişti.
Tedavide yeniden gündemlenen nesne kayıpları ile ilgili yaşantılarda suçluluk duygusunun ele alınması yeterli oldu. Bu hastanın erken nesne ilişkilerine bakıldığında kocasının ölüm anına dek nesne ilişkilerinin kalıcı olduğu, ilişkilerde sürekliliğin korunmuş olduğu ama bu ilişkilerde bağımlılığın ve hastanın kendi verdiği kararların sonucunda ortaya çıkan durumlardan ötürü çevresini suçlayıcı tutumunun belirgin olduğu görülüyordu. Hastanın büyüdüğü aile , geçimini büyük bir çiftlikten sağlayan , maddi olarak rahat, paternal merkezli ve kalabalık bir aileydi. Baba ve ailedeki önemli erkeklerin beğenisini kazanmak için hasta çocukluk ve gençliğinde sürekli olarak kızkardeşleri ve ailenin diğer kadınları ile yarış içine girmişti. Babası ile olan ilişkisi, sevginin elde edilmesi ve bağımlılıktaki özellikler açısından preödipal dönem özelliklerini taşıtordu ve evliliğe de sanki ödipal çatışmalara ve babasına bağımlılığına bir acting-out tarzında olmustu. Hastanın kişilik gelişimi incelendiğinde bir sonraki olguya göre göreceli olarak daha ödipal dönem özelliklerine uygun olarak bütünleşmiş kendilik ve nesne reprezantasyonlarının olduğu görülüyordu. İd, ego ve süperego belirgin ruhsal yapılar olarak tümleşip esas savunma işlevi olarak bastırma yarılmanın yerine geçtiği için bu hasta gerçek depresyonda görüldüğü kadar ağır derecede suçluluk duygusu yaşıyordu.
Hastanın patolojik yas tablosunu birinci kayıptan sonra değil de ikinci kayıptan sonra yaşamasının nedeni, baba ile sağlıklı olarak yaşanamamış ayrışma – bireyselleşme sürecinin getirdiği duygusal olarak çok yüklü nesne reprezantasyonuyla baş edebilmek için hastanın pregenital döneme regrasyonuna bağlıydı. Hasta bu regresyon nedeniyle ilk kayıptan sonra yaygın olarak kullanma olanağını bulduğu bastırma savunmasını kullanamaz duruma gelmiş ve yarılma daha ön plana çıkmıştı. Yarılma, klinik görünüme atipik psikoz belirtileriyle yansımıştı ve bu nedenle hastaya antipsikotik tedavi de verilmişti.
Olgu 2
Kırk iki yaşında, kadın, ortaokul mezunu, memur, evli ve dört çocuklu hasta, iki yıl önce annesini yitirmesinin arkasından günde üç – dört kez bayılma, ilişkilerinde kontrol edemediği bir öfke, midesinde sallanan bir yumruk hissetme, çevresindeki insanların tutumlarıyla ilgili referansiyel algılama, rüyasında gördüğü olayların ertesi gün gerçekleşeceğine inanmak ve evliya olduğunu düşünmek, evde bir metre boyunda kara çarşaflı bir kadının yürüdüğünü görmek ve kapı gıcırtısı biçiminde sesler duymak gibi belirti ve yakınmalarıyla kliniğimize yatırıldı. Hastanın bayılma yakınması ilk kez annesi ile tartışmasının arkasından olmuştu ve babasının ölümü ile sıklığı yılda bir-iki kezden ayda birkaç bayılmaya çıkmıştı. Kliniğimizde de gözlenen bayılma konversif nitelikte idi ve EEG bulgusu saptanmadı.
Son bir yıldır uygulanan karbamazepin, haloperidol ve çeşitli antidepresan tedaviler sonuç vermemişti. Bu hasta ailesinin üç kızının üçüncüsü idi ve ailede tüm çocukların kız olmasından dolayı oluşan düş kırıklığı sürekli gündemde kalmıştı. Bu düş kırıklığının ardından doğurduğu son çocuğa bakamayan anne, hastayı doğumundan yedi yaşına dek ayrı bir şehirde yaşayan hastanın anneannesine bırakmıştı. Anne-anne hastayı, yanında kaldığı sürece sürekli olarak, anne ve babasının kız olduğundan dolayı kendisini terkettikleri yönünde işlemişti. Yedi yaşında anne ve babasının evine dönen hastaya babası, bir yandan sevgisinin karşılığında ondan erkek gibi giyinip davranmasını beklediğini hep vurgulamış, diğer yandan da hastanın saçları zor yıkanıyor gerekçesiyle kızı 14 yaşına gelinceye dek banyoya birlikte girmişti. Hastanın 14 yaşında saçlarını dibinden kazıtarak tepkisini göstermesi ile banyoya babanın girmesi son bulmuştu. Babasının zoru ile evlenmiş ve dört erkek çocuk dünyaya getirmişti. Hasta, iyi çocuk olma çabası karşısında babası tarafından sürekli itildiğini ve annesi tarafından da sürekli kıskanıldığını hissetmişti. Ölümünden önceki son günlerinde geçmişte yaptıklarından ötürü annesi kendisini affetmesini istemiş ancak hasta annesinin yalvarmalarına karşın onu affetmemişti. Hasta için önemli olan bu iki nesnenin kayıplarından sonra ilkel savunmalar ve yarılma ile birlikte grandiöz self öne çıkmıştı ve projeksiyon, day-dreaming gibi savunmalar da yetersiz kaldığında anksiyete ile başa çıkmak için konversif disosyasyonlar gerekebiliyordu.
Bu olguda da yedi yaş öncesinde anneannenin telkinleriyle anne-babasına karşı olumsuz duyguların pekişmesi yoluyla çözülemeyen ödipal dönem, pregenital özelliklerle renklenmişti. Bu olgunun kişilik yapı taşlarını oluşturan nesne ilişkileri önceki olguya göre kesintili ve nesnelerle selfin kendi içlerinde entegrasyonlarını zorlaştırıcı öğeler taşıyordu. Entegrasyon eksikliği nedeniyle bu hastada borderline kişilik organizasyonunun özellikleri olan ayrışmamış self ve nesne reprezantasyonları yanında iyi-kötü ayırımı sürmekteydi. Bu durum süperegonun oluşmasını ve sağlıklı işlev görmesini engellediğinden dolayı hasta suçluluk duygusu yaşamıyordu. Hasta halen içe alma – yansıtma bağlantılarını kullanmakta olduğu için içe almış olduğu kötü imajları hızla dışa vurmaktaydı ve böylece paranoid bir tablo ön plana çıkmıştı.
İyi ve kötünün ayrı tutulup iyilerin şişirilerek kötüleri örtme gereksinimi de kendisini evliya hissetmek biçiminde bir grandiöz self oluşumuna yol açmıştı. Hasta, annesinin ölümünden sonra görmeye başladığı bir metre boyundaki kara çarşaflı ka-dın görüntüsünün, tedavi sürecinin sonlarında aslında annesinin ruhu olduğunu ve artık ruhun evden gitmiş olması gerektiği için o görüntüyü bir daha görmeyeceğini söylemişti. Bu görüntü, sanki ölümünden önce annesine hissettiği nefreti birşeyin üzerinde tutma gereksinimini gideren ve Volkan'ın tanımlamış olduğu bir linking fantazi(5) olma özelliğini taşımaktaydı.
Birinci olguda olduğu gibi bu olguda da patolojik yas tablosu tam anlamıyla ikinci kayıptan sonra ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni, ilk kayıptan sonra sağlıklı olarak yaşanmamış olan yas sürecinin ikinci kayıpla agreve olması yanında her iki olguda da yitirilen ikinci nesneye hastaların ambivalan duygularının belirgin biçimde fazla olmasıdır. Ambivalansın kayıptan önce yaşanan olaylar nedeniyle ilkel dönemlerle kıyaslanacak derecede öne çıkması her iki olguda da yas sürecinin normal gidişinden çıkarak komplike olmasına ve patolojik yas reaksiyonu oluşmasına yol açmıştır. İlk hasta da baba ile, ikinci hastada anne ile kurulmuş olan ilişkiler erken dönem nesne ilişkilerinin özelliklerini taşıdıklarından dolayı temel güven-güvensizlikçatışması ayrışma – bireyselleşme bağlamında bu ilişkilerin temel sorununu oluşturuyordu.
Bu iki olguda görüldüğü gibi patolojik yas tablosu kişilik organizasyonunun gelişim düzeyiyle ve geçmişteki nesne ilişkilerinin nitelikleriyle biçimlenmektedir. Her iki olguda yas çalışması sürecinde ambivalans ve bağımlılık gibi çeşilatli nedenler-le bütünleştirilemedikleri kendilik ve nesne reprezantasyonlarına yitirilen nesne üzerinden çalışılarak ulaşma olanağına kavuştular. Bütünlüğün sağlanması sonrasında kazanılan gerçeği değerlendirme işlevi her iki olguda da kendisini çarpıcı bir biçimin-de antipsikotik tedaviye gerek göstermeden atipik psikotik tablonun ortadan kalkması ile gösterdi. Bu iki olgu bize özellikle atipik psikoz tablosu gösteren hastalarda patolojik yas reaksiyonunun dikkatle araştırılması gerektiğini göstermiştir. Patolojik yas reaksiyonunun ayrımının yapılarak yeniden yaslandırma çalışmasının başlatılması hem zaman, hem de maddi olarak önemli kayıpları önlemenin yanında hastaları sağlığına kavuşturabilmenin de tek yolu olarak görünmektedir.
Kaynaklar
1. Çevik A, Volkan VD:Depresyonun Psikodinamik Etyolojisi. Depresyon Monografları Serisi. Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 3: 109 – 122, 1993.
2. Freud S. (1917): Mourning and Melancholia. Standart Edition,Hogart Press London, 14 : 237 – 258, 1957.
3. Volkan Vd: Primitive Internalized Object Relations. A Clinical Study of Schizophrenic, Borderline and Narsisistic Patients. International Universities Press, New York, 1976.
4. Volkan VD: The linking objects of pathological mourners. Archives of General Psychiatry 27: 215 – 221, 1972.
5. Volkan VD: Linking Objects and Linking Phenomena: A study of the Forms, Symptoms,Metapsychology and Therapy of Complicated Mourning. International Universities, New York, 1981.
POSTMODERNİZM ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE
HEPİMİZ PİERRE RİVİERRE’İZ, YAPI OLMADAN BİRER HİÇİZ
Yapı, yapısalcılık, post-yapısalcılık, modernizm, postmodernizm ve dil evreni; belirgin hale getirilmesi zor, insanı çok yanıltabilecek, herkesin kendi penceresinden baktığı konular. Bu karmaşa içinde nasıl bir tutum takınacağız? Kendimizi bu karmaşanın içinde nereye koyacağız? Alan Sokal’ın Şakanın Ardından adlı kitabı, yapı ortadan kalktığında karşımıza nasıl bir saçmalık çıktığını yüzümüze tokat gibi vuran bir kitap. Şunu belirtmek gerekir ki, yapı dendiğinde yapısalcılar gibi tek bir yapının, doğrunun temsilcisi olan evrensel geçerliliği olan tek bir yapının kastedilmediğini vurgulamak gerekir. Her yerde her zaman diliminde geçerlilik taşıyan bir yapıdan çok, yapı kavramı ile bireyin içinde bulunduğu değişen ve farklılaşmış yeni gerçekliklerin getirdiği yeni koşullara özneyi uygun biçimde yerleştiren bir yapıyı anlamak daha doğru olur. Bu açıdan tek bir doğru yapının peşinde koşan yapısalcılık ile yapıyı bütünüyle bir kenara koymaya çabalayan post-yapısalcılığın aslında benzer bir noktada buluştukları söylenebilir. Bu nokta, değişen koşullar içindeki bireyin temel gereksinimine uygun bir yapının biçimlenmesinin önünde bir engel oluşturmaktır. Temel gereksinim, insanın ezilmesinin somut gerçekliğini insanın en temel gerçekliği olarak almaktır. İnsan gerçekliği, insanın kendisini ezebilecek bir çevrenin içine doğması ve insanların kendilerini ezilmekten koruyacak bir yapıya gereksinim duymalarıdır. Bu yapı yoksa insanlar ezilmekten kurtulabilmek için bireysel şiddete başvurarak güç elde etmeye çabalayacaklardır.
Yapı, Efendi-Köle diyalektiğini, eşit bireylerin ilişkisine çevirebilecek bir yapı olmalıdır. Kartezyen özneyi ve Kant’ın doğruyu bilen öznesini merkezi yerinden eden Hegelci yaklaşım, yapıyı gerekli hale getirir. Kantçı bilen özne yoksa ve eğer yapı da yoksa özne doğru ile yanlışı nasıl ayırabilecektir? Hepimizi Pierre Riviere olmaktan ne alıkoyacaktır? Bunu sadece doğruları belirleyen bir yapı sağlayabilir. Yapı içinde yer almayan özne, içsel doğasını serbest bırakarak varoluş yaratır ama bu da pek insani bir durum yaratmaz. Sarup, Deleuze ile Guattari’nin önerdikleri siyasetin amacının insanoğlunun özgürlüğüne, insanın arzu duyan bir hayvan olması anlamında geri dönmek olduğunu vurgular (140). Oysa Hegelci açıdan insan, ötekiler tarafından bir insan olarak haklarının tanınmasına arzu duyan bir varlıktır, hayvani arzularını bu nedenle kontrol altına almaya çabalar. Deleuze ve Guattari, dolaysızlığa, doğaçlamaya, yabanıllığa, içtenliğe ve aracısız bir arzuya konu olan simgesel (toplumsal yapı) öncesi imgesel aşamayı yüceltirler. Foucault, iktidar adı altında Nietzscheci biçimde yapıyı eleştirir ve iktidar (yapı) çıldırtır derken, tüm yapının yerle bir olduğu şizofreni durumunun bir çıldırma durumu olduğu çelişkisini izah edemez. Foucault, Aydınlanma’nın tarihsel açıdan miadını doldurmuş olduğuna inanır. Ancak Aydınlanma devriminin etkisiyle, daha önce köylerde yaşayan ve üretim toplumunun bir parçası olarak o toplumsal yapının içinde bulunan, ama bu yapının çözülmesi ile birlikte Aydınlanma devriminin de bir yapı sunmakta yetersiz kaldığı dönemlerde, gerek kırsalda gerekse şehirlerde toplanan kitlelerde, yapının dağılarak toplumun anomik bir durum kazanması ile birlikte insanlarda şiddete eğilim ve akraba katli olayları artmıştır. Yani yapı çözüldüğünde geriye insan adına pek bir şey kalmamaktadır. Aslında konuşmak zorunda olduğumuz için ve konuşurken de kaçınılmaz olarak birtakım metaforları kullanmak zorunda kaldığımız için, iktidarın etkisinden bütünüyle kurtulmamız olanaksızdır çünkü metaforların anlamını belirleyen merci iktidardır. Foucault söylemlerin zaten başlı başına birer iktidar olduğunu dile getirirken metaforla ilgili bu kaçınılmaz gerçeği bir yandan vurgular ancak bundan nasıl kaçınacağımız ile ilgili hiçbir şey söyleyememektedir. Foucault, tahakkümün temellerinin üretim ilişkilerinde, sömürüde ve devletin örgütlenmesinde bulunduğu gerçeğine yeterince sıcak bakmayarak serbest piyasacılığın insanı gözetim altında tutan panoptikonunu aklama eğilimindedir ve kendisiyle de çelişir. Bu açıdan özgürlük aslında çok derin bir köleliği ya da dehşet yaratan eylemlere eğilimi serbest bırakmaktadır. Foucault ve Lyotard ısrarla her türlü genel kuramın reddedilmesi gerektiğini ileri sürerler ama neden artık genel bir kuram olamayacağını temellendirecek genel bir kurama gereksinim duymaları gülünesi bir durumdur (Sarup 156). Bu nedenle Sarup bu düşünürleri haklı olarak siyasal açıdan birer yeni-muhafazakar (neo-con) olarak nitelendirir (221). Toplum, üretim ilişkileri açısından sömürülüyorsa ve ekonomik olarak bağımlı ise, bu toplumun ürettiği gösterenleri kullanan bireyin alabildiğine bağlanmış olduğunu gözden kaçırır. Bu nedenle Sarup’un belirttiği gibi (122), Foucaultcu görüşte iktidar neredeyse metafizik bir ilkedir ve sınıfsal baskılar ile sömürü düzeni ortadan büyülü biçimde yok edilmişlerdir. Metafizik bir güce karşı insanların direnci zaten baştan kırılır, bu da Foucaultcu bir teslimiyettir. Sarup de bu durumu, “kuşkusuz direniş, Foucault’nun çalışmalarında gerçekte fazladan bir kategoridir” diyerek vurgular (124). Bir insanın hem metaforları kullanması hem de iktidarın etkisini sıfıra indirebilmesi olanaksızdır. Hem hümanizmaya karşı olarak öznenin sorumlu ve özerk bir yapı olmadığını kabul edip hem de insanın herhangi bir yapıdan bağımsız ve özgür olmasını savunduğunuz zaman insanların doğru eylemi nasıl belirleyeceklerini, birbirlerini ezmekten ve acı çektirmekten nasıl uzak durabileceklerini söyleyebilmek olanaksız hale gelmektedir. Değişen şey, insanın ezilmesinin somut gerçekliği değil, bu gerçekliği yaratan koşullardaki değişimdir. İnsanları refaha kavuşturma ve kölelikten kurtarma hedefi ile yola çıkan modernizmin başarısız olma nedeni, amaçladığı hedefin yanlışlığı ya da bu iddialı hedefi gerçekleştirebilecek öznenin ortaya çıkışının olanaksız oluşu değil, sömürme ve sömürülmenin yok edilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun en önde gelen nedeni ise, kültürde beynelmilel olmayı ama sermayede yerel olmayı savunarak yola çıkmış olan modernitenin sonradan bunun tam tersini yaparak sermayede küreselleşme, kültürde yerelleşmeyi savunur hale gelmesidir. Post-modernizm aslında bu hatanın sonucudur, yani bir geriye dönüştür ve post modernizmin de en büyük çelişkisinin temelidir. Yerelliği öne çıkartan ama özcülüğü eleştiren post-modernizm bu noktada çelişkiye düşer. Çünkü kaçınılmaz olarak yerel olan özselleştirilecektir, yani belli bir insan topluluğunun özü olarak kabul edilecektir. Bu durum, özcülüğü eleştirirken özcülük çıkmazına düşen post-modernizmin en büyük çelişkisidir. Madan Sarup şöyle der: Derrida ve Foucault gibi post-modern kuramcıların birçoğunun anlamadığı şey, yapı ile öznenin birbirlerine bağlı kategoriler olmalarıdır. Dengeli bir yapı düşüncesi, gerçekten de kendisinden ayrı sayılması gereken bir özneye bağımlıdır. Bu yüzden, özneye yapılacak toptan bir saldırının gerçekte baştan aşağı yapıyı da altüst etmek anlamına geleceği görülebilir (post-yapısalcılık ve postmodernizm, 10). Yapısöküm türünden yeni yaklaşımlarla karşılaşıldığında, böylesi yaklaşımların yeni bir sosyalist düzenin kurulmasına mı yoksa yalnızca burjuva sınıfının yeniden canlanıp baskısını başka bir görüntü altında dayatmasına mı yarayacağı sorusunu yanıtlamak oldukça zordur (age 85). Eagleton ise şöyle söyler: yapısöküme ilişkin olarak övünülerek ortaya atılan pek çok yeni izlek, burjuva liberalizminin en yaygın birtakım başlıklarını yeniden üretmenin ötesine geçememiştir (age 87).
Kant’tan esinlenen Lyotard’ın postmodern yüce okumasının vardığı nokta, gerçek dünyayla ilintili olmayan, dünyaya yönelik bir sorumluluk taşımayan, yaşama dair konulardan bütünüyle uzak duran bir siyaset oluşturmasının yanı sıra aşırı bilişsel bir kuşkuculuk görüşüne karşılık gelmektedir (Sarup 218).
Habermas yaşamın bütünlüğünün parçalandığını düşünür, bu nedenle de bilişsel, ahlaksal ve siyasal söylemlerin birbirlerine olduklarından çok daha fazla yaklaştırılmaları gerektiğini ileri sürer (Sarup 218). Bu öneri, modernizmin yarattığı yabancılaşmanın, yerelliğin, hep şimdiki zamanda tutsak olmanın getirdiği dağınıklığı alt etmeye yöneliktir. Çünkü modenlikten postmodernliğe geçişle birlikte yerelliğin öne çıkması nedeniyle öznenin yabancılaşmasının yerini öznenin parçalanmışlığı alır. Parçalanmış özne, eğer bir yapının içine giremezse, yaşamı anlamlandıramaz, bir dizgeye oturtamaz ve bir Pierre Riviere’e dönüşür. Bu nedenle çağımızda tarikatlara, mistik anlatılara yöneliş yoğunlaşmıştır. Bireyler geçmiş ve gelecekten kopuk biçimde sürekli olarak şimdide, şimdi ve burada (hic ad nounc) yaşarlar. Bu postmodern durum ise, Jameson’ın belirttiği gibi, tüketim kapitalizminin mantığını yineleyerek pekiştirir (Sarup 257). Postmodernizmin ortaya çıkışı, günümüzün çokuluslu kapitalizminin ortaya çıkışıyla çok yakından ilintilidir (Sarup 258). Post yapısalcılar dağılmış özneyi toparlayacak her türlü bütünlüklü yapı önerisine karşı çıkarlar (Sarup 264).
Modernizm en başta tümel özne gerektirir. Oysa tüketim evreni tikel, bireyci ve bencil bir özne yaratır. Tümel özne ile tikel bireyin kullandıkları dillerdeki gösteren-gösterilen ilişkileri farklıdır. Tümel özne için toplumun bir başka bireyi, dayanışma içinde olacağı, birlikte üreteceği, karşılıklı birbirlerinin haklarını kabullendikleri, birbirlerine saygı duydukları bireydir. Tikel birey ise başka kişileri kendisine tehdit ve rakip olarak görür. Bunun çözümü psikolojik ya da sosyolojik değil, ekonomik altyapının değişmesi ile olanaklı olabilir. Modernizm ancak sömüren ve sömürülenin ortadan kalktığı bir durumda uygulanabilecek bir model iken, modernizmin temelleri tüketimin sağladığı refaha oturtulmaya çalışılmıştır. Bu durum, modernizmin sloganlarını, simgelerini ve hukukunu, tüketimi güvence altına almaya çalışan bir modelin yarattığı olumsuzlukların göstergeleri haline çevirmiştir. Modernizm, belli bir coğrafyadaki bireyler için hedeflediği kölelikten kurtarma hedefini, başka coğrafyalardaki insanları köleleştirme yoluyla gerçekleştirmeye soyunduğu için başarısızlıklar yaşamıştır. Sömürülenin acı çekmesinin yanında sömüren toplumlar da üretimden kopmanın getirdiği yabancılaşmanın pençesine düşerek birer sorun yumağına dönüşmüşlerdir. Modernizmin uygulayıcısı olan toplumlar, bir üretim toplumu olmaktan koparak tüketim toplumuna dönüştüklerinde, üreticilerin emeğini sömürerek yaşamak durumunda kalan dev şehirlerde devasa asalak kitleler ürettikleri için, modernizmin ruhuna ters bir hedefe ulaşmışlardır. Tüketim yoluyla refah aramak, dünyayı yuvasında anne ve babasının getireceği besinleri ağzı havaya açık bekleyen yavru kuşlar gibi edilgen ve bağımlı bireylerle doldurmuştur. Bu özne, modernimin hedeflerini gerçekleştirebilecek özne değildir. Yanlış ekonomik temele oturan aydınlanma devrimi, kendisini doğru biçimde uygulayabilecek olan özneyi yok ederek, kendisini yok edecek özneyi yaratmıştır. Bu nedenle modernizm hiçbir zaman, özüne uygun biçimde tam olarak icra edilmiş bir model olmadığı için, aslında post-modernizm de havada kalmaktadır ve post-modernist kimlik, aydınlanma felsefesine saldırma eğilimi gösteren fırsatçılar için iyi bir kılıf haline gelmiştir.
Eğer ki postmodernizm ve post-yapısalcılık bir durum tespiti ise, saptadıkları şeye –insanın güncel trajedisini ortaya çıkartan modernizmin yanlışlıkları- sonuna kadar katılıyorum. Yani üretimden kopan, sömüren ve sömürülen, kendisini ait hissettiği bir toplumun içinde yaşayamayan ve yabancılaşmış insanın zavallılığını ve gerçekliğinin fetişlerle dolu bir hayal dünyasına dönüşmüş olmasının getirdiği zavallılığın saptanması ve insanların yüzüne vurulması gereklidir. İnsanlara, siz kendinizi daha gelişmiş, ilerlemiş, hep daha iyi bir noktaya doğru gitmekte olan kişiler sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz ve yanıltılıyorsunuz, bu yanılsama sizin edilgen birer tüketim makinesi haline dönüşmüş olduğunuzu gözlerden saklayabilmek için yaratılıyor, diyebilmek gerekir. Ancak post-modernistlerin ve post-yapısalcıların çözümsüzlük hissi yaratan, nihilizm ve pasifizm üreten, ölümü tek kurtuluş olarak sunan, ama aslında insanlığın tek kurtuluşu olabilecek ortak bir zeminde birlikte mücadele etme azmini kıran yaklaşımlarının da sonuna kadar karşısında olmak gerekir. Örneğin Sim Derrida’yı, yüzünü sonradan gösteren baskıcılık, nihilizmin dönemsel havası, tekbencilik ve sessiz kalma güdüsü biçiminde tanımlar (age 88). Roseneau, yapıyı yapısalcılar gibi, post-modernistler gibi tanımlarsak yapı, insanın müdahale edebileceği bir şeyin ötesinde bir değişmezlik gücü taşıyan bir biçime dönüşür diyerek, yapısalcılığın, post-yapısalcılığın ve post-modernistliğin insanları sürüklediği kaderciliği gözler önüne sermiştir. Zaten post-modernizm açıkça, düzene karşı girişilecek olan her türlü siyasi faaliyetin boşuna olduğunu, çünkü bu mücadeleyi verecek düzeyde olayları doğru algılayıp doğru hedefe koşacak bir özne yapısının olanaksız olduğunu öne sürmektedir. Bu iddianın en büyük dayanağı ise içinde bulunduğumuz dünyayı modelleyerek anlayabildiğimiz ve bu modellemenin de kullandığımız dildeki, aslında anlamları sabit olmayan göstergeler yoluyla yapıldığıdır.
Anomik hale gelen, yapısı çöktüğü için bireye bir anlam veremeyen toplumların bireylerinin ne hale geldiklerini görebilmek için annesini ve kardeşlerini öldüren Pierre Riviere vakası iyi bir örnektir. Bu kişi, 19 uncu yüzyılın ilk yarısında, anababa (akraba) katli olaylarının sık rastlandığı Fransa toplumunun bir bireyidir. O dönemde hukukçuların akli dengesinin bütünüyle yerinde olduğunu iddia ettikleri Riviere, yalnızca bir köy eğitimi almış olmasına karşın yaptıklarını ayrıntılı olarak ve çok mükemmel bir dille yazmıştı. Fransa’nı 19 uncu yüzyılın ilk yarısında geçirdiği bu anomik toplum yapısının, yapıyı çökertirken, Freud’un Totem ve Tabu adlı eserinde belirttiği baba ve ana katli fantezisine geri dönüşe yol açtığını düşünmemek elde değildir. Yapının çöküşü böyle bir birey fenomeni yaratır. Levi-Strauss’un dediği gibi toplum ensest yasağına temellenmiştir (Yapısal Antropoloji, 80). Ensest yasağının nedeni ise, bireylerini baba ve ana katli fantezisinden kurtarmaktır. Çünkü bütün toplumlar, Lacan’ın fallus olarak adlandırdığı ve anne-çocuk, baba-çocuk bütünlüğü biçimindeki Hegelci bir kendine yeterli bütünlükten kopartılarak, eksik biçimde yaşama zorunluluğu içinde kaldığı için öfke ile dolu olan bireylerden oluşmuştur. Bu öfke bireyi ve toplumu yıkıcı bir etki gösterdiği için toplumların önceliği, bu öfkeyi dizginleyecek bir yapı oluşturarak bireyi de bu yapının içinde sağlam bir yere oturtmaktır. Bireye yapının içinde verilen konumun ve yapının dilde karşılıkları vardır. Toplumsal yapı ve bireyin konumu bu nedenle dildeki gösteren-gösterilen ikilileri biçimindeki anlamlı birimlerle ifade edilirler. Dilin iki zincirini oluşturan gösteren (söz) ile gösterilen (anlam) zincirleri aslında Lacan’ın belirttiği gibi, ikincisi birincisinin altında serbestçe kayabilecek bir ikili yapı oluştururlar ve aslında herhangi bir gösteren, herhangi bir gösterileni işaret edebilir. Ancak bu serbest kayma durumu karmaşaya ve yukarıda belirtilen akraba katli durumuna yol açtığı için, toplumsal yapı bir ana sabit gösterge oluşturarak, birbirinin altında serbestçe kayan bu iki zinciri, sabit ana göstergenin çıpa görevi görmesi sayesinde birbirinin karşısında sabit biçimde duran bir konuma getirir. Böylece yapı sayesinde toplumun kullandığı dil, bireylerine toplusal yapı içinde anlamlı bir konum vererek onların yerlerini bilmelerini ve toplumun diğer bireylerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini gösterme görevini yerine getirir. Bu biçimdeki yapıya sahip olan ve bireye anlam verebilen toplumlar aynı zamanda bireyin fallus halini yitirmişliğinden kaynaklanan yoksunluk durumunu da telafi edebilen bir etki yaratarak onun eksiklik duyguları ile baş edebilmesini de sağlarlar. Dilin bu sağlıklı yapısını bozan en önde gelen psikiyatrik hastalık şizofrenidir ve şizofrenide her gösteren her gösterilenle eşleşebilir duruma gelerek yeniden gösterilen zincirinin gösteren zinciri altında serbestçe kaymasına neden olduğu bir tablo yaratır. Bu nedenle, Deleuze ve Guattari’nin şizofreniyi özsel bir durum olarak gösterme çabaları oldukça sorunludur. Bu sorun, Deleuze ve Guattari’nin bazı toplumsal yapıları şizofrenik olarak adlandırmaları ve bireysel olanı siyasal olanla eş tutmalarından kaynaklanır. Çünkü şizofreni, gösteren ile gösterilen arasındaki her türlü ilişkinin koptuğu bir durumu göstermesi nedeniyle hiçbir yapının kurulmasına izin vermeyen bir zemin yaratır ve bireysel olan da hiçbir zaman ötekilerin anlamlandıramayacağı bir şey haline gelemeyeceği için siyasal olanla eş olamaz. Yine bu yazarların bilinçdışını iktidara karşı bir silah olarak görerek şizofreninin bu silahın ortaya çıkartılmasına en uygun bir zemin olduğunu öne sürmeleri de sorunludur çünkü şizofrenide gösteren ile gösterilen arasında sabit bir ilişki kalmadığı için bilinç ile bilinçdışı arasında da bir ayrım kalmamıştır. Yani yapıyı bozarak bilinçdışını serbest bırakmak, devrimci bir gelişime yol açmaz, tam tersine bir hastalığı ortaya çıkartacaktır. Nitekim bu hastalıklı hal, günümüzde postmodern toplumların bireylerinde şüphecilik, yabancılaşma, şiddet eğiliminde artış, psikiyatrik sorunlarda artış biçiminde kendini göstermektedir. Bu yazarların simgesele (dile, yapıya ve topluma) geçişi bir yitirme olarak gördüklerini, bu anlamda yapıya ve topluma girişi bir trajedi olarak gördüklerini belirtir Sarup (post-yapısalcılık ve postmodernizm 140). Bu nedenle imgesele dönüşü (yani şizofreniyi) baskıcı rejimlere karşı devrimci bir silah olarak ortaya koyarlar ancak şizofrenik dünya, baskıyı ve baskının kaynağını algılayabilecek derecede sağlıklı bir tutum takınılamayacak derecede hastalıklı bir dünyadır. Bu dünyada bilgi çoktur ama anlam yoktur. Örneğin medya, belli bir şeyi gösteren ve donmuş bir anlamı imleyen imgenin içine bizi hapseder, geçmişi bugünde eritir. Baskıyı algılayamayacak bir yapının baskıya karşı bir tutum takınmasını beklemek safçadır. Ya da bu durum birçok kişinin vurguladığı gibi, postmodernizmin baskı altındaki bireyleri baskıcı yapıya uyumlu hale getirme biçimindeki gizli ve kirli gündeminin kanıtıdır. Sonuçta Deleuze ve Guattari’nin baskıcı rejimlerle bir tuttukları Ödipal dönemin ve egemen kodun etkisi altına (Ödipal hapishane) şizofrenide girilmeme durumunun nedeni şizofrenide ortaya çıkan bilinçli bir isyan eğilimi değil, böyle bir çatışmanın içine girilemeyecek derecede zaafa uğramış olmaktır. Sokal’ın kitabında belirttiği saçmalıkların nedeni de bu şizofrenik duruma eğilimden kaynaklanır. Şizofrenlerle çalışan kişilerin şahit oldukları en önde gelen şey, şizofreninin insanlara verdiği derin acıdır ancak deleuze ve Guattari’nin şizofreniyi insanı özgürleştiren, sorumsuz, yalnız ama neşeli bir insan haline getiren bir etken olarak tanımlamaları (aktaran, Sarup 142), şizofreniyi hiç tanımadıklarının kanıtıdır. Bu yazarların yaklaşımı Sarup tarafından, sınıf mücadelesini müzeye kaldıran katıksız bir Nietzscheci idealizm olarak nitelendirilmiştir (age 143).
POSTMODERNİZMİ NASIL ELEŞTİRMELİ?
MUTLUHAN İZMİR
Postmodernizm ile ilgili bir önceki yazıma gelen postmodernizmi postmodern bir dille eleştirdiğim eleştirilerinin birleştikleri nokta, bireyi ilişkilerin simgesel evreni, yani dilin evrenindeki yeri içinde tanımlamaya itiraz ile ilgili idi. Ancak bu noktada Marks’ın, insanın kendisini emeğinin ürünü kadar bilebileceği saptamasını anımsamakta yarar vardır. Ürettiği ürün ile doğrudan ilişki içinde olmayan birey için ise kendini tanımlayabilmenin tek yolu, toplumsal simgeselliğin içindeki yerini bilebilmektir. Marks bu konuya şöyle yaklaşır: “İnsanoğlu dünyaya elinde aynayla, ya da ‘ben benim’ diyen Fichteci bir filozof olarak gelmediği için, kendisini önce başka insanlarda görür ve tanır” (64). Yani insan kendisini bilebilmek için bir ayna ilişkisine gereksinim duyan bir varlıktır; bu ayna ya emeğin ürünüdür, ya da ürün ile bağ kopmuşsa ve yabancılaşma varsa toplumun aynasıdır.
Emeğinin ürünü ile doğrudan ilişki içinde olamayan insan, yani kullanım değerinden çok değişim değerinin ön planda olduğu bir toplumda yaşayan insan için kendini tanımlayabilme, bir değer oluşturma sorunudur. Bu bağlamda Marks, üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve genel olarak entelektüel yaşamın niteliğini belirler der (91). Ancak ürüne yabancılaşma durumunda, insanın duyuları ve algıları, oluşan değerin niteliğini doğrudan algılamakta yetersiz kalır. Marks bu konuda şöyle söyler: “Emeğin ürünlerinin, metalar haline, niteliklerinin duyularla hem kavranabilir hem de kavranamaz toplumsal şeyler haline gelmelerinin nedeni, üreticilerin emeğinin ürünü ile doğrudan değil, emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki dolayısıyla ilişki kurabilmesidir” (82). Yani bu noktada insan kendisini toplumsal yapı yoluyla dolayımlayarak anlayabilir: “Emek kendisini ancak değişim eyleminin yarattığı ilişkiler ağı aracılığı ile dışa vurur. Bu değerdir” (Marks 83). “…metaların değerinin salt toplumsal bir gerçeğe sahip olduğunu aklımızdan çıkartmaz ve bu gerçekliği, yalnızca, özdeş bir toplumsal özü, yani insan emeğini ifade ettiği ya da taşıdığı sürece kazandığını göz önünde bulundurursak, değerin, ancak, metaın meta ile toplumsal ilişki içerisinde kendini gösterebileceği sonucuna kolayca ulaşmış oluruz (Marks 59).
İnsanların dünyası bütünüyle fiziksel şeylerle sınırlı olsaydı işimiz çok daha kolay olacaktı. Ancak Marks’ın fetiş kavramında belirttiği gibi toplumsal evren fiziksel evrenden farklılaşmış durumdadır. “Fiziksel şeyler arasında fiziksel bir ilişki vardır. Ama metalarda bu farklıdır. Metaların varlığı ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada, insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor (Marks 82). Bu âlemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar âleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye, ben, fetişizm diyorum” (Marks 83). Yani insanın gerçekliğinin, fetişin işin içine girmesiyle birlikte hayali (imgesel) bir gerçekliğe dönüştüğü gerçeği ile yüz yüzeyiz. İnsan ile ilgili tanımlamayı yaparken, karşımızda hayal dünyasının esiri olmaya eğilimli, fiziksel evrenden kopmuş olan bir varlık bulunduğunu göz önüne almak gerekir.
Meta, madde, emek ve değişim değerinden oluşur (Marks 55). Değişim değerinin işin içine girmesi ile birlikte, bu değeri belirleyen toplumsal ilişkiler olduğu için meta, fiziksel evrene değil simgesel evrene aittir. Simgesel ilişkilerin, yani dil evreninin ve dildeki metaforların oluşturduğu toplumsal yapının içinde bir değişim değeri varsa meta vardır (Marks 53). Marks şöyle devam eder: Simgesel evrende değişim değeri olmayan bir değer, imgeseldir ve meta değildir (53, 83). Değer yalnızca, meta ile toplumsalın ilişkisi içinde kendisini gösterebilir (59). “Metaların değer olarak varlığı tamamen toplumsal olduğu için, bu toplumsal varlık ancak kendi toplumsal ilişkilerinin toplamıyla ifade edilebilir ve bunun sonucu olarak değerlerinin biçiminin, toplumsal olarak kabul edilen bir biçim olması zorunludur” (Marks 77). Yani bu iki paragrafın özeti şudur: eğer insanlar kendi dünyalarının içinde bulunan bir eşyayı, benliklerini ya da ötekileri tanımlarken, tanımlamak istedikleri şeyi toplumsal evrenin simgeselliğinde (dil evreninde) sağlıklı bir yere oturtamazlarsa yaşamları tümden hayali (imgesel) bir gerçekliğin içine kayar. Emeğinin ürününe yabancılaşmış ve fiziksel evrenden kopmuş insanı hayali bir dünyaya mahkûm olmaktan alıkoyacak yegâne şey sağlıklı bir toplumsal yapının kurduğu simgesel evrendir.
Simgesel evreni oluşturan şey, toplumsal işbölümüdür (Marks 54). “Metaların içlerinde somutlaşan yararlı emek, her birinde nitel olarak farklı olmadığı sürece, kullanım-değerleri, birbirlerinin karşısında meta olarak duramazlar. Ürünleri genel olarak meta biçimini alan bir toplulukta, yani bir meta üreticileri topluluğunda, her biri kendi hesabına çalışan tek tek üreticilerin bağımsız olarak yürüttükleri yararlı emekler arasındaki bu nitelik farkı, karmaşık bir sistem, bir toplumsal işbölümü oluşturacak biçimde gelişir” (Marks 54). Bu karmaşıklık insanı tanımlarken muallâk bir dil kullanılıyor gibi görünmesinin nedenidir. Sonuçta karmaşık bir dizgenin dolayımlanması yoluyla, hayali bir boyuta düşmüş, önyargılarla yaşayan bir varlığı tanımlamak durumundayız.
Metaları eşdeğer hale getirmekle, metalarda somutlaşan emeği eşitlemiş oluruz. Emek bir birim değildir ama farklı türden metalarda somutlaşana emekler bir birim haline gelir. Yani kendisi bir değer olmayan ama değer yaratan emek, nesne biçiminde somutlaşır (Marks 62). Bu açıdan meta, değeri yansıtan bir aynadır, emeğin de aynasıdır. “Değer ifadesinin sırrı, yani her tür emeğin genel anlamda insan emeği oldukları için eşit ve eşdeğer bulunmaları, insanların eşitliği düşüncesi, halkın önyargıları arasında yerleşmedikçe çözümlenemez. Yalnızca metaların değeri ifadesinde bir eşitlik ilişkisi bulmuş olması bile, Aristoteles’in dehasının parlaklığını göstermektedir. Bu eşitliğin temelinde gerçekte neyin bulunduğunu (her emeğin eşit insan emeği olması) ortaya çıkarmaktan onu alıkoyan tek şey, içinde bulunduğu toplumun özel koşullarıdır (köleliğin bulunması)” (Marks 71). Demek ki içinde yaşadığı toplumun yapısı, yani simgeselliği, yani dil evreni, Marks’a göre Aristo’nun bile gerçekliğini belirlemiştir. Yani emeğin değer ölçütü olabilmesi, insanları eşit tutan bir dizge (yapı) varsa olanaklıdır. Bu açıdan postmodernizm-modernizm ayrımını eğer insanları eşit tutma-tutmama temelinde yapacaksak, öncelikle insanların içinde bulundukları yapının ne olduğunu anlamak durumundayız. Marks’ın vurguladığı gibi, “Metaların mistik özelliği, onların kullanım değerinden doğmuyor” (81). Mistik bir ortamdan yakınıyorsanız, bunu gidermenin yolu kullandığınız dilden önce, değişim değeri ile ilgili sorunu çözmektir. Bu nedenle postmodernizmin mistik yanını doğuran şey kullanılan dil değil, değişim değerinin yarattığı hayal dünyasıdır. Artık tarlasında buğday üreten fiziksel evrendeki insanla değil, imgesel ile simgesel arasında uçuşan fetiş evreninin insanınla yüz yüze olduğumuzu hiç unutmamamız gerekir. Cin çoktan şişeden çıkmıştır ve tüketimin gazına bastığımız sürece de cin güçlenmektedir. Postmodernizme bu gözle bakılmazsa tüm düşün evrenini postmodern ilan etmek kaçınılmaz olacaktır.
Kaynak:
Marx, Karl, Kapital-Birinci Cilt, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 10. Baskı, Ankara, 2011.
PRİMER SÜREÇ DÜŞÜNCESİ, MİZAH VE NASREDDİN HOCA
Hazırlayan: Dr. Mutluhan İzmir, Psikiyatri Uzmanı
Mizah, hayatın zorluklarının, sorunların, dertlerin, kaygıların bir tür anlatılış biçimidir. Bir insan derdini mizah yoluyla da anlatabilir, Nasreddin Hoca'nın sıkça yaptığı gibi. Nasreddin Hoca'nın mizah tarzının çok özel bir tarafı vardır, aşağılayıcı, küçük düşürücü, öfkelendirici, ayrımcı değildir Nasreddin Hoca'nın mizahı. Güçlü olup da zulüm uygulayanları her zaman eleştirir, güçsüzün yanındadır hep, fırsatçıların, ikiyüzlülerin, bencillerin bu özelliklerini ustaca kurgulanmış bir mizah yoluyla onların yüzüne vurur, kızdırmadan düşündürür ve utandırır. Nasreddin Hoca'nın güldürerek eleştiren tarzı, herkesi şapkasını önüne koyarak düşündürten bir etki yapar, eleştirdiği özellikleri, kendisinin özellikleriymiş gibi göstererek karşısındakine ayna tutar, onu dinleyenler aslında kendilerinin eleştirilmesine güldüklerini sonradan anlarlar. Eleştirirken aşağılamayan, küçümsemeyen, saldırgan olmayan bir tarza sahip olması nedeniyle de eşine az rastlanacak özgün bir tarz sergiler. Mizah bir savunma düzeneğidir, Nasreddin Hoca'nın kullandığı haliyle de çok gelişmiş, olgun bir savunma düzeneğidir. Bu derece olgun bir savunma düzeneği kullanarak hayatın eleştirisini, toplumsal ve kişisel eleştirileri yapmak da, eğer Nasreddin Hoca diye bir şahıs yaşamışsa onun ne kadar sağlıklı, olgun bir kişiliğe sahip olduğunu, yok eğer Nasreddin Hoca yaşamamış da toplumun yarattığı bir şahsiyet ise o toplumun ne kadar sağlıklı ve olgun olduğunu gösterir.
MİZAH VE RUH SAĞLIĞI İLİŞKİSİ
Bir insanın içinde bulunduğu duygusal durum onun ruhsal olarak sağlıklı olup olmadığına dair bize önemli ipuçları verir. Geniş bir duygu yelpazesi içinde, ömrümüz boyunca günlük yaşamımızın bir parçası olan ve her bireyde her an az ya da çok bulunan tek duygu anksiyete, yani kaygı, endişe, strestir. Kaygı, içsel koşullardan kaynaklanabileceği gibi dış etkenlerin etkisi ile de yaşanabilir. Bizzat hayatın zorlukları ve gerçekleri kaygı ve sıkıntı yaratıcıdır. Sınav kaygısını az ya da çok yaşamayan kimse yoktur. Gün içinde icra ettiğimiz her eylem öncesinde az ya da çok performans kaygısı yaşarız. Bazen dış koşullar, savaş, doğal afet, ekonomik kriz gibi durumlarda çok ağırlaşabilir ve buna paralel olarak bireyin kaygı düzeyi de artar. Belirgin dış koşulların yarattığı kaygı artışları bu koşulların içinde bulunan herkes için kaçınılmazdır, bu koşullardaki bireyler başa çıkma yöntemlerinin gücüne göre kaygıları ile iyi kötü başetmeye çalışırlar. Ancak bireyin kaygı ile başa çıkma yöntemleri iyi değilse ya da belirgin bir dış koşul olmadan içsel koşullardan kaynaklanarak süreklilik gösteren bir kaygı artışı yaşıyorsa bu durum sağlıklı bir ruhsal durumun sürdürülmesine ve güçlü bir kişilik sergilenmesine büyük bir engel teşkil eder. Hayatında belirgin bir dış stres nedeni olmayan ve genetik, biyolojik zemini normal olan ortalama bir bireyin sağlıklı olarak tanımlanabilmesi, öncelikle onun kaygı düzeyine ve bununla nasıl başa çıktığına bağlıdır.
Kaygı başta olmak üzere tüm duyguları, yaşamı aksatmayacak bir düzeyde tutabilmek, bazen de bu duyguları itici gücün yakıtı haline getirebilmek için kullandığımız araçlara savunma düzenekleri denir. Eğer bir bireyin kullandığı savunma düzenekleri bu amaca hizmet ederse o birey mutlu, sağlıklı bir birey olur. Ancak kullanılan savunma düzenekleri kaygı düzeyini düşürmekte yetersiz kalırsa birey ruhen sağlıksız ve mutsuz bir birey haline gelir. Savunma düzenekleri etkin ve güçlü ise mutluluk, neşe, rahatlama gibi olumlu duygular daha çok yaşanır, aksi takdirde kaygı başta olmak üzere olumsuz duygular daha çok yaşanır. Yani bir bireyin kullanıyor olduğu savunma düzeneklerinin incelenmesi, onun kişiliğinin ne derece sağlıklı olduğuna dair bize ciddi bir bilgi verir.
MİZAH VE PRİMER SÜREÇ DÜŞÜNCESİ
Mizah, sağlıklı bir ruh hali yaratan, insanı neşelendirerek kaygılarını azaltan, olgun bir savunma düzeneğidir (1). Mizahta insanların hoşuna giden ve güldüren bir yaratıcılık söz konusudur, bu nedenle mizahın, primer süreç düşüncesi ile yakından ilişkili olması nedeniyle, diğer olgun savunma düzeneklerinden farklı bir tarafı vardır. Sigmund Freud, Mizahın Psikolojisi adlı kitabı ile yaratıcılık ve primer süreç düşüncesi arasındaki bağlantıyı araştırmıştır (2). Freud'ün çalışmalarını devam ettiren Arieti, mizahdaki yaratıcı süreci şöyle açıklar (3):
1. Primer süreç mekanizmaları ve hatalı oldukları için bir kenara itilmiş bilişsel süreçler, yaratıcı kişinin kullanımına hazır durumdadırlar.
2. Bunların arasından yaratıcı kişi, geçici olarak sekonder süreç düşüncesine uyuyormuş izlenimi verenleri seçer. Dinleyici geçici olarak kandırılmış gibi olur ve bu benzerliğe güler.
Primer süreç düşüncesini orijinal biçimiyle ilk kez Freud, “rüyalarda kullanılan süreç” olarak tanımlamıştır. Sonradan, yaşamın ilk yıllarında da kullanılan bir süreç olduğunu saptadığı için bu düşünce tarzına “primer süreç düşüncesi”, erişkinlik yıllarında daha çok kullanılan düşünce tarzına da “sekonder süreç düşüncesi” isimlerini vermiştir. Freud, daha sonra rüyalarla, bilinçdışının serbest enerjisinin aynı ilkelerle çalıştığını saptamıştır. Biliçdışının serbest enerjisinin primer sürece uygun olarak yönetildiğini, yani çevrenin ve mantığın gerçeklerine uymak zorunda olmadan en hızlı biçimde boşalmak için toplanabildiğini ve yer değiştirebildiğini belirtmiştir, bu durum nevrozların oluşumunda da gözlenir (4).
Düşünceyi somut ve soyut düşünce olarak ikiye ayıran Goldstein'ın somut düşünce olarak adlandırdığı düşünce tarzı, primer süreç düşüncesine karşılık gelmektedir (5). Somut düşünen kişi, o anda edinmiş olduğu deneyim ya da yüzleşmiş olduğu durumun içine hapsolmuştur, soyut düşünce kullanan kişi ise anlık deneyimlerin dışına çıkarak özel sorunların üstesinden gelebilir. Goldstein'a göre şunları gerçekleştirebilmek için soyut düşünce gereklidir:
1. Kendi irademizle olayları yorumlayabilmek,
2. İrademizle bir duruma birçok değişik açıdan bakabilmek,
3. Bir durumun değişik cephelerini birarada ama birbirinden ayrı kalacak biçimde tutabilmek,
4. Önümüze gelen bir bütünlüğün özünü kavrayabilmek ve bu bütünlüğü parçalara ayırdıktan sonra parçaları ayrı tutabilmek,
5. Genellemeler yapabilmek, yani ortak özellikleri bularak bu yolla soyut kavramlar oluşturabilmek,
6. Kendimizi dış dünyadan ayırabilmek için.
Primer süreç düşüncesi kullanan kişi, somutlamaya yatkın olduğu için bu olumlu özellikleri kullanamaz, bu nedenle de sekonder sürecin kullanılması ile ortaya çıkan gelişmiş Aristotelian mantık yerine ilkel paleolojik mantık ön planda kullanılmaya başlanır, bu durum psikozlarda da gözlenir. 1 ile 4 yaşlar arasında kullanılan mantık da palelojik mantıktır, paleolojik mantık benzerlikler üzerine kurulan özdeşimlere bağlı olduğu için kimliklerde karmaşaya neden olur. Paleolojik mantık özellikleri büyük oranda von Domarus ilkelerine göre açıklanır (6): normal kişi yalnız özdeş konular temelinde kimliği yapılandırırken, paleolojisyen özdeş benzerlikler temeline kimliği oturtur, benzerliklerin sınırsızlığı gibi kimliklerin de sınırsızlığı sözkonusu olur. Örneğin benzer bıyığa sahip olmak, paleolojisyenin bıyığın sahiplerini aynı insan olarak özdeşleştirmesi için yeterlidir. Freud de, B nesnesinin özelliğini taşıyan A nesnesinin rüyada B olarak veya A ile B'nin birleşimi olarak görüldüğünü söylemiştir. Freudyen sembolizm von Domarus ilkelerine dayanır: örümcek-anne, dışkı-para, baba-kral, yılan-penis, cüzdan-vajen gibi. Görünüm ve davranış benzerlikleri kalite özdeşimi, yer ve zaman benzerliği ise bitişiklik-yakınlık özdeşimi olarak adlandırılır. von Domarus ilkesinin tersi de paleolojik düşüncede geçerlidir: eğer A'nın bir özelliği B'ye benzemiyorsa A ile B tamamen ayrı şeylerdir sonucuna varılabilir.
Şiirde de temayı güçlendirecek benzerlikler bulma çabaları vardır. Bu gibi sanatsal etkinlikler ve mizahta, sanatçı önce primer süreç grubunu oluşturur ve bu gruptan birbirinin yerine koyacağı elemanları seçer. Bu gibi sanatsal etkinliklerde hastalıklı düşünce oluşumundan farklı olarak bu eylem bilinçli olarak yapılır, özdeşleştirme tam değil kısmidir, yer değiştirme gerçek nesneden sembolik olana değil, sembolik olandan gerçek nesneye doğrudur ve nesneler ayrı ayrı bireyselliklerini korurlar. Yapılan özdeşleştirme değil kıyaslamadır.
NASREDDİN HOCA VE MİZAH
Nasreddin Hoca'nın mizahi yeteneği, primer süreç düşüncesinin ustaca ve bilinçli biçimde kullanılmasının, somut düşünce ile soyut düşüncenin ustaca harmanlanmasının ve sembolizmin mizahi kullanımının üstün örnekleri ile doludur. Kendisini bizzat tanımasak da, onun kişiliğinde, kültürümüzün hoşgörüsünü, en yıkıcı ve sarsıcı olayların bile gülünecek bir yanını bulup ortaya çıkartması ile yaşama gücünü diriltmesini, haksızlıklara boyun eğmeden nüktedanlıkla karşı gelmeyi, zulmü ve zalimi ince ince eleştirmesini, açgözlülüğe ve sömürüye karşı aldığı tutumu, ince bir mizah yeteneği ile ortaya koymasını gözlemliyoruz. “Kazanın doğurduğuna inandın da öldüğüne neden inanmıyorsun” diyerek fırsatçılığı ince ince karşısındakinin yüzüne vururken kullandığı sembolizasyon, kazana canlı, doğurgan bir özellik yüklerken primer süreç düşüncesinin kullanılış biçimi, Nasreddin Hoca'nın, veya aslında gerçekte böyle bir karakter yaşamadı ise de yaratılmış olan bu karakterin nezdinde, Anadolu Türklerinin ortak bilincinde yaşayan, bütünleştirici, hoşgörülü, şiddetten uzak, zalimi eleştiren, insani özelliklerin kanun ve kurallara kurban edilmesinin önüne dikilen insancıl yapısının, izlerini gözlüyoruz. Nasreddin Hoca'nın mizahı, kin ve nefret gütmeyen, eşitlikçi, bütünleştirici, paylaşımcı bir sağlıklı yapının, hayatın zorlukları ile başa çıkmak için ürettiği sağlıklı bir başa çıkma yöntemi olarak daha fazla incelenmeyi haketmektedir. Nasreddin Hoca tiplemesi bu nedenle, “Barbar Türkler” yakıştırmasına belki en güzel cevaptır ve kültürümüzü sığ ve değersiz bulanları da içinde boğabilecek derinliktedir.
KAYNAKLAR:
1. Comprehensive Textbook of Psychiatry; Harold I. Kaplan, Benjamin Sadock;
Williams-Wilkins,1989; Ch 6, Normund Wong, 356-4
2. Arieti S: From Primary Process to Creativity. The Journal of Creative Behaviour 12(4):231-2, 1977
3. Age s 225-246
4. Freud S: The Interpretation of Dreams, Butler and Tanner Ltd., London, 1954. s.146, 235-6, 260
5. Goldstein K: The Organism, American Book. New York, 1939: s 55-65
6. von Domarus E: The Specific Laws of Logic in Schizophrenia, Language and Thought in Schizophrenia: Collected Papers Berkeley: University of California Press. 1944 s 104-114.
PSİKANALİZ NEDEN SİYASİ BASKI ALTINDA?
Mutluhan İzmir
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, “özgür” dünyanın entelektüel alanını da kontrol etmek için bir operasyon yapmıştır. Parayı Verdi Düdüğü Çaldı- CIA ve Kültürel Soğuk Savaş adlı kitap bununla ilgili somut örneklerle doludur. ABD’nin kendisine tehdit olarak gördüğü akımları kendisine uygun hale getirmek için yaptığı faaliyetleri anlatan Fransa’da radikal solun CIA destekli tasfiyesi adlı makale (http://medyascope.tv/2017/04/29/sartrea-karsi-foucault-fransada-radikal-solun-cia-destekli-tasfiyesi/) bu konuda oldukça bilgilendiricidir:
“Gerçek şu ki darbelerden, suikast planlarından, yabancı hükümetlerin el altından manipüle edilmesinden sorumlu olan CIA yalnızca teorinin gücüne inanmakla kalmamış; bazılarının şimdiye kadar üretilen en çetrefilli ve derin teori olarak gördüğü teoriyi hatmetmeleri için bir grup ajanı görevlendirmiş ve bu iş için önemli miktarda kaynak ayırmıştır. 1985’te yazılan ilginç bir araştırma makalesi Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında küçük değişikliklerle yayımlandı ve CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan ve Roland Barthes’ın isimleriyle özdeşleşen karmaşık, uluslararası çapta yankı uyandıran Fransız Kuramı’nı (French Theory) mercek altına aldığı ortaya çıktı. İstihbarat Servisi; kültür ve teoriyi dünyada ABD çıkarlarını korumak için konuşlandırılan en önemli silahlardan biri olarak görüyor.”
Lacan’ın kuramının CIA değişikliğe uğratmadan önceki halini merak etmemek olanaksız. CIA Lacan’ı ile yetinmek kolaycılıktır. Bu kolaycılıktan kaçınarak Lacan’ın kuramının ABD açısından en hoşa gitmeyen yanını ortaya koymak gerekirse, CIA etkisi sonucunda Lacan’ın kuramından Simgesel yapı dışlanmış, dönüştürülmüş ve öznenin gelişiminde tek önde gelen etkenin “dil” olduğu algısı güçlendirilmiştir. Bunun sonucunda Simgesel yapının İmgesel kayıt dönemi tarafından yutulması sonrasında Lacan’ın kuramı, içinde yaşadığı çevreden kopuk, yaşamını sürdürmek için hiçbir mücadeleye ve üretim etkinliğine gerek duymayan edilgen bir öznenin sığ psikolojik yaşamını anlatan basit bir denkleme indirgenmiştir.
“Komünistlerin faşizme direnişi ve savaşın kazanılmasında oynadıkları rol dolayısıyla –İstihbarat Servisi’ni son derece rahatsız edecek bir biçimde- solun entelektüel alanı tekeli altına aldığının altı çiziliyor. Nazi ölüm kamplarına verdiği destek; yabancı düşmanlığına, eşitsizliğe ve faşizme dayalı gündemi dolayısıyla sağın halkın gözünden düşmesine rağmen (CIA böyle söylüyor), raporu hazırlayan isimsiz ajanlar gözle görülür bir keyifle yaklaşık olarak 1970’lerin başından itibaren sağın geri döndüğünden bahsediyorlar.
Daha açık olmak gerekirse, gizli kültürel savaşçılar, entelijansiyanın şimşeklerini ABD’den SSCB’ye çeviren “çifte hareket”ten övgüyle bahsediyorlar. Sol cephede, Stalinizm ve Marksizm’den yavaş yavaş soğuma emareleri ortaya çıkmıştı, radikal entelektüeller kamusal tartışmalardan ellerini eteklerini çekmişti. Ayrıca sosyalizm ve sosyalist partilerden uzaklaşan bir teorik hareketlenme ile karşı karşıyaydık. Daha sağda, “Yeni Filozoflar” ya da “Yeni Sağın entelektüelleri” diye adlandırılan ideolojik fırsatçılar Marksizm’e karşı geniş çaplı bir saldırı kampanyası başlatmışlardı.”
Simgesel yapı egoyu, dolayısıyla narsisizmi aşabilmemizin tek olanağı iken özneyi bölen ve özgürlüğünü kısıtlayan bir yapı olarak tanımlamak biçimindeki en önemli manipülasyonun sonucu, tüketim etkinliğinin esiri olmuş ve narsisizmin kapanından kurtulamadığı için öfkesini kontrol edemeyen, şiddete eğilimli, ötekileri nesneleştiren ve haz peşinde koşmaktan başka hiçbir hedefi-doğrusu olmayan bireylerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bireylerden oluşan toplumların durumu ortadadır.
Hedeflerinin önünde engel görmek istemeyen emperyalizmin böyle atomize olmuş bir toplumu, kendisine direnebilecek biçimde organize olmuş bir topluma yeğleyeceği kesindir. Simgesel yapı dağınık, atomize olmuş, birbirine düşman kesilmeye hazır bireylerden oluşan bir toplumun tek ilacıdır. Simgesel yapı, egonun sağlıksız yapısı içinde yaşamanın yegane alternatifidir.
“İşte bu bağlamda, maskeli ağır toplar; Bernard-Henri Lévy, André Glucksmann ve Jean-François Revel gibi yeni nesil Marksizm karşıtı düşünürlerin, isimsiz ajanların yazdığına göre Sartre, Barthes, Lacan ve Louis Althusser’den müteşekkil “Komünist bilginlerin son takımı”na yönelttikleri eleştirileri övdüler ve desteklediler. Söz konusu Marksizm karşıtı kişiler gençliklerinde solla haşır neşir oldukları için; hayal kırıklığına dayalı bir anlatı kurma açısından uygun kişilerdi: bu anlatılarda bireylerin siyasi alanda yaşadıkları sözde olgunlaşma ile zamanın ilerleyişi birbirine karıştırılıyor, bireysel yaşam ve tarih sanki bir “olgunlaşma” meselesiymiş gibi ele alınıyor ve eşitlik temelinde toplumsal dönüşümün –hem kişisel hem de tarihsel açıdan- geçmişte kaldığı kabul ediliyordu. Bu dayatmacı ve ukala bozgun yemişlik tavrı yalnızca –özellikle gençlerin başı çektiği- yeni hareketlerin gözden düşmesine sebep olmuyor, aynı zamanda karşı-devrimci baskının nisbî başarısını sanki tarihin doğal akışıymış gibi sunmaya çalışıyordu.”
“CIA’in French theory okuması o halde bizi İngilizce konuşulan dünyada bu teorinin alımlanması sırasında edindiği şık radikal cila üzerine yeniden düşünmeye sevk etmeli. (Çoğu zaman kendi teleolojik varsayımının farkında olmayan) Aşama aşama ilerleyen tarih anlayışına göre; Foucault, Derrida ve diğer önemli Fransız teorisyenlerinin eserleri sezgisel bir biçimde, sosyalist, Marksist ya da anarşist literatürde yer alan eleştirilerin fersah fersah ötesinde bir tür derin ve incelikli bir eleştiriyle eşlendi. İngilizce konuşulan dünyada French theory’nin alımlanması, John McCumber’ın da isabetli bir şekilde belirttiği gibi; İngiliz-Amerikan felsefesinin McCarthy destekli gelenekleriyle iç içe geçmiş siyasi tarafsızlığına, mantık ve dilin tehlikesiz teknik ayrıntılarına gömülme tavrına ya da doğrudan ideolojik konformizmine karşı bir direnç kutbu oluşturarak önemli siyasi sonuçlara yol açtı.”
Bu bağlamda psikanalizin bağımsız bir yapı kazanmasının önemi büyüktür. Psikanaliz etkinliğinin birkaç derneğin icazeti altında tutulmaya çalışılması ise kuşkuları körükleyen bir durumdur. Psikanaliz yüz yıl sonra bile neden hala birkaç emperyal ülkenin kontrol ettiği birkaç derneğin kontrolü altındadır? Bir psikanalistin yetişmesi için neden on yıla yakın bir sürenin gereli olduğu algısı yaratılmaya çalışılmaktadır? Oysa ne Freud, ne de diğer kurucu kuramcılar ve pratisyenler psikanalizi bir tedavi aracı olarak kullanmak için bu kadar uzun bir süreçten geçmemişlerdir. Birçok psikolojik sorunun ilaçsız çözülebilmesini sağlayan psikanalizin uygulanması neden bu kadar zorlaştırılmaktadır?
Psikanaliz, kültürel, siyasi ve ekonomik alanda güç sahibi olarak kalmak isteyen güç odaklarının tekelinden kurtarılarak her ülkede kolayca uygulanabilen ve toplumun daha kolay ulaşabildiği bir tedavi etkinliğine dönüşmelidir.
PSİKANALİZ FELSEFESİZ KALIRSA, ‘EGO’ ŞİŞİREN BİR POMPAYA DÖNÜŞÜR
Bir hayalden ibaret olan ego kendisini, kendisinin var olduğuna inandırma çabasına o kadar kaptırır ki, özne inançsız yaşayamaz duruma gelir. Ego inanır, ama önce kendisine; özne ise düşünür (İzmir 11). Güçlü bir egoya sahip olan bir kişi, bolca inanacak ama çok az düşünecektir. Psikanaliz de egonun peşinden sürüklenirken dönüşmüş, değişmiş ve felsefe ile olan bağlarını kopartmıştır. Jacques-Alain Miller, Anna Freud ve Heinz Hartmann’ın öncülük ettiği ego-psikolojisi akımının, Freud’un çalışmalarını özgün bakış açısından saptırdığını belirtir. Bu sapış “nesne ilişkileri teorisi” ile sürmektedir (Miller xxxi). Amerikan psikanalitik ego psikolojisi, hastayı baskın gerçekliğe etkin bir uyum sağlaması yönünde yönlendirir ve bunu da ‘başa çıkma yöntemleri’ geliştirme adı altında yapar. Bu yöntem bireyci, piyasacı ve serbest rekabetçi bir Öteki tarafından yönlendirilen bu toplumda, bireylerin Öteki’nin kurallarına sorun çıkartmadan uymalarını olanaklı kılması açısından çekicidir. Bu tarz bir tedavi yöntemi, toplumun sorgulanmasına gerek bırakmadan değişmeyi, ‘kişisel gelişim’ adı altında olanaklı kılar (Sherry 7).
Lacan’ın bakış açısıyla ego, oluşumu tamamlanmış olgun bir yapı olarak kendini yaşayan ya da duyumsayan bir yapı değil, kendini kurgulayan bir yapıdır (Borch-Jacobsen 57). Yani ego kendisini, nasıl olmak istiyorsa öyle kurgular. Yalıtılmış bir kavram olarak düşünüldüğünde, benlik kavramı yani ego, burjuva bireyciliği ile yakından ilgili olduğu için Lacan egoyu ısrarla öne çıkartan ABD’li psikologlar E. Fromm ve K. Horney’i eleştirir. Eğer psikanalitik çalışma egoyu güçlendirme amacına yönelirse, birey İmgesel döneme (narsisizm) hapsolur ve kendisini ölüm korkusu ile ölüm arzusunun ortaya döküldüğü bir kısır döngünün içinde bulur. Bu kısır döngü ise analist ile analiz edilen kişinin ölüm korkusuna karşı savunma olarak içi boş ve anlamsız bir ölümsüzlük algısı geliştirmelerine yol açacaktır (Bowie 100). Lacan bu tür tedavilerin bizi ‘nesne-ilişkileri’ başlığı altında inançlı insanı yüceltme noktasına getirdiğini belirtir (Bowie 101).
Filozof Karl Otto Appel, felsefe tarihini üçlü bir yapı olarak yapılandırır: Plato’dan Descartes’a kadar olan dönemi, özneden çok nesnenin kendisinin anlaşılmaya çalışıldığı ontolojik dönem olarak tanımlar. Descartes’tan Kant’a kadar olan sonraki dönemde ise dikkatin nesnenin varlığından bilen özne ve egoya yöneldiğini belirtir. Appel, sonraki dönemi ise toplumsal varoluş bağlamında bilginin sorgulandığı dönem olarak adlandırır (Samuels 3-4). Samuels, felsefe tarihinin dönemsel kiplerinin Freud’un düşünce yapısı ile benzerliğinin çok etkileyici olduğunu ve sanki Freud’un, felsefenin kökleşmiş sorgulamalarını yeni bir bilim dalı geliştirerek, bir tedavi etkinliğine dönüştürdüğünü belirtir (4). Freud’un Gerçek-duyular, İmgesel ego-bilinç ve Simgesel dil-toplumsal varoluş olarak zihni sürekli olarak üç dizgeye ayırdığı söylenebilir (Samuels 4).
Sartre ve Lacan, özneyi özgür seçimin öznesi olarak görmezler; özne, ötekinin arzusunu arzulaması nedeniyle kendisi ve öteki arasında bölünmüş olduğu için, özgür seçim yapma olanağından uzak olan bir varlıktır (Çoban 295, Bowie 77). Öznenin bölünmüşlüğü ve Öteki ile olan ilişkisinde özgün arzusunu saklama eğilimi, onun özgür olmasını engelleyen en önemli etkenlerdir. Bu nedenle, Descartes’ın iddia ettiği gibi, tek bilinç ile doğruyu yakalama, Lacan’ın olanaksız olarak gördüğü ve tekbenciliğe (solipsizme) yol açan bir şeydir. Çoban’ın belirttiği gibi Lacan, Freud’un “ben” bilinci dediği kavramın “ego”yu güçlü kılma amacı taşıdığını belirtir (295). Bu açıdan Lacan, bilinç ile aklın aynı şeyler olduğunu ve “ego”nun (bu anlamda bilincin) bilinçdışından daha güçlü kılınması uğraşını reddederek bilinçdışının önceliğini ve bilinçdışının bir ürünü olarak ego’nun (ben’in) bir yanılsama olduğunu vurgular (Çoban 295). Bu yüzden kendini bilme/tanıma anlamında benliğin bilgisi ve benliğin kendi üzerine düşünmesi olanaksızdır (Sarup 2004, 29).
Lacan “öteki” ve “bakış” kavramlarına getirdiği açıklamalar nedeniyle, Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı eserini psikanalistler için çok temel bir eser olarak tanımlamıştır. Sarup Sartre’ın tanımladığı “öteki”nin, özne onunla yüzleştiğinde, özneyi nesne haline dönüştüren bir ayna olarak kavramsallaştığını belirtir. Ancak insanı nesne olarak değil, bir özne olarak ele alarak, insan psikolojisini öznelerarası yapıda değerlendirmek gerekmektedir. Bundan dolayı Sarup Lacan’ın, Sartre’ın fenomenolojisini temel okuma olarak önermesinin nedeninin, Varlık ve Hiçlik adlı eserin özneler arası ilişki biçiminin anlaşılmasına olan katkısı olduğunu belirtir (1992, 35). Sartre öznelerarası ilişkide, tanınma çabası içindeki kendiliğin, kendisini ötekinin karşısına koymasının kaçınılmaz olduğunu vurgular ve öteki ile kendilik arasındaki ilişkinin açıklanmasını, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin zeminine oturtur (Sarup 1992, 35).
Kendi düşüncelerimizin ve duygularımızın tek mimarı olduğumuz inancı ile eylemlerimiz üzerinde kontrol sahibi olan otonom ve bütünleşik bireyler olduğumuz inancını Lacan bir yanlış anlama, yanlış bilme olarak değerlendirir. Bu nedenle Lacan bizim öznellik yaşantımızı sarmalayan yanılgı zarfını yırtmaya çabalar. Lacan’ın özne kavramı, onun Descartes simgesi ile adlandırdığı, Freud’un da uysallıkla katılmış olduğu Avrupa’nın felsefi geleneğindeki hatanın düzeltilmesi çabasıdır (Bowie 77). Mükemmel olmaya çabalayan ve kendisini insanlığın geldiği en üst uygarlık düzeyinin temsilcisi olarak gören Avrupa uygarlığı, mükemmel özünü bulma çabasına girmiştir. Descartes ve Kant’ın felsefeleri de bu çabalara destek olmuştur. Ego, bu doğrultuda, mükemmel insan için mükemmel bir öz adayı haline gelmiştir.
Lacan’ın ayna evresi ve narsisistik ego tanımları, Kartezyen Cogito’nun hükümranlığını sarsan, toplumsal bilimlerin sorgulanmasının yolunu açan girişimlerdir (Grosz 31). İnsanı tanımak adı altında çoğu zaman yapılan şey, önceden var olduğu kabullenilmiş bir özü yeniden bulmaktan başka bir şey değildir. Birçok kişi insanın özünde bir mükemmellik çekirdeğinin bulunması gerektiğine inanır. Başer’in belirttiği gibi, gerek özne kavramının gelişmediği eski Yunan’da, gerekse Rönesans sonrası Avrupa’sında, Batı kültürünün bireylerinin benlik şişmesi içinde olmaları, ardından da Locke ve Descartes’ın benliği en önemli hazineymiş gibi sunmaları bu yaklaşımlara zemin hazırlar (71). Otonom ego kavramı, herkeste istenirse olumlu yönde değiştirilebilecek mükemmel bir kişilik özü bulunduğu efsanesini körükleyen en önemli yanılgılardandır (Sherry 48).
Popüler kültür için de bu geçerlidir; ego psikolojisi birçok kişinin kendisi hakkındaki hoşlandığı düşünme biçimini temsil eden bir modeldir (Sherry xxxii). Herkesin evinde sakladığı tapınılacak kadar değerli kendiliğini ortaya çıkartma görevi psikanalize verilmiştir. Toplum mükemmellik timsali olan bireylerle doludur ancak nedense toplum mükemmelliğe bir türlü ulaşamaz.
Ego psikolojisi modeli, mükemmel kişilik yaratma doğrultusunda bilinçdışını bilincin en rahat kabullenebileceği biçime sokar (Sherry xxxii). Lacan otonom ego kavramının, egoya hayranlıktan gözleri kararmış analistlerin yarattığı temelsiz bir efsane olduğunu ve özne kavramına girilmesi ile birlikte, otonom ego peşindeki analistlerin söyleyecek çok az şeyinin kalacağını belirtir (Bowie 75, Grosz 3). Winnicott’un tersine Lacan hiçbir zaman durağan ve değişmez bir kendilik imgesi edinemeyeceğimizi söyler ve ego ile özdeşleştirilen bilinçli özneyi merkezi yerinden uzaklaştırır (Sarup 2004, 25, 44). Elbette bu eylemi gerçekleştirirken gereken gücü önce Hegel’den, sonra da Sartre’dan alır.
Borch-Jacobsen Mikkel. Lacan The Absolute Master. (Translated by Douglas Brick). Stanford, California: Stanford University Press, 1991.
Bowie, Malcolm. Lacan. Cambridge, Massachussets, London: Harvard University Press, 1991.
Çoban, Barış. (Editör, Rigel, Nurdoğan); Kadife Karanlık. İstanbul: Su Yayınları, 2003
Grosz, Elizabeth. Jacques Lacan A Feminist Introduction. London and New York: Routledge, 1990
İzmir, Mutluhan. Öznenin Diyalektiği Hegel, Sartre ve Lacan. İmge Yayınevi, Ankara, 2013
Miller Jacques-Alain. Television (Translated by Denis Hollier, Rosalind Krauss, Anette Michelson). New York, London: W. W. Norton & Company, 1990.
Samuels, Robert. Between Philosophy & Psychoanalysis. New York and London: Routledge, 1993.
Sarup, Madan. Post-yapısalcılık ve postmodernizm. (Çev. Abdülbaki Güçlü) Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2004
Sherry, Turkle. Psychoanalytic Politics: Jacques Lacan and Freud’s French Revolution. New York, London: Free Association Books, 1992
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ – ZİHİNLER NEDEN TUTSAK?
MUTLUHAN İZMİR
Yavuz Alogan sağ olsun, son yazılarından birinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ (SAE) eserini daha iyi anlayabilmemizi sağlayacak bir alıntı yapmış; “Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde şöyle demişlerdir: ‘Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur… Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir’ (s.50)”. Althusser her ne kadar serbest piyasa ekonomisinin gereğince sermayenin elinde oyuncağa dönmüş olan devleti hala ana belirleyici etmen olarak sunarak bu gerçeği sulandırsa da, ‘Devletin İdeolojik Aygıtları’ adlı eserinde, bireyin düşünsel dünyasının, toplumun egemen güçleri karşısında bağımsızlığını korumasının olanaksız olduğunu vurgular. Sözün kısası, üretim-tüketim etkinliğimizin niteliği, düşünce biçimimizi belirlemektedir.
Üretmeden her şeyi hazır bulmaya alışmış, hazırda bulamazsa üretmeye çalışmadan ona ulaşmanın hayallerini kuran bir toplumun bireylerinin düşünsel dünyası nasıl biçimlenmektedir? Bu sorunun yanıtı SAE’de, İstanbullu bir topluluk örneğinde işlenmiştir. Attila İlhan üretim biçimimiz ile düşünce dünyamızın bağlantısı hakkında şöyle söyler ‘Hangi Atatürk’ adlı eserinde: “Türkiye ekonomik olarak tutsak yaşadıkça, ulusal burjuvazisini doğuramıyor, doğuramadıkça da kültürde ulusallık çağını yaşayamıyor. Komprador burjuvazisinin kültürü, komprador kültürüdür, yabancıdır. Buna ulusal burjuvazi ile birlikte, bütün halk yığınlarının yaratacağı ulusal kültürle karşı çıkılır ki, bu kültür, feodal kültürden hız alıp proleter kültüre yönelen bir sentezdir, ulusal burjuvazinin ekonomik olarak güçlenemediği yerlerde ve hallerde, emperyalizmin yaratacağı çelişkilerden yararlanarak, ezilen ve sömürülen yığınlarla bütünleşmiş aydınlarca yaratılır. Aslında halk tarafından yaratılır demektir bu. (s 106-107)”. İstanbul’un ülkemizin önünde halen nasıl bir engel oluşturduğunu Doğan Kuban da yakın bir tarihte işlemiştir: https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/dogan-kuban/dogan-kuban-istanbul-ulkeyi-cokertecek-kalkinmaya-engel-noktaya-ulasti.
Soruna üretim ilişkileri açısından bakmayınca, gelişmemişlik sorunumuzun nedeninin bütünüyle kültürel olduğu sonucuna varıyoruz kaçınılmaz olarak, tıpkı SAE’deki aydın tiplemesi gibi... Örneğin Müslüman değil de Hıristiyan olsaymışız böyle geri kalmazmışız. Hatta topluca şarkı söyleme kültürümüzün olmayışının, geri kalmışlığımızın nedeni olduğunu ileri sürenler bile var. Dünyanın en refah içindeki ülkelerinden birisi olan İsviçre’de insanların hayvanlara bakmak için sabahın beşinde uyandıkları ama ülkemizde yaşama öğlene doğru başlayan geniş bir kitlenin bulunduğu göz önüne alındığında bile gelişmişliği sadece kültüre bağlayan bakış açısında bir sorun olduğu anlaşılıyor.
Geri kalmışlığımızın nedeni olarak gösterilen kültürel farklılık tezine sarılanların Cumhuriyet rejimini nasıl yanlış yorumladıkları, üretim seferberliğinin kenarından bile geçmedikleri gerçeği, Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından SAE’nde çok çarpıcı biçimde işlenmiştir. Osmanlı’dan bu yana ülkemizin düşünsel alanında baskın rolü oynayan İstanbul entelektüellerinin zihinsel esaretlerinin nedeninin örtülü bir ekonomik analizini yapar yazar bu eserde. İstanbul uzun süredir ulusal bir ekonomiye sahip değildir. Halen de Anadolu coğrafyasını pazar olarak kullanan yabancı sermayenin ana üssü olan İstanbul’da aydın kültürü, bu ekonomik ilişkinin zemininde biçimlenmektedir.
Bu zeminde aydınlar, refah toplumu olmaya giden yolu çalışmak ve üretmekte değil, batı kültürünün biçimsel olarak taklit edilmesinde ya da imparatorluk döneminin kültürüne geri dönmekte görmektedirler. Attila İlhan, ümmet kültürünün kendi içinde tutarlı olduğunu, dışarıdan gelen kültür aynı nitelikte olsa sorun kalmayacağını, nitekim Haçlılar döneminde doğu kültürünün eşdeğerleri karşısında tutsak düşmediğini belirtir (105). Ancak Attila İlhan, bu defa durumun farklı olduğunu ve uluslaşmış ülkelerin ulusal kültürlerinin emperyalist bir sınıfsal çerçevede geldiklerini ve buna folklorla ya da dinsel kültürle karşı koymanın olanaksız olduğunu da belirtir. Yani kendi gereksinimlerini karşılayacak bir üretim faaliyeti içinde olmak, gelişmişliğe ve bağımsızlığa giden tek yoldur.
Soruna kültürel açıdan bakma ve üretim toplumu olmayı reddetme eğilimi SAE’de özellikle batıyla ilişki içindeki İstanbul aydınlarında son derece yoğun bir eğilim olarak işlenmiştir. Bu tür aydınlar romanda toplumun batı kültürünü kabullenmedeki direncine karşı bir çözüm olarak bireyleri psikanalizden geçirmeyi, bir psikanalistin yardımı ile aydınlara cinsiyet, libido ve refulman (bastırma) noktalarından yaklaşmayı bile gündeme gelebilmektedirler romanda (Tanpınar 18). Bu bakış açısına göre cinsel baskılardan kurtulabilsek, bir refah ve özgürlük tolumu haline gelmemiz işten bile değildir. Altta yatan nedenden çok zevahiri kurtarmaya yönelik bu akıl dışı çözümlerden en çok tutulanı, zamanın hassas biçimde ayarlanması önerisi olur.
Cumhuriyet, Anadolu’yu yabancı sermayenin sömürü alanı olmaktan çıkartmayı hedeflemiştir ve 1923 ile 1946 arasındaki kısa bir dönemde bu amacını gerçekleştirme yönünde büyük adımlar atmıştır. Cumhuriyet’in ekonomik atılımı, Anadolu’da etkisini gösterdiği halde İstanbul’un ekonomik yapısını etkileyememiştir. Romanda, İstanbulluların Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte süregelen batılılaşma çabaları anlatılmıştır. Kabaca bu sürecin, batılılaşma çabalarında önemli bir yer teşkil eden İkinci Meşrutiyet’in ilanı olan 1908 ile romanın yayınlandığı tarih olan 1960 arasını kapsadığını söyleyebiliriz. Batılılaşma çabası olarak adlandırdığımız etkinlik, bütünüyle biçimi, görünüşü ve davranışları kapsayan, ama üretim etkinliğini bütünüyle dışarıda bırakan bir çaba olarak romanda işlenmiştir. Romanda vurgulandığı gibi, İstanbullu aydınların zihniyeti kabaca şöyledir; ne gerek vardır ki çalışmaya ve üretmeye, para nasıl olsa bir biçimde, kâh Bizans İmparatoru’nun hazinesi bularak, kâh simyacılık yöntemleriyle bakırı altına çevirerek, kâh yurt dışından sermaye girişi ile bir biçimde bulunacaktır.
Batılılaşma çabasını halkın gözünde cazip hale getiren en başta gelen etken ise içi boş bir Hürriyet temasıdır. Bu temanın içinin nasıl boş olduğu, sadece çocukluğun hayal dünyasında bulunabilecek bir şey olduğu şöyle işlenir romanda: Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarıdır (Tanpınar 21). Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Nihayet şu kanata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir (Tanpınar 22). O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti. Her adımı ayrı ayrı hayaller peşinde atarak, gider gelirdim (Tanpınar 23). Beni bu acayip dünyadan, bu kargaşalıktan Birinci Dünya Harbi kurtardı. Onunla sanki ilk defa ayağım toprağa bastı. Fakat çok geç kaldığımı hissediyordum (Tanpınar 76).
Temel gereksinimleri bir biçimde karşılanan bu topluluğun öznelerinin, hayal kurmaktan başka bir etkinlik içinde olmadıkları romanda şöyle işlenir: Hakikatte bütün bu insanlar hakikat denen duvarın ötesine geçmek için birer delik bulmuş yaşıyorlardı. Onlar için “imkân” denen şeyin hududu yoktu. Her şeyin mümkün olduğu bir âlemleri vardı. Eşya, madde, insan, her şey bu hudutsuz imkânın eşliğinde, her an kendisini değiştirecek mucizeli kelimeyi, formülü, duayı yahut ameliyeyi bekliyorlardı (Tanpınar 43). Hayat kelimesi ile çalışma kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı (Tanpınar 75). Üreterek gerçek bir dünyanın içinde yaşamaktansa, İstanbul’da ne pahasına olursa olsun kalarak bir hayal dünyası içinde yaşamayı tercih eden bu özneyi Sabahattin Ali de, ‘İçimizdeki Şeytan’ adlı eserinde, kahramanının ağzından şöyle tanımlar: İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır… Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir (düşünen) bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkânına malik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret! (142).
Bu toplum çalışmadan geçinmeye alışmış, havadan para kazanma hayalleri ile yaşayan, daha doğrusu bütünüyle bir hayal dünyası içinde yaşayan, ilkel de olsa bir üretim etkinliği içinde olan Anadolu’dan kopuk yaşayan bir toplumdur. Roman, İstanbul’un ekonomik yapısında yaşanan değişimlerin İstanbul toplumunda oluşturduğu yansımaları, paranın borçlanarak bolca temin edilebildiği dönemlerde büyük bir taklit seferberliğine girmek, çalışmaya ve üretmeye zorlandıklarında ise çalışarak değişme seçeneğine kayıtsız kalmak biçiminde bize sunmaktadır. Bu açıdan roman dört bölüme ayrılarak incelenebilir;
1. Osmanlı devletinin son dönemini kapsayan ve küçülen devletin elinden çıkan her bölgeden koparak İstanbul’a kapağı atmış bir güruhun ekonomik refah ve gelişmiş bir toplum yaratma umutlarının bireysel ütopyalara dönüşmüş olduğu dönem. Bu dönemde ekonomik yapı, yurt dışından alınan borçlara ve yoksul halktan toplanan vergilere dayanmaktadır. Bireylerin hayalcilikleri had safhadadır ve hazine aramaktan simyacılığa dek, kolay para kazanmaya yönelik her türlü hayalin peşinde koşmaktadırlar.
2. 1923 ile 1938 arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde başlayan üretim, çalışma ve eğitim seferberliğine kayıtsız kalınan dönem. Bu dönemde İstanbul’a para akışı durmuştur, daha doğrusu para artık dışarıdan borçla temin edilmemekte, Anadolu’da üretim faaliyeti ile oluşturulmaktadır. Bu dönem, romandaki kişiliklerin bir kahvede aylak aylak oturdukları ve üretim seferberliğine kayıtsız kaldıkları dönem olarak resmedilir. Çalışmaya, üretmeye sırtını dönen bu İstanbul topluluğu, her ne pahasına olursa olsun İstanbul’da yaşamını sürdürmek ve kültürel olarak kopmuş olduğu Anadolu halkından uzak kalarak, Batılı kültürü taklit etmeye çalışmaktadır. Üretim etkinliği içine girmek, taklit edilen batılı kimliğinin yok olmasına neden olacağı için, üretmek ve çalışmaya karşı bir korku da gelişmiştir.
3. İkinci Dünya Savaşı’nda batıya hâkim olan faşizmin yansımasıyla ortaya çıkan baskı dönemi. Bu dönem, paranın sınırlı olduğu ama insanların savaş nedeniyle seferberlik altında yaşamak zorunda oldukları, aylaklık yapamadıkları 1938-1945 arasını kapsar ve romanın kahramanının yabancı bir şirketin baskıcı sahibinin emrinde çalışmasıyla simgeleştirilmiştir.
4. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1948 tarihinden itibaren daha önce başlatmış olduğu üretim ve eğitim seferberliğinden vazgeçmesiyle birlikte, ekonomisini ve savunmasını bütünüyle Batı ile yapmış olduğu yeni ittifaklara terk etmesi sonucunda yeniden biçimsel Batı taklitçiliğinin öne çıktığı dönem. Bu dönem romanda, ABD’nin Batı’yı taklit eden bir Türkiye yerine Yeşil Kuşak projesi için daha muhafazakâr ve dindar bir Türkiye’yi tercih etmesinin sonucunda 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile biten dönemi kapsar. Bu tasfiye romanda, enstitünün acımasız bir ABD’li müfettişin raporu ile tasfiyesi biçiminde simgeleştirilir. Para bu dönemde üretim faaliyeti ile değil, yurt dışından alınan borçlarla sağlanmıştır ve İstanbul toplumu, nasıl olduğunu anlamadan kavuştuğu bu refah dönemini, her türlü çürümenin eşliğinde yaşayacaktır.
EZİLME KORKUSU, SALDIRGANLA ÖZDEŞİM VE GÜÇ YANSITMA
MUTLUHAN İZMİR
Otto Fenichel şöyle yazar:
“Edilgen konumdan kurtulmaya çabalamak, korku ile başa çıkma yöntemlerinin en önemlilerindendir. Başkalarını yıldırmak, bu yöntemin sık görülen bir biçimini yansıtır. Eğer bir kimse etkin olarak başkalarını tehdit edebiliyorsa, kendisini tehdit edilme korkusundan kurtulmuş gibi varsayar. Kendilerinden aşağı durumda olanlara “patronsu” bir otorite rolü oynayabildikleri sürece “patronsu” otoritelere katlanabilen birçok kişinin psikolojisi de aynı niteliktedir. Klasik ataerkil ailelerde baba, çoğu kez tıpkı sosyal otoritelerin kendisini yıldırdığına benzer biçimde, evde çocuklarına gözdağı verir (436).
Gücün suçluluk duygularıyla savaşmanın bir aracı olması kolayca anlaşılabilir. Kişi ne denli güçlüyse, hareketlerini haklı göstermeye o denli az gereksinme duyar. Kendine güvenin artması, suçluluk duygularında bir azalmayı belirtir. “Saldırganla özdeşimin” korkuyla savaşmada büyük yardımı olması gibi, “kötü ve güçlü bir düşmanla özdeşim” aracılığıyla bireyler kendi yaşamlarını güvence altına almış gibi hissedebilirler (452).”
Saldırganların hâkim olduğu bir dünyada ilişkiler bu biçimde kurulur. Daha güçlü olana boyun eğip onunla özdeşim yapılır, kendinden güçsüz olana da saldırgan bir tavır sergilenir. Örneğin kendisine dayak atan bir babaya sahip olan çocuk, babasıyla özdeşim yaparak kendisinden güçsüz olan çocukları ezmeye çalışacak ve böylece, ben ezilen değilim, tam tersine ezenlerin safındayım diyerek kendisini güçlü hissedecektir. Güç yansıtma da denilen bu biçimdeki düzenek, ruhsal dünyamızın bir gerçeğidir ancak hastalıklı bir düzenektir ve her zaman altta yatan ciddi bir korkuyu örtmek için kullanılır. Yani burada zayıflık hissi, ezilme ve yok edilme korkusu, acizlik hissi, kendini sevememe gibi sorunlar aşılamamıştır ve birey gerçek kendiliğini, başkasından kopya olarak aldığı saldırgan bir maskenin altında gizler. Bu gibi durumlarda bireyi çok güçlü gibi gösteren maskenin altında çok korkan ve zayıf bir kendilik çekirdeği kolaylıkla görülebilmektedir. Bu nedenle aslında çevresine korku salan bu kişilerin, kendilerinden daha güçlü olan kişilerin karşısında kolaylıkla uysallaştıkları, sindikleri ve iradesiz bir görünüm sergiledikleri vakidir. Korkuları, iddialı biçimde ortalığa söyledikleri sözlerin arkasında durmalarını engeller ve kolaylıkla daha önce söylediklerinin tam zıddını savunur hale gelebilirler. Çünkü güç başkasından yansıtılmaktadır ve gücün kaynağını tutan merci, onları kolaylıkla yönlendirebilecektir.
Çocuklar animistik bir dünyada yaşarlar ve o dünyada düşüncelerin yaptırım gücü vardır; çocuğun düşündüğü şey gerçekleşir. Çocukların kendilerini döven, acı çektiren bir büyüğü yok etmek üzere kurmuş oldukları hayal dünyaları, şaşırtıcı derece canlı ve geniştir. Ancak bu hayal dünyası ne kadar genişse, çocuk büyüdükçe o kadar fazla suçluluk duygusuna yol açacaktır. Özellikle ataerkil toplumlar, baba katli fantezilerine karşı en ufak bir tolerans içermeyen ve bu fantezileri suç olarak dayatan bir kültürü sahiplenmişlerdir. Bu da çocuğun erişkinlik yaşamında sadistik ya da mazoşistik eğilimleri benimseyerek suçluluk duygusu ile baş etmeye çalışmasının yolunu açan en önemli etkendir.
Sado-mazoşistik ilişki karakteri de böyledir. Sadist, kendisini zamanında ezmiş olan kişinin gücünü yansıtarak kendisini güçlü hissederken, mazoşist, kendisini zamanında ezmiş olan kişiye karşı kurmuş olduğu yok edici fantezilerin yarattığı suçluluk duygusundan kurtulur. Çünkü mazoşistin kendisine yönelik olarak icra edilmesine izin verdiği kendisini ezen somut tavırlar, bir zamanlar yok etmeye can attığı sadistin aslında halen yaşıyor olduğunu kendisine hissettiren kurtarıcılardır ve mazoşisti atasını yok etmiş gibi olmanın suçluluğundan kurtarırlar. Sonuçta mazoşist, suçluluk duygularından kurtulabilmek için sürekli olarak kendisini ezen bir baba figürünün yılmaz bir arayıcısıdır ve bu figürün yerini tutacak her imgeye sıkı sıkıya yapışacaktır. Bireyleri giderek mazoşist bir yapı kazanmaya başlayan toplumlar, bu yapıya uyacak sadistleri de ustalıkla yaratacaklardır. Günümüzdeki toplumsal yapıların ve ekonomik düzenin, bireylerini saldırganla özdeşim yapmak ya da mazoşistik eğilimleri benimsemek gibi sağlıksız yollara sapmaktan korumakta başarılı olmadığı görülmektedir.
Fenichel, Otto. Nevrozların Psikoanalitik Teorisi. İzmir: Ege Üniversitesi Matbaası, Bornova, 1974
OKUDUKLARINIZI CIA EL ATMADAN ÖNCEKİ ÖZGÜN HALİYLE ANLAYABİLİYOR MUSUNUZ?
Mutluhan İzmir
İş savaşı kazanmakla bitmiyor artık. 100 yıl öncesine kadar savaş zamanında cephede toplanmış olan köylüler savaş bittiğinde köylerine çekilir ve her zamanki yaşamlarını sürdürmeye devam ederlerdi. Meydan savaşı biçiminde geçen savaşlar, savaşan tarafların yönetici seçkinlerinin ve orduya katılmış olan gençlerin dışındaki %98’i kendi ekonomik ve ideolojik alanına kapalı biçimde yaşayan köy halkının yaşam biçimini pek etkilemeden geçer giderdi. Şimdilerde savaştan sonrası çok büyük bir önem kazandı. Artık Türkiye’de bile halkın %75’inden fazlası şehirlerde üretimden uzak, bağımlı biçimde yaşıyor. Savaşı kazandıktan sonra ele geçirilen alandaki halkın ideolojik dünyasına hakim olabilmek çok büyük bir önem taşıyor. Savaş alanının galibi eğer bunu başaramazsa kazandığı zafer bir Pirus Zaferi olacaktır ve kazandığı alandaki halk kontrolünden çıkacaktır.
Zaferi kalıcı kılmak için ele geçirilen coğrafyadaki ekonomik ve ideolojik etkinliği kontrol altında tutmak zorunludur. Ekonomik etkinliği kontrol altında tutmak birinci koşuldur çünkü insanın yapısı, kendisini besleyen ve koruyan kişinin düşüncelerini ezberlemekten ibarettir (https://www.youtube.com/watch?v=lLRXwsD0BpM) . Bu konuda gücünüzü göstermişseniz, insanlar ağzınızdan çıkanı kapmak için tüm dikkatlerini size yöneltirler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin yaptığı da bundan ibarettir. Parayı Verdi Düdüğü Çaldı- CIA ve Kültürel Soğuk Savaş adlı kitap bu konunun somut örnekleriyle doludur.
ABD’nin kendisine tehdit olarak gördüğü akımları kendisine uygun hale getirmek için yaptığı faaliyetleri anlatan Fransa’da radikal solun CIA destekli tasfiyesi adlı makale (http://medyascope.tv/2017/04/29/sartrea-karsi-foucault-fransada-radikal-solun-cia-destekli-tasfiyesi/) oldukça zihin açıcı:
“Gerçek şu ki darbelerden, suikast planlarından, yabancı hükûmetlerin el altından manipüle edilmesinden sorumlu olan CIA yalnızca teorinin gücüne inanmakla kalmamış; bazılarının şimdiye kadar üretilen en çetrefilli ve derin teori olarak gördüğü teoriyi hatmetmeleri için bir grup ajanı görevlendirmiş ve bu iş için önemli miktarda kaynak ayırmış. 1985’te yazılan ilginç bir araştırma makalesi Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında küçük değişikliklerle yayımlandı ve CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan ve Roland Barthes’ın isimleriyle özdeşleşen karmaşık, uluslararası çapta yankı uyandıran Fransız Kuramı’nı (French Theory) mercek altına aldığı ortaya çıktı. İstihbarat Servisi; kültür ve teoriyi dünyada ABD çıkarlarını korumak için konuşlandırılan en önemli silahlardan biri olarak görüyor.”
Lacan adını duyunca hemen havaya zıplayan bazı arkadaşlarımıza Lacan’ın CIA değişikliğe uğratmadan önceki halini öğrenmelerini öneririm. CIA Lacan’ı ile yetinip anti-Lacancılık yapmak onlara yakışmıyor. İnsanlara doğruyu anlatmak kendisini entelektüel sayanların başlıca görevi olmalı.
İNSANLIK RUHSAL SAĞLIĞININ GEREĞİ OLAN
DOĞAL ŞARTLARI YİTİRİYOR MU?
Günden güne gelişen teknoloji, önceki nesillerin ciddi zorlukla elde ettiği birçok şeyi çok daha kolayca elde etmemizi sağlıyor, ısınmak için odun kesip taşımak zorunda değiliz, su için dereye, un için değirmene gitmek zorunda değiliz, giderek daha fazla insan arabaya, kaloriferli eve, çamaşır, bulaşık makinesine, televizyona sahip oluyor. Ancak, gittikçe artan refah seviyesi, insanların ruh sağlığına aynı oranda katkıda bulunuyor mu? Refah düzeyinin artması ile birlikte kalıtsal ya da biyolojik kökenli psikiyatrik hastalıklar dışında, toplumda kaygıya bağlı anksiyete bozukluğu, panik bozukluğu gibi psikolojik sorunlar da şaşırtıcı biçimde artmaktadır. Bugün dünyanın refah içinde olan zengin metropollerinde insanlar arasında psikiyatrik ilaç kullanımı ve yaşanan psikolojik sorunlar, daha fakir ve tarıma dayalı ekonomiye sahip küçük yerleşim birimlerinde yaşayan insanlarda rastlanan sorunlardan kat kat fazladır. Günümüzde, bırakalım dolar milyarderlerini, zengin ülkelerin orta sınıfını oluşturan insanlar bile bir zamanların krallarından da daha rahat, bolluk ve güvenlik içinde yaşamaktadırlar. Ancak krallar kadar rahat yaşayan insanlar neden toprağını ekip biçen bir köylü kadar mutlu ve güçlü hissedemiyorlar kendilerini? Zenginlik ve geniş tüketim olanakları neden insanlara psikolojik rahatlama getirmiyor? Bu sorunun cevabı, bireyselleşme, yalnızlaşma, ailelerin küçülmesi, üretimden kopuk yaşamak, toplumsal dayanışmanın azalması, aidiyet duygusunun zayıflaması gibi yeni yaşam koşullarının insanların psikolojisi üzerinde yarattığı etkilerde yatıyor olabilir.
Ciddi psikiyatrik sorunlar yaşayan bireyler dışında insanlar ne kadar güçlü ve sağlıklı bir kişiliğe sahip olduklarını ve gelecek yaşamlarında ruhsal sağlıklarını nasıl koruyabileceklerini sürekli olarak merak ederler. Ortalama yaşam koşullarında yaşayan ortalama bireyler için yapılan “seven ve çalışan insan sağlıklıdır” gibi genel tanımlamalardan kaçınarak daha belirleyici bir ruhsal sağlık ve sağlıklı kişilik tanımı yapılabilir mi?
Bir insanın ruhsal dengesini koruyabilmesi için içsel nedenlerden ya da dış koşullardan kaynaklanan birçok etkenin yarattığı gerginliklere direnebilecek bir yapısının olması gerekmektedir. İçsel nedenler, bireyin geçmişi, bugünü ve yarını ile ilgili anılar, yaşantılar, beklentiler ve algılamalardan oluşur. Bireyin içinde büyüdüğü ve yaşadığı toplumun kültürel, sosyal, ekonomik yapısı gibi etkenler ise dış koşullardan kaynaklanan etkenlerdir. Bu yazıda toplumun ufak bir yüzdesini oluşturan genetik ve biyolojik zeminin ön planda olduğu psikiyatrik sorunlar konunun dışında tutulacaktır.
Duygularımız, içinde bulunduğumuz koşullara göre değişir. Bir insan belli bir zaman dilimi içinde bir ya da birden fazla duygunun etkisi altında olabilir. Neşe, coşma, öfke, şüphe, kaygı, ajitasyon, korku, çekinme, merak, ürperme, utanma, iğrenme, düşmanlık, dostluk, bağlılık, aşk, sadakat, sevgi, yaşayabileceğimiz olumlu ya da olumsuz duygulardan bazılarıdır. Bir insanın içinde bulunduğu duygusal durum onun ruhsal olarak hangi durumda olduğuna dair bize önemli ipuçları verir. Bu geniş duygu yelpazesi içinde, ömrümüz boyunca günlük yaşamımızın bir parçası olan ve her bireyde her an az ya da çok bulunan tek duygu anksiyete, yani kaygı, endişe, strestir. Kaygı, içsel koşullardan kaynaklanabileceği gibi dış etkenlerin etkisi ile de yaşanabilir. Sınav kaygısını az ya da çok yaşamayan kimse yoktur. Gün içinde icra ettiğimiz her eylem öncesinde az ya da çok performans kaygısı yaşarız. Bazen dış koşullar, savaş, doğal afet, ekonomik kriz gibi durumlarda çok ağırlaşabilir ve buna paralel olarak bireyin kaygı düzeyi de artar. Belirgin dış koşulların yarattığı kaygı artışları bu koşulların içinde bulunan herkes için kaçınılmazdır, bu koşullardaki bireyler başa çıkma yöntemlerinin gücüne göre kaygıları ile iyi kötü başetmeye çalışırlar. Ancak bireyin kaygı ile başa çıkma yöntemleri iyi değilse ya da belirgin bir dış koşul olmadan içsel koşullardan kaynaklanarak süreklilik gösteren bir kaygı artışı yaşıyorsa bu durum sağlıklı bir ruhsal durumun sürdürülmesine ve güçlü bir kişilik sergilenmesine büyük bir engel teşkil eder. Hayatında belirgin bir dış stres nedeni olmayan ve genetik, biyolojik zemini normal olan ortalama bir bireyin sağlıklı olarak tanımlanabilmesi, öncelikle kaygı düzeyine ve bununla nasıl başa çıktığına bağlıdır.
Kaygı, korku ve endişesi belli bir düzeyin altında olan kişiler için bu duygular itici güç, şevk verici, motivasyon kazandırıcı olabilir. Ancak belli bir düzeyin üstüne çıkan kaygı, bireylerin yaşamını aksatmaya başlar. Kaygı başta olmak üzere tüm duyguları, yaşamı aksatmayacak bir düzeyde tutabilmek, bazen de bu duyguları itici gücün yakıtı haline getirebilmek için kullandığımız araçlara savunma mekanizmaları denir. Eğer bir bireyin kullandığı savunma mekanizmaları bu amaca hizmet ederse o birey mutlu, sağlıklı bir birey olur. Ancak kullanılan savunma mekanizmaları kaygı düzeyini düşürmekte yetersiz kalırsa birey ruhen sağlıksız ve mutsuz bir birey haline gelir. Savunma mekanizmaları etkin ve güçlü ise mutluluk, neşe, rahatlama gibi olumlu duygular daha çok yaşanır, aksi takdirde kaygı başta olmak üzere olumsuz duygular daha çok yaşanır. Yani bir bireyin kullanıyor olduğu savunma mekanizmalarının incelenmesi onun kişiliğinin ne derece güçlü ya da güçsüz olduğuna dair bize ciddi bir bilgi verir. Savunma mekanizmalarını daha ayrıntılı incelemeden önce konumuzun odağındaki duygu olan kaygının nereden kaynaklandığı ile ilgilenen başlıca okulların teorilerine kısaca gözatalım.
Bir nöroloji uzmanı olan Sigmund Freud, ağır stres durumlarında fiziksel ve nörolojik bulguların ortaya çıktığını gözlemiştir. Kaygının nereden köken aldığını ve kaygıyı neyin arttırdığını merak ederek araştırmalarına başladığı süreçte klasik psikoanalitik okulun yaratıcısı olmuştur. Freud'ün formülü şöyledir:
DÜRTÜ------►KAYGI-------►SAVUNMA MEKANİZMASI
Freud, agresif ve cinsel dürtülerin tatmini hedefine ulaşmak için çabalayan iç dünyamız ile bu hedefin önünde kısmen ya da tam olarak engel oluşturan dış dünya arasındaki çatışmanın kaygıya neden olduğunu savlamıştır (1). Doğduğumuzda sadece temel içgüdülerimizin oluşturduğu dürtülerin acilen tatmin edilmesine çabalayan İd ile dış dünya vardır, büyüdükçe giderek dış dünyanın yerini alacak olan ego ve süperego gelişir. Önce bu tatminin eldeki olanaklar doğrultusunda yapılmasını sağlamaya çabalayan ego gelişir, akabinde de bu tatmin işleminin, bireyin toplum içindeki saygınlığına gölge düşürmeden yapılmasını sağlamaya çalışan süperego gelişir. İç dünyamızda gelişen bu üç önemli ajan kendi aralarında da çatışırlar. İd-dış dünya, İd-Ego, Ego-Süperego çatışmaları kaygı oluşturur, ve birey kaygısı ile başa çıkmakta zorlanırsa psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. Freud'e göre, bu sorunlar İd-dış dünya çatışmasından kaynaklanıyorsa, genellikle ilkel fantezilerin eşlik ettiği, gerçeği değerlendirmede bozukluk ile birlikte psikoz tabloları görülürken, id-ego ve ego-süperego çatışmalarında kişilik bozuklukları, nevroz gibi tablolar ortaya çıkar. Bu kurama göre hayatın ilk yıllarında yaşanan sorunlar nedeniyle, eğer geçmişe dönük olarak ciddi bir tedavi görmezse, birey ömür boyu ruhsal sorunlarla boğuşacaktır. Herşey yaşamın ilk yıllarında olup bitmiştir. Hayatının ilk yıllarını sağlıklı geçirmiş bireylerin, ki toplumun büyük çoğunluğu bu gruba girer, erişkinlik dönemlerinde yaşayabilecekleri sorunlara dair bir açıklama getirmez. Sağlıklı bir kişiliğin ne olduğunu tanımlamaktan çok toplumdaki bireylerin ufak bir kısmının yaşamın ilk yıllarında maruz kaldığı özel şartların etkisi ile ortaya çıkan ruhsal hastalıkların açıklamasını başarıyla yapar.
Freud'den sonra, nesne ilişkileri kuramcıları olan Sullivan, Horney ve Fromm,
bireyin doğumdan sonra en temel ihtiyaçları olan korunma ve sahip çıkılma
dürtülerinin tatmin edilme düzeyine göre kaygının düzeyinin artıp- azalacağını
benimsemişlerdir (2). Yani burada temel çatışma, korunma ve kabullenilme ihtiyacı
içinde olan çocuk ile bu ihtiyaçları karşılaması beklenen erişkinler arasındadır.
Çatışmanın tarafları psişik ajanlar değil bireylerdir. Kişi erişkinlik yaşamında da
çocukluğunda çatışma yaşadığı bireylere benzer bireylerle aynı çatışmayı farkında
olmadan yaşayabilir. Bu kurama göre de formül psikoanalitik kuramdakiyle aynıdır:
DÜRTÜ------► KAYGI-------► SAVUNMA MEKANİZMASI
Bu kuramcılar için önemli olan bir başka nokta da temel güven duygusunun
gelişimidir. Yaşamının ilk yıllarında çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılamakla
yükümlü olan bireylerin çocuğa karşı olan tutumları, erişkinlik yıllarında çocuğun
temel güven duygusunun yeterli olup olmamasını belirler. Temel güven duygusu kişinin günlük kaygısı ile başedip edememesi açısından önemlidir. Eğer çocuk, hayatının ilk yıllarında kendi sorunları ile aşırı meşgul ebeveynlere sahipse, çocukta yeterli temel güven duygusu ve benlik saygısı gelişemeyeceği için çocuk büyüdüğünde günlük yaşamın getirdiği kaygıyla başetmekte sürekli güçlük yaşayacaktır.
Görüldüğü gibi psikoanalitik okullar insanın günlük kaygısının, çocukluğunun
ilk yıllarında ortaya çıkan iç çatışmaların özel şartlar nedeniyle çözülemeyip
erişkinlik yıllarına taşınmalarından kaynaklandığını düşünürler. Bu açıklamalar bazı
psikotik, psikopatik ve nevrotik tabloların etkilediği azınlık dışında toplumun
genelini oluşturan ve çocukluk travmalarından uzak yetişmiş bireylerin güncel ve
gelecekteki olası ruhsal durumunu açıklamakta yetersiz kalırlar. Günümüzde ruhsal
sorunlar yaşayan bireylerin çoğunluğunu, yukarıda açıklanan durumun tersine,
sağlıklı bir çocukluk dönemini takiben erişkinlik döneminde karşılaştığı sorunlarla
başetmekte güçlük yaşayan bireylerin oluşturduğunu görmekteyiz. Psikoanalitik
okulları takiben ortaya çıkmış olan varoluşçu okulun öğretileri bu soruna açıklama
getirebilecek yapıdadır.
Varoluşçu okul geçmişten ziyade bugün ve gelecekle ilgilenir. Erişkinlik
döneminde bireyin hayatı ve dünyayı algılamasını sağlayan farkındalılık, neden
sonuç ilişkisi kurma, sentez etme gibi gelişmiş yeteneklerin birey üzerinde
yarattığı etkiyle ilgilenir. Burada birey hatırlamadığı kadar uzak bir
geçmişte yaşanmış bitmiş feci olayların umutsuz bir kurbanı değildir. Bu nedenle
varoluşçu okul daha kapsayıcı ve toplumda ortalama bir bireyin yaşadığı sorunları
açıklama konusunda daha tatminkardır. Bu okulun formülü şöyledir:
NİHAİ GERÇEĞİN FARKINA VARMAK-----► KAYGI----► SAVUNMA
MEKANİZMASI
Varoluşçu okula göre farkına varıldığında kaygıya neden olan dört nihai gerçek
şunlardır: Ölüm, hayatın her ihtimalin yaşanabileceği özgür bir süreç olması,
yalnızlık-izolasyon ve anlamsızlık. Her aklıbaşında birey hayatının bir döneminde er
ya da geç bu nihai gerçeklerin farkına varır, bu farkında oluş ise kaygıyı arttırır.
Ölümün ifade ettiği bütünüyle yokoluşu kabullenmekte güçlük yaşar insan. Hayat
aslında yapılandırılmadan önümüze sunulmuş bir zemindir, her olasılığa açıktır,
bu devasa olasılık denizine herkesin atlama özgürlüğü vardır ama sonrasındaki
belirsizlik insanları korkutur,birşeyler belirgin hale gelsin isterler. Bu nedenle
özgürlüğünün kısıtlanması ve yeni yükümlülükler alma pahasına her insan daha
büyük ve daha güçlü bir topluluğa ait olmak ister. Bunlara ek olarak önümüzde bizi
dehşete düşüren bir yalnızlık ve izole olma olasılığı vardır ve değişen yaşam biçimi
bu olasılığı ciddi biçimde arttırmaktadır. Bütün bunlara bir anlam kazandırmak
gerekliliği de işin tuzu biberi olur, tüm bu zorlukları neden ve ne adına göğüslemek
durumundadır bir insan? Değişen yaşam koşulları insanların bu gerçeklerle başa
çıkabilmesini güçleştirmektedir.Örneğin bir köylü ile büyük bir metropolde yaşayan
bir insanın nihai gerçek ölümün farkına varmış olma noktasında durumlarını
kıyaslıyalım. Köylü için hayat kendi yaşam sürecini de aşan bir süreçtir, birkaç nesil
birarada yaşıyor olmanın yanında hiç görmediği önceki nesillerdeki atalarının varlığını hissetmesini sağlayan geçmişten gelen yaşam şeklinin sürdürülüyor
olması, gelenek ve göreneklerin korunuyor olması da yaşamın kesintisiz devam
eden, noktalanamayacak bir süreç olduğu hissini doğurarak “ölüm bir yokoluştur”
hissini siler. Bir köylü için “ben” kavramının içine onun ölümüyle yokolmayacak bu
gibi soyut kavramlar yanında somut olarak tarlası, dağları, nehirleri ağaçları ile
birlikte köyü, doğacak olan yeni nesiller de girer, yalnız yaşayan metropol insanına
göre “ben” kavramı çok daha zengin, geniş ve kalıcıdır. Böyle bir
toplumda birey daha geniş ve güçlü bir topluluğa ait olma hissini yaşayabileceği için
yaşamına anlam kazandırması da daha kolay olur. Halbuki metropolün yalnız insanı
için hayat kendisi ile başlayıp kendisi ile bitecek başı sonu belli bir süreçtir, ölüm bir
yokoluş anlamına gelir. Kaygımızı ciddi biçimde arttıran bu sorunlarla hangi tür
savunma mekanizmasını kullanarak başetmeye çalıştığımız bu noktada çok önem
kazanır, çünkü kullanacağımız savunma mekanizmaları bizi mutsuz, güçsüz bir
bireye de dönüştürebilir ya da mutlu ve güçlü bir birey haline gelebiliriz.
SAVUNMA MEKANİZMALARI: Öncelikle bir yanlış inanca değinmek
gerekir. Savunma mekanizması kullanan kişi sağlıksız ve güçsüz bir kişiliğe sahiptir,
sağlıklı, güçlü bir kişiliğe sahip olan kişi savunma mekanizması kullanmaz
biçiminde bir inanç vardır. Bu yanlış inancın kökeni psikoanalitik kuramların yanlış
anlaşılması sonucunda her psikolojik sorunun sadece çocukluğun ilk yıllarında
geliştiği ve çocukluğu normal geçen bir bireyin hiçbir savunma mekanizması
kullanmaya gerek duymayacak derecede güçlü olduğu inancıdır. Oysa herkes
savunma mekanizmalarına başvurmak zorundadır ve kullandığımız savunma
mekanizmaları kişiliğimizi oluşturur. Savunma mekanizmaları ilkel savunmalardan
olgun savunmalara kadar dört ana grupta ele alınabilir. Genetik ve biyolojik temelin
belirgin olması ya da kişinin ilk yıllarında maruz kaldığı travmaların şiddetinin ağır
olması kişiyi sağlıksız savunmalar kullanmaya mahkum edebilir. Bu ufak grubu
dışarda tutarsak toplumun genelini oluşturan bireyler için daha sağlıklı savunma
mekanizmaları kullanma şansı her zaman vardır, bu açıdan insanlar kendilerini
geliştirebilirler. Aşağıda gruplanan savunma mekanizmalarından ilk grup en sağlıksız
mekanizmaların olduğu gruptur, son grupta ise kişiyi en sağlıklı ve güçlü durumda
tutacak mekanizmalar vardır (3):
1. NARSİSİSTİK (İLKEL) SAVUNMALAR: Yansıtma, yansıtmalı özdeşim, ilkel yüceleştirme, iyi-kötü olarak ayırma, inkar, gerçeği çarpıtma.
2. OLGUN OLMAYAN SAVUNMALAR: Eyleme vurmak, blokaj, hipokondriazis, introjeksiyon, pasif agresif davranış, yansıtma, regresyon, şizoid fantezileştirme, somatizasyon.
3. NEVROTİK SAVUNMALAR: Kontrol etme, yer değiştirme, çözülme, dışsallaştırma, inhibisyon, entellektüalizasyon, izolasyon, rasyonalizasyon, reaksiyon formasyon, bastırma, seksüalizasyon.
4. OLGUN SAVUNMALAR: Altruizm, antisipasyon, çilecilik, mizah, yüceltme, süpresyon.
Bu dört savunma grubundan hangi gruptakiler fazla kullanılırsa birey ona
uygun bir kişiliğe sahip olur. Örneğin hipokondriazis mekanizması kullanan bir kişi hastalık hastası olur, kontrol etme ve izolasyon çok kullanılırsa obsesif-kompulsif
tablo ortaya çıkar. Psikoterapilerde sorun yaşayan bireylerin daha üst
gruptaki savunmaları kullanmaları sağlanarak iyileşme sağlanmaya çalışılır. İlk üç
gruptaki savunma mekanizmaları psikozdan nevrozlara uzanan ve kişilik
bozukluklarını da kapsayan psikiyatrik tablolarda kullanıldığı için bu yazıda
ayrıntılarına girilmeyecektir.Burada sağlıklı bir ruhsal duruma ve güçlü bir kişiliğe
sahip olmanın gereği olan olgun savunmalar açıklanmaya çalışılacaktır.
Altruizm: (Diğerkamlık, özvericilik, fedakarlık) Bu mekanizma ile birey başka
bireylere, yapıcı sonuçlar doğuracak fedakarlıklarla hizmet sunar. Yeri geldiğinde kişi
fedakarlık sırasında kendine verebileceği zararı düşünmeksizin hareket eder. Ancak,
bu mekanizmanın kullanılmasıyla yaşanan mutluluk, bu savunmayı kullanan bireyin
kendisini yardım ettiği insanın yerine koyabilmesi ve onun yaşadığı mutluluğu içinde
hissedebilmesi ile ortaya çıkar. Zor durumdaki bir bireye yardım edildiğinde onun
yaşayacağı mutluluk çok şiddetli olabileceği için fedakarlık yapan bireyin bu
şiddetli mutluluğu içinde hissedebilmesi ile yaşayacağı mutluluk kendi benliğini
doyurarak elde edebileceği mutluluğun kat kat üstünde olabilir.
Antisipasyon: (Öngörme, vadesinden önce bir yükümlülüğü yerine getirme)
Bu mekanizma ile birey aslında gelecekte cesaret isteyen bir eylemin sıkıntılı
getirilerini önceden öngörerek, kendisini bu sıkıntılı duruma hazırlar, bir yerde daha
uzun atlayabilmek için gerilemek gibidir ama eylem gerçekleştikten sonra , önceden
hazırlanılmış sıkıntılarla daha kolay başedilerek sonunda zafere ulaşmanın tatmini ve
mutluluğu yaşanır. Birey zor durumlarla yüzleşebilme cesareti kazanır böylelikle.
Çilecilik: Bilinçli olarak algılanabilecek tüm zevklerden vazgeçebilecek
dirayeti göstererek birey, yaşamında daha değerli gördüğü şeylere, ki bu şeyler
genellikle içinde bulunulan toplum tarafından ahlaki değeri yüksek bulunan şeylerdir,
yer açabilme olanağına kavuşur, kendini geliştirir, saygınlığı artar, toplumda
kabullenilen ve yeri olan birisi haline gelir.
Mizah: Bu savunma bireye kendisini ve diğerlerini rahatsız etmeden
düşüncelerini ve duygularını anlatma fırsatı verir. Diğerlerinde duyduklarına karşı bir
direnç oluşturmadan anlatılanları, anlatanın doğrultusunda anlayabilecekleri bir uyum
havası oluşturabilecek imkan yaratır.
Yüceltme: Toplumsal olarak tartışmalı ya da onaylanmayan hedeflerden
toplumsal olarak kabul gören, değerli görülen yüce hedeflere yönelmektir. Dürtüler
bastırılıp bloke edilmeden sağlıklı yollardan yüce bir amaca kanalize edilir.
Psikoanalistler ender durumlarda kişinin tüm cinsel, agresif dürtülerini yüce bir
hedefe yöneltebileceğine inanırlar , bu durum oldukça gelişmiş bir kişilik yapısına
işaret eder.
Süpresyon: Artık farkına varılmış olan bir dürtü ya da çatışmanın yarattığı
durumdan kişinin kendini uzaklaştırabilmesidir. Burada dürtü ya da çatışmanın tam
bir bilinçle farkına varılmış olması temel etkendir, kişi bunları mükemmel biçimde
tanımlayabilir. Kaygının kontrol altında tutulabilmesini ve bireyin işlevselliğini
sürdürerek eylemlerine devam edebilmesini sağlar.
Toplumun genelini oluşturan bireyler nevrotik savunmalarla olgun
savunmaların iki ucunu oluşturduğu bir çizginin üzerindeki herhangi bir
noktadadırlar. Bu iki uçtan olgun savunma ucuna daha yakın olan birey daha sağlıklı
bir kişiliğe ve ruh sağlığına sahiptir denilebilir. Değişen yaşam koşulları insanların
olgun savunmalar kullanmasını da güçleştirmektedir. Bireyciliğin ve rekabetçiliğin
topluma dayatılması ya da olumlanması insanları daha nevrotik savunmalar
kullanmaya iterek daha sağlıksız yapmaktadır. Günümüzün şiarı serbest piyasa
ekonomisi, insanların ve kurumların ölümüne bir rekabet içinde olmasını gerekli
görür, doğal seleksiyon yoluyla ayıklanarak en güçlü, en verimli olanın, en zeki
olanın ayakta kalmasını, zayıf ve verimsiz olanların ayıklanarak yokolup gitmesini
öngörmektedir. Bu durum bireylerin hem kaygısını arttırmakta hem de olgun
savunma mekanizmalarının en önemli özelliği olan fedakarlık yapma olanağını
ortadan kaldırmaktadır. Örneğin eskiden Ankara'nın Ahilik kültüründe esnaf siftah
yapamayan meslektaşına gizlice yardım edermiş, zor durumdaki esnafın batıp
yokolmasındansa ayakta kalması için gereken her türlü destek iyi durumdakiler
tarafından ortaklaşa verilirmiş, rekabet yerine dayanışma varmış. Böyle bir ortam
hem gelecek kaygısını düşürür, hem de insanlara olgun savunma mekanizmaları
kullanma fırsatı verir.
Görüldüğü gibi sağlıklı bir ruh haline sahip olabilmemiz kaygıyı belli bir
düzeyin altında tutarak ondan itici güç olarak yararlanmak, olumsuz duyguların
yerine olumlu duyguları yaşayabilmekle mümkün olmaktadır. Bunu sağlayacak en
önemli psikolojik araçlar olgun düzeydeki savunma mekanizmalarıdır. Ancak değişen
yaşam koşulları, insanı doğal koşullarından bu açıdan da kopartarak, yaşamın
getirdiği güçlüklerle dayanışma, fedakarlık gibi olgun yöntemler kullanarak
başaçıkmasını engellemektedir. Kendilerini mutlu edeceği yanılgısı ile insanlar
giderek daha bireysel, rekabetçi, güvensiz, istifçi, mevki ve ünvan düşkünü olarak
nevrotik bir kişiliğe mahkum olmaktadırlar.
REFERANSLAR:
1- Nevrozların Psikoanalitik Teorisi; Otto Fenichel; Çeviren Selçuk Tuncer,Ege
Üniversitesi Matbaası, 1974, s:1-93
2- Existential Psychotherapy; Irvin D. Yalom; Basic Books, 1980, s:3-29
3- Comprehensive Textbook of Psychiatry; Harold I. Kaplan, Benjamin Sadock;
Williams-Wilkins,1989; Ch 6, Normund Wong, 356-403
ŞİDDET HEDEFİNDEN KAYNAKLANMAZ, HEDEFİNE YÖNELİR
Mutluhan İzmir, Psikiyatrist
Şiddet hedefi ile doğmaz, hedefine sonradan yönelir. Kadına yönelik şiddet, hekime yönelik şiddet, futbol fanatizmi şiddeti, siyasi şiddet gibi şiddet biçimleri, ortak bir kökene sahip şiddet kaynağının sonradan belirlediği bir hedefe yönelmesiyle ortaya çıkarlar. Şiddeti doğuran etken ne kadındır, ne hekimdir ne de Aziz Nesin’in söylemidir. Şiddet, bu gibi hedeflerinden çok daha önce oluşur ve birikir. Bu nedenle, şiddeti uygulayan kişinin, neden belli bir hedefi seçtiğinin yanıtı, kendisi için de çok açık değildir. Birikmiş olan şiddet, en kolay gördüğü biçimde ve hedefe doğru yönelir ve boşaltılır. O hedef ortada olmasa da şiddet vardır ve başka bir hedefe yönelerek mutlaka boşalacaktır.
Sartre’ın belirttiği gibi, insan gerçekliği olarak insan bilinci, mutsuz bilinçtir ve bu mutsuzluk halinin ötesine geçmesi olanaksızdır. İnsan bilinci neden mutsuzdur? Çünkü adil olmayan ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyaya doğar insan bilinci. Çünkü insan, her şeye sahip olması gerektiğine inandığı bir dünyada, aslında hiçbir şeye sahip olmadığını anlayacaktır. Kendisinden daha çok sevilen, daha güzel, daha çok olanaklara sahip, daha rahat, daha zengin insanlarla dolu bir dünyaya uyanır insan bilinci. Bu algı, insanın kıskançlık ve öfke duygularının çok erken yaşlarda ortaya çıkışına neden olacaktır. Ancak, bireyin içinde bulunduğu toplumsal koşulların, şiddetin derecesini belirlemede ve şiddetin kontrol edilmesini sağlamakta kişisel etkenlerden daha önemli olduklarını belirtmek gerekir. Bu durum özellikle şehirleşmenin yoğun olduğu toplumlar için daha da belirgindir. Çünkü büyük şehirlerde yaşayan insanlar, artık kendilerini ait hissettikleri bir topluluğun kabul edilmiş bireyleri değillerdir. Şehir insanı, yalnızlaşmış, bir kenara itilmiş, gücü elinden alınmış ve haksızlığa uğramış hisseden bir bireydir. Şehirlerde üretimden uzak, adil olmayan bir ekonomik paylaşım ortamında, anlamsızlığın pençesine düşmüş, travmatize edilmiş ve yenilmişlik duygusu içinde yaşayan insanların, kendilerini güçlü hissedebilmek amacıyla şiddeti paylaşma zemininde bir araya gelme ve topluca şiddet gösterme eğilimleri yüksektir.
Toplumsal koşullar şiddet potansiyelini emebilir ya da arttırabilir. Yenik, ezik, hakları elinden alınmış, travmatize olmuş toplumların bireyleri şiddete daha yatkındır, çünkü bu tür toplumlar, toplumu oluşturan bireylerin şiddet potansiyelini emme yetisini yitirmişlerdir. Bu yapıdaki toplumlarda, eğer bireyleri kışkırtacak söylemler de ön planda ise şiddet had safhada artabilir. Bu durumun en belirgin örnekleri Nazi Almanya’sında ve Yugoslavya’nın Slav kökenli topluluklarının birbirlerine düşürüldükleri iç savaş sürecinde gözlenmiştir. Ekonomik dengesizliklerin yoğun olduğu, toplumsal sınıflar arasındaki ayrımların arttığı, bireylerinin gelecekle ilgili umutsuzluklar ve yaşamlarını kontrol edemedikleri hissi içinde oldukları toplum yapıları, bireysel şiddeti besleyen toplum yapılarıdır.
Modern bir devlet, bireylerinin şiddet eğilimini azaltacak ekonomik ve toplumsal dengesizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik etkenleri devreye sokan, bireyleri kışkırtmayan, onları kışkırtmaya çalışan odakları etkisiz hale getiren bir yapılanma içinde olmalıdır. Hazır bulunan şiddeti körüklemek, mutsuz bilinçlere mutsuzluklarının nedeni olarak kadınları, aydınları, hekimleri, öğretmenleri, farklı dini inançları, farklı yaşam biçimlerini hedef göstermek, yangına körükle gitmektir. Ekonomik ve toplumsal dengesizliklerin giderilmesine yönelik önlemler, bireylerin yenilmişlik duygularından kurtularak güçlü hissetmelerini sağlayacak önlemler, aydınlık zihinler yetiştirecek eğitim seferberlikleri şiddetin toplumda görülmesi sıklığını azaltacaktır.
SİMGENİN İMGESEL HALLERİ
Mutluhan İzmir- Psikiyatrist
Lacan’ın kuramı, kabaca psikoza karşılık gelen Gerçek, nevroza karşılık gelen İmgesel ve toplum içindeki konumumuza, toplumla olan etkileşimimize karşılık gelen Simgesel adlı üç düzenin kendi aralarındaki dengesine dayanır. Ancak bu düzenlerin ne anlama geldiklerini tam olarak biliyor ve bunların aralarındaki ayrımı tam olarak belirleyebiliyor muyuz? İmgesel dediğimizde, Lacancı anlamda, tam olarak konuşma ve yazıdan arınmış bir zihinsel etkinlikten mi söz etmekteyiz? Konuşabilmek ve yazabilmek amacıyla kullanmakta olduğumuz simgeler, bizim konuşurken ve yazarken bütünüyle Simgesel bir alanda bulunuyor olduğumuzun güvencesini verebilirler mi? Her simge, mutlaka Simgesel döneme ait bir etkinliğin temsilcisi midir? Bu bağlamda, Lacan’ın kuramını işlerken içine düşülen yaygın bir hata, simge ile Simgesel’i denk tutmaktan ve simgeyi İmgesel’i kesinlikle dışlayan bir işaret olarak görmekten kaynaklanmaktadır.
Kuşkusuz ortak noktaları olsa da Lacan, Piaget’den daha farklı bir şeyler anlatmak istiyordu. İmgesel ile Simgesel arasında doğru bir ayırım yapmak, Lacancı kuramın gerek doğru anlaşılmasında gerekse doğru uygulanmasında kilit bir öneme sahiptir. Dilde ve yazıda kullanılan simgelerin, zaman zaman İmgesel bir gerçekliği de işaret edebileceğini göz ardı etmemize neden olan şey, evrensel, değişmez bir hakikati dile getirme saplantımızdır. Çünkü yakın dönemlerde değişim eğilimine girse de, insanlık tarihi boyunca ve günümüzde büyük oranda insanlar, değişmez bir hakikatin imgesini gösteren özün peşinde olmuşlardır ve zamanın oluşturduğu değişimi kabullenmeye yanaşmamaktadırlar:
Doğan güneşin, yuvarlak gözleri tam su yüzeyinin hizasında olan bir timsah başı tarafından temsil edilmesi gibi imgesel tasvirlerin kullanılmasının kolay olmasından dolayı, güneşin bir timsah ya da Tanrının dünyayı gözetim altında tutan büyük bir göz olduğuna inanılmasına neden olan batıl inançlar doğmaktadır. Aynı zamanda eğretilemeleri kuşaktan kuşağa aktaranlardaki (rahipler) deruni bilgiler bu biçimde doğmaktadır. En eski edebiyatlarda çok sık rastlanılan söylem alegorileri ve aynı zamanda bilginin benzerlikleri tanımak demek olduğuna ilişkin yanılsama da böyle doğmaktadır (Foucault 174).
Sözel ve yazısal simgelerin İmgesel birer gösterge olmaktan nasıl çıkıp Simgesel göstergelere dönüştüklerini, yani dilin gelişimini anlayabilmek için doğa tarihine yönelmemiz gerekmektedir. İnsanın gelişim aşamalarında kullandığı mantık ve düşünce biçimindeki gelişim, insanlık tarihinin düşünce ve mantık açısından gelişme biçimiyle çok benzerdir. Doğa tarihi teorisini dil teorisinden ayırmak olanaklı değildir. Dil teorisi dediğimizde söz konusu olan, varlıkları tanımayı, onları bir adlar sistemi içinde temsil etme olabilirliğine bağlayan doğa bilgisinin temel bir düzenidir (Foucault 232). Foucault’nun saptadığı gibi, doğa tarihi dille, yani temsilleri anı içinde çözümleyen, onların ortak unsurlarını saptayan, işaretleri onlardan itibaren belirleyen ve sonunda adları dayatan kendiliğinden oyunla aynı düzeydedir ve çağdaştır (233). Dil, bizzat Tanrı tarafından insanlara verildiğine inanıldığı ilk biçimi altında, şeylerin mutlak, kesin ve şeffaf bir işareti olarak düşünülmekteydi, çünkü onlara benzeyerek biçimleniyordu. Örneğin güç aslanın bedeninin içine, krallık kartalın bakışının içine yerleşir ve gezegenlerin etkisi insanların alnında yazılı olduğu gibi, adlar da benzerlik kuralları içinde işaret ettikleri şeylerin üzerine konulmuşlardı (Foucault 71). Bu dilde kullanılan simgeleştirme, İmgesel bir gerçekliği işaret eden bir simgeleştirmedir; çünkü bu simgeler, değişmez, nihai bir özü işaret etmektedirler. Birçok düşünür bu yönde kullanmıştır simgeleri:
Soyut fikir, oradan itibaren biçimlendiği somut algıyı işaret etmektedir (Condillac). Genel fikir başkalarına işaret olarak hizmet eden özel bir fikirden başka bir şey değildir (Berkeley). Hayal edilen şeyler, içinden çıktıkları algılamaların işaretidirler (Hume, Condillac). Duygular birbirlerinin işaretidirler (Berkeley, Condillac) ve duygular sonunda Tanrı’nın bize söylemek istediklerinin işaretleri (Berkeley’de olduğu gibi) olabilirler. Temsilin çözümlenmesi ve işaretler teorisi birbirlerinin içine tam olarak nüfuz etmektedirler. İdeolojinin XVIII. Yüzyılın sonunda kendi kendini, fikre veya işarete verilen öncelik konusunda sorgulayacağı gün, Destutt’ün Gerondo’yu, fikri tanımadan bir işaretler teorisi yapmakla suçlayacağı gün, bunların birbirlerine dolaysız olarak mensup olmaları durumu bulunmaya başlayacak ve fikir ile işaret birbirlerine karşı tam şeffaf olmaktan çıkacaklardır (Aktaran Foucault 109).
Bu dönüm noktası, Derrida’nın, Saussurecü simgeselliği, simgeyi bir imgeye dönüştürerek düşünceyi yok ettiğine yönelik eleştirmesiyle meyvesini verecektir:
Saussure, dilin yazıyla temsil edilişini tema olarak seçerek, yazının bizatihi dilin iç sistemine yabancı olduğu (ilkesini) koymakla işe başlar. Dışsal/içsel, imge/gerçeklik, temsil/mevcudiyet: bir bilimin alanını çizme görevinin verildiği eski ayrım ölçütü (ızgara) işte budur. Hem de nasıl bir bilimin! Öyle bir bilimin ki, artık klasik episteme kavramını karşılayamıyor. Çünkü alanının özgünlüğü –kendi başlattığı bir özgünlük-, imgenin oradaki açılışının gerçekliğin koşulu gibi görünmesi: demek ki, artık imge ile gerçekliğin, dışla için, görünüşle özün basit farklılığında ve kusursuz dışsallığında ve bunlara eklemlenen diğer bütün karşıtlıklarda, düşünülmeye izin vermeyen bir ilişki bu. Yazı, söz ve varlık (ya da ide) arasındaki ilişkiler hakkında esasça aynı şeyi söyleyen Platon’un, hiç olmazsa, imge, resim ve taklit üstüne, Saussurecü dilbilimin doğuşunu yöneten kuramdan daha incelikli, daha eleştirel ve daha endişeli bir kuramı vardı (52).
Lacan, Simgesel ile İmgesel arasındaki ayırımı işte tam Derrida’nın Saussure’ü eleştirdiği bu noktaya yerleştirir. Saussure’ün simgeyi bir imgeye dönüştürdüğü, dış gerçekliği imgesel bir tasvire indirgediği bu noktada Lacan’ın Simgesel dönemi yerini İmgesel döneme bırakır. Çünkü Lacancı Simgesel dönemde simgelerin hiç birisi, kendi başına bir anlam taşımaz, kendi başına bir gerçekliğin doğrudan temsilcileri değillerdir ama ancak bir araya geldiklerinde ortak bir gerçekliği ifade edilmeyi sağlayan bir anlam bütününün yapı taşları olarak yer alırlar. Yani, Saussurecü bir gösterge, İmgesel döneme ait bir göstergedir ve Lacancı Simgesellik, Saussurecü simgeciliğin bittiği yerde başlar. İmgesel dönemden Simgesel döneme geçiş, konuşma ya da yazının kullanılması ile belirginleşen bir durum değildir. Her iki dönemde de kullanılabilen sözel ve yazılı simgelerin, içinde kullanıldıkları dönemlere bağlı olarak birtakım farklı özellikleri vardır. Bu nedenle, simge ile Simgesel arasındaki ayırımı yapmak çok önemlidir. İmgesel dönemde kullanılan sözel ya da yazısal simgeler, diğer simgelerden bağımsız olarak kendi başlarına, değişmez birer anlam oluşturmakla, Simgesel dönemden farklı bir konum sahibi olurlar.
Simgenin imgesel bir gösteren haline dönüşmesi, her göstereni, sabitlenen bir gerçeklik içinde hep aynı şeyi gösterir hale getireceğinden dolayı, anlamı, gelişmeyi, değişimi ve düşünceyi yok edecektir. Oysa Lacancı Simgesellik, bizi akan zamanın içinde, değişen gerçekliği anlamamızı sağlayan düşüncenin ifade ediliş biçimi olduğu ölçüde ve sabitlenmekten olabildiğince uzak tutabildiği sürece vardır. Bu durumu Derrida şöyle vurgular:
Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel-metafizik ön-kabullere göre, önce anlamdan anlamlara doğal bir bağ var, anlamdan sese geçen de bu bağ. Saussure, doğal bağ, tek gerçek bağ, sesle olandır diyor. Saussure’e göre, imleneni (kavramı ya da anlamı) sesli imleyene bağlayan bu doğal bağ, yazıyı (görünen imge deniyor) sözün astlığına koyan ilişkiyi de koşullandırmış oluyor. Yazının kökensel günahıyla ayartılıp yoldan çıkarılan da bu doğal ilişki oluyor: Saussure buradan, yazısal imge sonunda sesin aleyhine kendini dayatır… ve doğal ilişki tersine döner çıkarımında bulunuyor (54). Oysa imgeyi gerçekliğin haklarına sahip kılan tarihsel gasp ve kuramsal garabet, yalın bir kökenin unutulması olarak belirlenmiştir (56).
Derrida, şeyin ilksel temsilcisi olan imgenin şeyin yerine geçtiğini ve şeyin ilk halinin unutulduğunu belirterek bu unutmanın imgeyi gerçekliğin haklarına sahip çıkacak derecede öne çıkarttığını belirtiyor. Bu da imgeyi şeyin en hakiki temsilcisi gibi zannetmek yanılgısına yol açtığı için, anlam, imgeyi işaret eden tek bir simgenin sınırlarının içine hapsolacaktır. İmgesel gösteren, zamanın getirdiği değişime açık değildir, o, donmuş, belli bir anın anlamını oluşturarak zamanı da durdurur. Bu anlam, örneğin, büyüklenmeci kendilik (megalomanik-narsisitik ego) biçimindeki bir benlik simgesidir. Örneğin tek başına “Ben” biçimindeki sözel ya da yazısal gösteren, gücü her şeye yeten, hiçbir acizliğe, kusura sahip olmayan bir kendiliği gösterecek biçimde bir simgedir ve kendi başına anlam taşıması nedeniyle İmgesel bir göstergedir (gösteren-gösterilen ikilisi). Ancak bu anlam, yalnızca bireyin kendisi için, ya da kendisini çok önemseyen annesi, babası gibi birkaç başkası için anlam taşımaktan öteye geçemez. Bu anlam, kendi başına bir anlam olsa da, ötekilerin nezdinde bir anlam oluşturamaz. “Ben” göstereninin anlamı, onu toplumsal konumuna yerleştirince ilkel anlamından kurtulacak ve toplum için bir anlam taşıyacaktır. Demek ki, kendi başına bir anlam taşıyan simgeler, Simgesel döneme değil İmgesel döneme ait simgelerdir. Bu bağlamda, İmgesel dönemde ortaya çıkmış olan ve kendi başına anlam taşıyan, kadın, erkek, güçlü, güçsüz, ben, öteki, güzel, çirkin gibi diğer simgeler İmgesel döneme ait göstergelerdir. Bu nedenle bu simgeler, Simgesel dönem açısından yok hükmündedirler, yani birer metafiziktirler:
Demek ki, imler bilimi, ya da daha dar anlamda dilbilim, duyulabilenle anlaşılabilen arasındaki ayrımı –elbette- ama aynı zamanda, daha derinden ve daha zımni biçimde, düşüşünden ve duyulabilen bu-dünyanın dışsallığına sürülüşünden önce anlaşılabilirliği içinde yer alabilen (var olabilen), bir imlenene gönderme yapmayı da kabul etmeden, imleyenle imlenen arasındaki ayrımı –im idesinin ta kendisini- kabul edemez. (Böyle bir imlenen) saf anlaşılabilirlik yüzü olarak, dolaysızca birleşmiş olduğu mutlak bir logos’a gönderme yapar. Bu mutlak logos, Ortaçağ teolojisinde sonsuz bir yaratıcı öznellikti: imin anlaşılabilir yüzü, Tanrı’dan ve onun kelâmından yana dönük kalır. İmin ve ilahi varlığın doğum yerleri ve zamanları aynıdır. İm devri esas itibariyle teolojiktir ve bu devrin sonu hiç gelmeyecektir (Derrida 24).
Condillac şöyle söyler: “eğer ad olarak yalnızca özel adlara sahip olsaydık, onları sonsuza kadar çoğaltmak gerekirdi. Çokluğu hafızayı aşırı yükleyecek olan bu kelimeler, tanıdığımız nesnelere ilişkin hiçbir düzen getirmeyecek ve bunun sonucu olarak fikirlerimiz de düzensiz kalacak ve bütün söylemlerimiz büyük bir karışıklık içinde olacaktı” (Aktaran Foucault 154). Adın genelliği, söylemin bölümlerine olduğu kadar, varlığın cümle biçiminde işaret edilmesi için de gereklidir:
Kelime işaret eder, yani kendi doğası içinde addır. Özel addır, çünkü belli bir temsile yöneliktir ve bundan başka hiçbirine yönelik değildir. Öylesine ki adlar fiilin tekdüzeliğinin –bu da yüklemin evrensel ilanından başka bir şey değildir- sonsuz bir kaynaşma içindedirler. Ne kadar adlandırılacak şey varsa, o kadar ad olmak zorundadır. Fakat bu durumda, her ad işaret ettiği tek temsile öylesine bağlanacaktır ki, en ufak bir yüklemi bile formüle etmek olanaksız hale gelecektir ve dil kendi kendinin altına düşecektir (Foucault 154).
Şu cümle buna örnektir: “Ayşe kırmızı elbise giymişti o gün. Ahmet’in beyaz pantolonu bu duruma kontrast oluşturuyordu. Hamiyet onların bulunduğu salona girip oturdu. Burak sarı saçlarını arkaya atarken batan güneşin ışıkları yüzlerine vuruyordu”. Bu cümlede kullanılan simgeler, işaret ettikleri kişi hakkında bize çok kısıtlı bilgiler vermenin ötesinde, bu kişilerin birbirleri ile ilgilerinin ne olduğu, neden bir araya geldikleri, birlikte ne yapmayı amaçladıkları, ne ürettikleri ile ilgili bilgiyi vermemektedir. İşte bu durum, simgenin tek başına bir anlam taşıdığı, diğer simgelerle olan ilişkisinin kopukluğundan dolayı bu anlamın değişmez bir anlama dönüştüğü, düşüncenin, dolayısıyla bilginin yok olduğu, dilin kendi kendinin altına düştüğü İmgesel bir betimlemeye örnektir. Görüldüğü gibi, simgeleri kullanmamıza karşın, her simge kendi başına bir anlam taşıdığında İmgesel bir anlamın ötesinde Simgesel bir anlam kuramıyoruz. Bu durumda boşuna Simgesel gerçekliği dile getiren yazıyı suçlamaya gerek yok, sorun imgesel bir temsile geri dönmemizden kaynaklanmaktadır:
Yazı olmasaydı logos kendi içinde kalırdı. Yazı, anlamın logos’ta ruha doğal, birincil ve dolayımsız var-lığını gizlenişidir. Zorlaması ruha bilinçsizlik olarak gelir. Bu nedenle, bu geleneğin yapısını sökmek, onu devirip yazıyı beraat ettirmek değil, daha çok yazının bu zorlamasının neden masum bir dilin başına gelmediğini göstermek olacaktır (Derrida 57).
Derrida’nın bu paragrafta belirttiği gibi, Rousseau’dan Saussure’e birçok düşünür, birincil ve dolayımsız dedikleri “ilk” anlamın peşinde, yani metafiziğin peşinde koşmuşlar, sonradan insan eliyle ortaya konulan anlamı, bilinçsizlik olarak mahkûm etmişlerdir. Bu durum kimlikler için de geçerlidir ve özellikle Aydınlanma dönemi sonrasında ulusların yeni kimlikler oluşturma çabaları, insanların önceki kimlikleri aynı biçimde kutsaması sonucunda dirençle karşılaşmıştır. Oysa Lacan’ın Simgesel dönemi, tam da bu bilinçsizlik denilen durumdur; yani her işaretin anlamının belli bir ana ve bireysel deneyime göre sabitlendiği İmgesel dönem bilincinin esaretinden kurtuluşu ve insan eliyle oluşmuş ortak bir evrensel anlamı kurma sürecini ifade eder. İnsanları sorun yaratan İmgesel -nörotik- kimliklerinden kurtaran da, anlık bireysel deneyimle kurulmuş olan imge biçimindeki anlamın yerine, psikanalistin yardımıyla Simgesel bir anlamın konulduğu psikanaliz sürecidir.
Bu metafiziğin etkisi sonucunda, Platon’daki hakikatin ruha yazılmış yazısı durumunda olduğu gibi, Ortaçağ’da da yazı hala mecazi anlamda anlaşılır bir yazıdır; yani doğal, ebedi ve evrensel bir yazı; saygınlığı içinde tanınan imlenmiş hakikat sistemi (Derrida 26). Ortaçağ’dan çok önceden itibaren insan söylemi ve yazısının, kazara somutlaşmış bir sonlu varlık tarafından dile getirilen hileli bir yapı olduğu kanısı yerleşmiştir. Çünkü söylemin söyleyicisi olan bu varlığın, “öz”ü dile getiren anlamı düşünemeden yazdığı ya da konuştuğuna inanılmıştır. Bu nedenle insan yazısı ile dili, hakikat sistemi doğrultusunda özü bulmak yönünde çözümlenmesi gereken yapılar olarak değerlendirilmişlerdir ve bu nedenle içinde bulunduğumuz gerçekliğe anlamı katan insan yapısı Simgesellik hep bir kenara itilmiştir (Derrida 26). Bu eğilim, Simgeselin hep İmgesel yönde, ebedi hakikati dile getiren bir yönde çözümlenmesini, simgelerin imgesel evrene kaymalarını desteklemiştir. Bu nedenle Derrida’nın belirttiği gibi yazının asıl anlamının bizzat “mecaz” (metafor) olduğu inancı yerleşmiştir (26). İmlenenle imleyen arasındaki ayrılığın mutlak ve indirgenemez olması için aşkınsal bir imlenenin varolması gerektiği düşünülür. Bütün bu nedenlerle ses, yazıya kıyasla aşkınsal imleneni dile getirmeye daha yatkın, öz kendiliğindenliğine yabancı hiçbir ifade tözü almayan, bir saf öz-etkilenim, dünyasal olmayan karakteriyle, hakikatin tek temsilcisi ve imgesel bir idealin kurucusu olarak kabullenilmiştir (Derrida 33). Ancak varlığın söylemini böyle bir metafiziğin üstüne kurduğumuzda, dilbilimi de her zaman metafiziğin ön kabullerini paylaşacaktır (Derrida 34). Bu noktada Derrida çözüm olarak psikanalizi işaret etmiştir ve Lacan da Simgesel dönemi, Derrida’nın işaret ettiği bu çözümün doğrultusunda oluşturmuştur:
Dilbilim hakkında ya da en azından dilbilimde ve dilbilim sayesinde yapılabilecek belli bir çalışma hakkında söylediğimiz şeyi, acaba ontolojinin, ayrıcalıklı varlığın (psikanalizde narsisistik ego- m.i.) kavram-sözcüklerinin yapısını çözmeye çalışacak olduğunda ve yalnız buna çalıştığı ölçüde, her türlü araştırma hakkında da söyleyemez miyiz? Bu ileri adım bugün, dilbilim dışında, psikanaliz araştırmaları alanında en büyük genişleme şansına sahip görünüyor (35).
Derrida, çoğumuzun olmadığı kadar İmgesel işgalin ayrımındadır ve bu saptama, Lacan’ın üç dönemin her zaman birbirlerini etkileyecek biçimde bir arada bulundukları saptamasına uygundur. Yani insan, Simgesel döneme geçtiğinde İmgesel dönemi kalıcı olarak geride bırakamaz ve İmgesel temsiller her zaman simgeleri de kullanarak, Simgesel temsillerin yerini almak üzere hazır beklemektedirler. Bu iki dönemin, kendilerini temsil eden işaretlerin hangisinin kullanıldığından bağımsız, kendilerine özel birtakım kuralları vardır. O halde biz bu iki dönemi, temsilin hangi araçlarla gerçekleştirildiğine bakarak değil, bu kurallara göre ayırmak durumundayız.
İmgesel döneme ait dilsel-yazısal işaretin (simgenin) özellikleri:
Foucault, bizim Lacancı anlamda İmgesel düşünce olarak ele aldığımız klasik düşüncenin bir evrimcilik ya da bir dönüşümcülüğe sahip olmadığını, çünkü klasik (İmgesel) düşüncede zamanın, hiçbir biçimde, canlı varlıkların iç organizmalarının içindeki gelişme ilkesi olarak kavranmadığını belirtir. Zaman yalnızca, bunların içinde yaşadıkları dış mekânın içindeki olası dönüşüm olarak algılanmıştır (Foucault 222). İmgesel düşünce, her şeyi sabitlemiş olan imgelerin değişmez temsilleri yoluyla bize sabit bir dünya sunar. Bu İmgesel dünya, her şeyin sabitlenmiş olduğu, değişime ve dönüşüme kapalı bir dünyadır. İmgesel evrende zamansallık değişime kapalıdır, zaman sadece tasnif etmeye yarar. Klasik (İmgesel) düşünce, zaten var olan cinslerin, zaman içinde birbirlerine göre konumlanmalarını sağlar. Buffon’a göre, sonraki zamanda ortaya çıkan cins zaten aslında vardır ama dış koşullar elvermediği için henüz görünmemektedir (Aktaran Foucault 220). Tanrının mükemmelliğine uzanan varlıklar zincirinin, ona aktüel olarak ulaşamamasını, Tanrı ile varlıkların en kusurlusu arasındaki mesafenin halen sonsuz olmasını ve varlıkların kesintisiz tüm dokusunun belki de aşılamaz olan bu mesafenin içinde, hep daha mükemmele doğru ilerlemesini gerektirmektedir (Foucault 224):
Söz konusu olan tedrici bir hiyerarşikleştirme değil de, zaten kurulu olan bir hiyerarşinin basit ve bütünsel ilerlemesidir. Bu, bizim XIX. yüzyıldan beri evrimcilikten anladığımız şeyden olabildiğince uzak kalmaktadır. Örneğin Bonnet, yeryüzünün değişim ve felaketlerinin, varlıkların sonsuz zincirinin sonsuz bir değişme yönünde ilerleyebilmesi için, bir o kadar fırsat yaratmak üzere düzenlendiklerini varsaymak zorunda kalmaktadır. Bonnet, “Bu evrimler öngörülmüşler ve hayvanların tohumlarının içine, daha yaradılışın ilk gününden itibaren nakşedilmişlerdir. Çünkü bu evrimler, Tanrının güneş sisteminin içinde önceden düzenlediği bütün dönüşümlerle bağlantılıdırlar; dünya bütünü itibariyle bir larva olmuştur; şimdi bir krizalittir ve hiç kuşkusuz bir gün kelebek olacaktır” der. Görüldüğü üzere, böylesine bir sistem, eski sabitlik dogmasını alt üst etmeye başlayan bir evrimcilik değil de, fazladan bir de zamanı kapsayan bir taxinomia’dır (türlere göre sınıflandırma). Genelleştirilmiş bir sınıflandırma (Aktaran Foucault 225).
“Evrimcilik”in bu biçimi, İmgesel düşünce biçimine iyi bir örnektir ve zamana bütünüyle zıt bir rol oynatmaya dayanmaktadır. Zaman artık, sınıflandırıcı tablonun bütününü gelişmenin sonlu ya da sonsuz hattı üzerinde ilerletmeye değil de, bir araya geldiklerinde cinslerin sürekli şebekesini oluşturacak olan kutuların her birini birbiri ardı sıra ortaya çıkartmaya yaramaktadır. Bir taxinomia’nın olabilirliğini düzenleyen benzerlik ya da kısmi özdeşlikler bu durumda, doğanın bütün değişimlerine karşın ayakta kalan ve bu yüzden taxinomik tablonun boşluk halinde sunduğu bütün olabilirlikleri dolduran, tek ve aynı canlının şimdiki zaman içine yayılmış olan işaretleri olacaktır. Dış unsurlar bir karakteri ortaya çıkartabilmek üzere ancak fırsat olarak işe karışmaktadır ve bu ortaya çıkış a priori mümkün kılınmıştır (Foucault 226).
Bu İmgesel tasnif gereksinimi, “şeyler”in henüz temsil edilemez durumda oldukları için aralarında herhangi bir ayırımın olanaklı olmadığı Gerçek döneminin karmaşasını aşma çabasından kaynaklanmaktadır. Bu ayırımsızlık, şeylerin birbirleri arasında bir sınırın konulamaması sonucunu yaratarak ortaya kaotik bir evren çıkartır. Gerçek döneminin bu kaotik, şeyleri hiçbir imge ya da simge ile temsil edememekten kaynaklanan bu “öteki”siz dünyasının yerine, İmgesel dönem dünyayı “ikili karşıtlıklar” düzeninin içine yerleştirir:
-XVII. Yüzyılda- zihin faaliyetimiz, şeylerdeki bir akrabalığı, bir cazibeyi veya gizlice paylaşılmış bir doğayı açık edebilecek her şeyin peşinde olmak üzere, onları yaklaştırmaya değil de tamamen tersine, ayırmaya yönelik olacaktır. Çünkü -o dönemin anlayışına göre- bilmek, ayırmaktır (Foucault 96).
-Şeyleri ayırmak amacıyla kullanılan- yapay işaretler güçlerini ancak doğal işaretlere karşı olan sadakatleri sayesinde edinebilirlerdi. Bu doğal işaretler, diğer hepsini uzaktan kurmaktaydılar. Doğaya ve anlaşmaya XVII. Yüzyıldan itibaren ters bir değer verilmiştir: doğal işaret artık şeylerden devşirilen bilgi tarafından işaret olarak oluşturulan bir unsurdan başka bir şey değildir. Öyleyse, önceden belirlenmiş, katı, kullanışsızdır ve zihin ona egemen olamaz (Foucault 104).
İmgesel dönem, gerek doğal olduğu düşünülen imgelerin kullanılması yoluyla, gerekse doğal işaretlere karşı olan sadakatlerini koruyan simgelerin kullanılması yoluyla şeylerin ince ince tasnif edildiği bir düzenleme, dünyaya bir anlam katma çabası dönemidir. İmgesel dönemde anlam, neyin hangi başka şeyin karşıtı olduğunu anlamakla kurulur. Büyük-küçük, aşağı-yukarı, güçlü-zayıf, kadın-erkek, çiğ-pişmiş, genç-yaşlı, yer-gök, ölümlü-ölümsüz, tam-eksik, bütün-parça gibi ikili karşıtlık temsilcilerinin kullanılmaları yoluyla çocuk dünyasını bir düzene sokar, sınıflandırır:
XVI. yüzyılda öncelikle karşılılıkların (ikili karşıtlıklar m.i.) bütünsel sistemi (yeryüzü ve gökyüzü, gezegenler ve çehre, mikrokozmos ve makrokozmos) kabul edilmekteydi ve her özel benzerlik, bu bütünsel ilişkinin içine yerleşiyordu (Foucault 95).
Artık Gerçek döneminin her şeyi her şeye dönüştüren karmaşıklığı, düzensizliği ortadan kaldırılır. Ben-öteki ayırımı, bu ayırım yoluyla egonun oluşturulması ve kişiliğin sınırlarının sağlam bir çerçevede oturtulması süreci tamamlanır. Bu ayırım sürecindeki aksamalar, ileride ortaya çıkacak ciddi psikolojik sorunların temelini atacaklardır.
Benzerlik, Batı kültüründe XVI. Yüzyılın sonuna kadar yapıcı bir rol oynamıştır. Metinlerin çözümlenme ve yorumlanmalarına büyük ölçüde o egemen olmuştur; simgeler oyununu düzene sokan, görünen ve görünmeyen şeylerin bilgisine izin veren, onları temsil etme sanatına rehberlik eden o olmuştur (Foucault 45).
Crollius, dünyayı İmgesel biçimde tasnif etme çalışır: İnsan, dünyanın güçlerinin arasına dikilmiş olarak, gök kubbeyle ilişki halindedir (gökyüzü boşluk karşısında ne ise, onun çehresi de bedeni karşısında odur; nabzı tıpkı yıldızların kendilerine özgü güzergâhlarında dolaşmaları gibi atmaktadır; yüzündeki yedi delik, gökyüzünün yedi gezegeni gibidir). Eti topraktır, kemikleri kayadır, damarları büyük nehirlerdir, sidik torbası denizdir ve yedi esas organı maden yataklarının dibinde saklanan yedi metaldir (Aktaran Foucault 52). Aldrovandi’nin çabası da aynı yöndedir: insanın alt tarafları dünyanın pis yerlerine, cehenneme, buranın karanlıklarına, evrenin dışkıları gibi olan lanetlilere benzer. Beyin kanaması ile fırtına arasında yapılan klasik karşılaştırma gibi, fırtına, hava ağılaştığında patlamakta, kriz de düşünceler ağır ve kaygılı olduklarında başlamaktadır. Sonra bulutlar yığılmakta, karın şişmekte, fırtına patlamakta, sidik torbası parçalanmaktadır. Şimşekler çakarken, gözler müthiş bir biçimde parlamaktadır, yağmur yağmakta, ağız köpürmektedir. Yıldırım düşerken ruhlar deriyi patlatmaktadır; ama sonra hava yatışmakta ve hastanın aklı başına gelmektedir (Aktaran Foucault 53).
Boğanotunun göz hastalıklarını iyileştirdiğini veya şarap ruhuyla havanda dövülmüş cevizin baş ağrısını geçirdiğini bilmek için bir işaretin bizi uyarması gerekir: göze benzeyen boğanotu tohumu ve kafaya benzeyen ceviz. Bu benzerlik olmaksızın, bu sır sonsuza kadar gizli kalır (Foucault 57). Crollius, Dünyanın çehresini armalar, karakterler, şifreler, karanlık sözlerle kaplı olarak görür. Ve dolaysız benzerlik alanı, onun için büyük bir açık kitap gibidir; sayfanın tümü boyunca, kesişen ve bazen de birbirlerini tekrarlayan garip figürler görmektedir. Artık yapılması gereken tek şey, onların şifresini çözmek olacaktır (Aktaran Foucault 59). Ancak bu kusursuz sınıflandırma biçimi ciddi bir sorunla karşılaşacaktır. Bu sorun, yitirilmekten korkulan, sabitlenmiş, değişimi olanaksız kılan bir dünya algısının içinde, yeniden kimliklerin birbirine karışmaya başlamasıdır. Gerçek’in karmaşasını aşmaya yarayan İmgesel sınıflandırma biçimi, şeyleri öncelikle benzerlikler üzerinden bir araya getirip ufak gruplara ait kılar, sonra da bu ufak grupların içindeki şeylerin birbirleri ile olan ufak farklılıkları üzerinden farklı kimlikler oluşturmaya çalışır. Ancak benzerlikler daha ön planda olduğu için, grup içinde yer değiştirme, birbirinin yerine geçme, diğerinin üstüne oturarak onu temsil etme gibi, şeylerin konumlarında kayma sorunu ortaya çıkacaktır. İmgesel temsil arttıkça kayma artar:
Condillac, zihin bir temsilde, sözel bir işareti onun parçası olan bir unsura, ona eşlik eden bir koşula, ona benzeyen ve akla onun sayesinde gelen namevcut başka bir şeye bağlayabilir der (Aktaran Foucault 177). Fakat insanlığın başlangıcında, kelimeler kıtken, temsiller henüz karışık ve kötü çözümlenmişken, tutkular onları değiştirir ya da birlikte kurarken, kelimelerin büyük bir yer değiştirme güçleri bulunmaktaydı. Hatta, kelimelerin özel hale gelmeden önce mecazi oldukları bile söylenebilir: yani tekil adlar olma konumlarına ancak ucundan kavuştukları, temsillerin üzerine çoktan kendiliğinden bir retoriğin gücü sayesinde yayılmış oldukları söylenebilir. Rousseau’nun dediği üzere, hiç kuşkusuz insanları işaret etmeden önce, devlerden söz edilmiştir. De Brosses’un belirttiği gibi, gemiler önce yelkenleriyle işaret edilmiş ve ruh, “Psyché” ilkönce bir kelebeğim biçimini almıştır (Aktaran, Foucault 178-9).
İmgesel’in büyük sorunu- mekân; şeylerin konumlarındaki kaymanın nedenleri
Destutt de Tracy, figürlü bir yazıyla, yani İmgesel bir yazıyla donatılmış bir dil tarihinin çabucak durakladığını belirtir. Bunun nedeni, bu yolla artık ilerleme sağlamanın olanaksız olmasıdır çünkü “işaretler temsillerin özenle çözümlenmesiyle değil, en uzak benzetmelerle çoğalmaktadırlar. Böylece halkların düşünme eylemlerinden çok hayal güçleri teşvik edilmektedir. Bilgi değil de saflık”. Gelenekleri ve saflığı tehdit eden yenilikler olanaksız duruma gelmektedirler. Öylesine ki bilginlerin tek kaygıları, atalardan gelen ışıklar ile bunların mirasını koruyan kurumlar karşısında “batıl inanca dayalı bir saygı”yı sürdürmektir; “bunlar adetlerdeki her değişimin dili değiştirdiğini ve dildeki her değişimin de bütün bilimleri yok ettiğini duyumsamaktadırlar” (Aktaran Foulcault 175). Bir halk eğer yalnızca figürlerden oluşan bir yazıya sahipse, siyaseti, tarihi ya da hiç değilse bütünüyle muhafaza olan bütün tarihi dışarıda bırakmak zorundadır. Volney’nin Les Ruines adlı eserinde belirttiği gibi, Doğu ile Batı arasındaki özsel ayrım burada, mekân ile dil arasındaki ilişkide yer almaktadır. Tıpkı dilin mekânsal konumu zamanın yasasına hükmediyormuş gibi; tıpkı insanlara dilleri tarih boyunca gelmiyormuş da, tersine, tarihe işaretlerin sistemi boyunca ulaşılıyormuş gibi. Halkların kaderleri, temsilin, kelimelerin ve mekânın bu düğümünde (kelimeler temsilin mekânını temsil ederken ve kendilerini de zaman içinde temsil ederlerken) sessizce oluşmaktadır (Aktaran Foucault 175-6). Yani toplumun kaderi, ilerlemeyi olanaksız kılarak kimlikleri dedelerimizden gelen değişmez bir sınıflandırmanın içine hapseden İmgesel temsilden kurtulup kurtulmamaya bağlı duruma gelmiştir. Küçük ve sabitlenmiş gruplara ayrılan insanlar, her değişmez grubun içinde bir yandan da kişisel temsillerin grup temsilinin karşısında silinmesinden dolayı, her an birbirlerine dönüşebilecekleri bir karmaşanın içine düşerler. Bu karmaşa, yeni bir anlam düzeniyle, Simgesel düzenle aşılacaktır. Bu yönde Foucault, tarihin XIX. yüzyıldan itibaren, ayrı örgütleri zamansal bir kıyas dizisi içinde birbirlerine yaklaştıran bir diziyi sergileyeceğini belirtir. Üretim çözümlemesine, örgütlü varlıklar çözümlemesine ve son olarak da dilsel gruplar çözümlemesine yasalarını tedricen dayatacak olanın, işte bu tarih olduğunu söyleyerek, eski düzenin ardışık özdeşlikler ve farklılıklar yolunu açtığı gibi, tarihin de kıyaslamalı örgütlere yer vererek yeni bir düzen kurduğunu belirtir (309-10).
Condillac, insanların tarihinin alfabetik yazıyla birlikte bütünüyle değiştiğini belirtir. Artık mekân içinde fikirlerini değil de, sesleri yazmaktadırlar ve bunlardan, bileşimleri bütün olası hecelerin ve kelimelerin oluşturulmalarına izin verecek olan, küçük bir sayıdaki benzersiz işaretleri oluşturmak üzere gereken ortak unsurları çekmektedirler. Simgelerden oluşan yazı, bizatihi temsillerin kendilerini mekânlaştırmak isteyerek, benzerliklerin karışık yasasını izler ve dili düşünülmüş düşüncenin biçimlerinin dışına kaydırırken, alfabetik yazı (Lacancı anlamda Simgesel yazı m.i.) temsilleri resmetmekten vazgeçerek, seslerin çözümlemesinin içine, bizzat aklın kendi için geçerli olan kurallarını aktarmaktadır. Öylesine ki, harfler istedikleri kadar fikirleri temsil etmesinler, kendi aralarında fikirler gibi birleşmektedirler ve fikirler de birbirlerine alfabenin harfleri gibi bağlanmakta ve birbirlerinden tıpkı onlar gibi çözülmektedirler (Aktaran Foucault 176). Temsil ile çizim arasındaki tam paralelliğin kopması, düşüncenin gelişmesinin ifade edilmesine olanak vermektedir. Aynı grafik işaretler, her yeni kelimeyi bilebilirler ve hiçbir unutulma kaygısı olmaksızın, her keşfi yapıldığı andan itibaren aktarabilirler (Foucault 176). İşte bu yeni düzen, değişime ve gelişmeye açık, ama şeylerin karışmasını önleyecek bir anlam evreni olan Simgesel düzendir.
Ve böylece simgelerden oluşan İmgesel dil, dilin içinde, daha da çok kesin olarak, çözümleme ile mekânın buluştukları şu kelimelerin oluşturduğu kat yerinde, gelişmenin ilk ama belirsiz olabilirliğini doğurmaktadır. Gelişme kökü itibariyle, XVIII. Yüzyılda tanımlandığı haliyle tarihe içkin bir hareket olmayıp, mekân ile dil arasındaki temel bir ilişkinin sonucudur: Turgot’nun 1750’de belirttiği gibi, “Dilin ve yazının keyfi işaretleri, insanlara fikirlerinin sahipliğinden emin olma ve onları her yüzyıldaki keşiflerle sürekli artan bir mirasmışçasına, başkalarına aktarma olanağı verir. Ve insan türü, ta ortaya çıktığı andan itibaren, bir filozofa, tıpkı bir birey gibi çocukluk ve gelişme dönemleri olan koskoca bir bütün olarak gözükmektedir” (Aktaran Foucault 177). Dil, zamanın sürekli kopukluğuna mekânın sürekliliğini verir ve dil, temsili çözümlediği, eklemleştirdiği ve bölümlere ayırdığı ölçüde, şeylerin bilgisini zaman boyunca birbirine bağlama gücüne sahiptir. Mekânın karışık tekdüzeliği dille birlikte parçalanır, bu arada ardışıklıkların çeşitliliği birleşir (Foucault 177).
Simgesel düzen dili, anlık olmanın anlamsızlığından kurtarır, ardışıklık ilişkisi kurarak anlam kazandırır:
Bütün işaretlerin arasında, dil ardışık olma özelliğine sahipti: bizzat bir kronolojiye mensup olmuş olmasından değil de, temsilin eşanlılığını ardışık seslilikler halinde sergilemesinden ötürü (bu sayede benzer olanları birbirinden ayırabilir). Fakat süreksiz unsurları çözümleyen ve birbiri ardı sıra açığa çıkartan bu ardışıklık, temsilin zihnin bakışına sunduğu mekânı kat etmektedir. Öylesine ki, dil temsil edilen dağınıklıkları çizgisel bir düzene sokmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Önerme (cümle), retoriğin bakış için hissedilir kıldığı figürü açımlar ve anlaşılır hale getirir. Dil bu küresel mekân içinde, bir yüklem ilişkisine izin veren bütün bu cins adlardan oluşmamıştır. Ve figürler, bu kelime çözümlemesi olmaksızın, sessiz, anlık kalacaklar ve anın parıltısı içinde görülecekler, sonra da hemen zamanın bile olmadığı bir karanlığın içine düşeceklerdir (Foucault 179-80).
Benzer oldukları için şeylerin bir araya getirilmesiyle sağlanan süreklilik, doğada canlıları sınıflandırmayı kolaylaştırdığı kadar insanların birbirine karışmasına da neden olur; kaplumbağalar gibi bir genel tanım, insanlar için yeterli olmayacak, insanları birbirinden de ayrı tutabilmek gerekecektir. Oysa her insan, diğer canlılar arasında birbirine benzer olmaktan dolayı birbirine karışmaya eğilimlidir. İnsanı tanımlamak için sürekli olarak yeni özellikleri belirtmek gerekir; Asyalı demek yeterli olmayacak, Japon, Tokyolu gibi giderek daha özel tanımlar vermek gerekecek, o insanın eğitimi, yaptığı işi, oturduğu semte kadar ayrıntılara girmek gerekecektir. Doğanın sürekliliği, metonimi ve metaforun oluşumuna, bu da gösteren-gösterilen zincirlerinin birbirlerinin üzerinde kaymasına neden olur. Bilinçdışımız bu benzerliklerden herhangi birini kullanıp, bir kişiyi diğerleriyle bir tutarak karıştırmaya eğilimlidir:
Adlandırmanın tabanında, tasvir ile düzenleme arasında bırakılan açıklığın içinde bu biçimde ortaya çıkan süreklilik, dilden çok önce ve onun koşulu olarak varsayılmıştır. Ve bunun nedeni, yalnızca onun iyi yapılmış bir dili kurabilmesi değil de, aynı zamanda genel olarak her dili açıklayabilmesidir. Bir temsil belleğe, herhangi bir karışık ve iyi algılanmayan özdeşlik aracılığıyla başka birini anımsattığında ve her ikisine birden bir cins adın keyfi işaretinin verilmesine izin verdiğinde, işleme fırsatını veren hiç kuşkusuz doğanın sürekliliğidir. Kendini hayal gücünün içinde körlemesine benzeşme olarak veren şey, özdeşliklerin ve farklılıkların kesintisiz büyük dokusunun yansımasız ve bulanık izinden başka bir şey değildi. Hayal gücü (karşılaştırma yapmaya izin vererek dile olanak vereni) o sırada bilinmemekle birlikte doğanın çökmüş ama inatçı sürekliliğinin, bilincin boş, ama dikkatli sürekliliğine eklendiği kaypak yeri oluşturmaktaydı. Öylesine ki eğer doğa şeylerin tabanında bütün temsillerden önce sürekli olmasaydı, konuşmak olanaklı olamazdı, en küçük bir ad için bile yer bulunamazdı (Foucault 235).
Hayal gücünün ortaya çıkarabildiği karmaşanın, benzerliklerin üzerinden kurulan özdeşimler yoluyla ortaya çıkabilecek olan düzensizliğin aşılabilmesini sağlayacak bir yasaya ve güce gereksinim vardır. Bu yasa, Simgesel düzenin yasasıyla oluşturulur. Simgesel dil, şu ya da bu biçimdeki benzerliklerin gruplaştırdığı kişileri, benzerlikleri kontrol altında tutarak birbirinden ayırmaya yarayan bir dilin kullanımını sağladığı için bilinçdışının karmaşa oluşturacak etkisini ortadan kaldırır.
Simgesel Dönemin Özellikleri:
İnsanın, gerek doğumundan sonra, gerekse insanlık tarihinin ilk aşamalarında, gereksinimlerini dile getirmek için yalnızca basit çığlıklar atması yeterli oluyordu. Fakat bunlar dil olmaya, ancak düzen ile cümle arasındaki düzen olan bir ilişkinin içine kapatıldıkları gün başlamışlardır –bu kapatılma isterse tek bir hecenin içinde olsun-. Kelimeyi kelime haline getiren ve onu çığlık ve gürültülerin üzerinde ayağa diken şey, içine gizlendiği cümledir. Aveyronlu vahşi, eğer konuşmayı başaramadıysa, bunun nedeni, kelimelerin onun için şeylerin ve bunların zihninde yarattığı izlenimlerin sesli işaretleri halinde (İmgesel işaretler halinde) kalmış olmalarıdır; bunlar cümle değeri kazanamamışlardır. Sesli işareti dolaysız ifade değerlerinden kopartan ve onu dilsel olabilirliğinin içinde egemen bir biçimde oluşturan cümledir (Foucault 147-148).
Dil düşünceyi, bütünlüğü içinde hemen temsil edemez. Onu doğrusal bir düzene göre uzun uzadıya hizaya sokması gerekir. İşte bu düzenin kuralları Simgesel düzenin kurallarıdır. Eğer zihin, fikirleri “algıladığı gibi” ifade edebilme olanağına sahip olsaydı, hiç kuşku yoktur ki, Condillac’ın belirttiği gibi, “bunların hepsini aynı anda ifade ederdi”. Ama işte, olanaksız olan şey tam da budur, çünkü eğer “düşünce basit bir işlem”se de Başrahip Sicard’ın belirttiği gibi, ifade edilmesi ardışık bir işlemdir. Ancak ardışıklığı kurarken temsillerin birbirine karışmaması, bilinçdışının etkisinin kontrol altına alınması gerekmektedir. Her biri kendi başına anlam taşıyan simgelerin yan yana gelmesi, yani İmgesel dil, her birisi bir biçimde diğerine benzeyen simgelerin oluşturduğu işaretlerin birbirlerine karışmasını önleyemeyeceğinden dolayı, fikirleri ifade edebilme olanağına kavuşmak için Simgesel, bir sistemi, yani yasayı dayatır. Sistem, tasvirin özenle çakıştırdığı unsurların arasından bazılarının sınırlarını belirlemektedir. Bunlar, ayrıcalıklı ve gerçeği söylemek gerekirse, tekelci olan yapıyı tanımlamaktadırlar; bundan sonra bu yapıya ilişkin olarak, özdeşliklerin ve farklılıkların bütünü incelenecektir (Foucault 208).
Kökün, adlandırdığı şeye olan benzerliği, sözel işaret değerine ancak, insanları birleştiren ve onların eylem dilini bir dil halinde kurala bağlayan anlaşma sayesinde kavuşmaktadır. İşaretler temsilin içinde, işaret ettiklerinin doğasıyla işte böyle birleşmektedirler (Foucault 169).
Ancak temsil kaybolup kelime bağımsızlaşırsa, yani kelime cümle içindeki konumunu yitirip bağımsız bir imge haline dönüşürse, imgesel bir söyleme geri dönülür:
İşaret etme yeteneği, kelimelerin temsili değerleri çözülür çözülmez ya da askıya alınır alınmaz kaybolmaktadır: düşünceyle eklemleşmeyen ve bağlantıları söyleminkine indirgenemeyen malzemeler, bağımsızlıkları içinde ortaya çıkmaktadırlar. Uyuşmalara, tümleçlere, bükülmelere, hecelere ve seslere özgü bir mekanik vardır ve hiçbir temsili değer bu mekanik hakkında bilgi veremez. Dil de makineler gibi geliştikçe kendisini oluşturan organları tek ve aynı ilkeye tabi kılar, onların bağımsızlığını yok eder. Bu durumda bu organlar, artık aracılardan, aktarım araçlarından, uygulama noktalarından ibaret hale gelirler. Diller gelişirlerken, kendiliklerinden bir temsil değerine sahip olmayan ama bu temsili belirginleştirmek, onun unsurlarını birbirine bağlamak, onun o anki belirlemelerini işaret etmek rolüne sahip olan gramatikal organlar aracılığıyla, bir cümlenin anlamını aktarırlar. Tek bir cümlede ve tek bir keresinde, özne-fiil-yüklem dizisinin içine giren, ama bu kadar geniş bir ayırım içinde kuşatılmaları mümkün olmayan zaman, sonuç, sahiplik, yer ilişkilerini işaret etmek olanaklı olmaktadır (Foucault 158-9).
Foucault’nun belirttiği gibi, her işaretin, her bireyin, her göstergenin bağımsızlığını yitireceği bir düzendir Simgesel düzen. Tek başına olan, topluca olan adına, kendisine ait biricik anlamından feragat edecektir. Derrida, simgesel söylemin, simgeleri bir kural silsilesi içinde bir araya getiren bir yapının etkisi altında oluşabileceğini E. Ortigues’in, Le Discours et le symbole adlı eserinden şu alıntıyı yaparak anlatır:
Matematik simgesellik, bir yazı uzlaşımıdır, yazısal bir simgeselliktir. Ancak sözcüklerin zorlanması veya benzeşim yoluyla bir “matematik dili”nden söz etmek olanaklı olur. Algoritma gerçekte bir “karakteristik”tir, yazılı karakterlerden oluşur. Konuşursa da ancak, yalnız bu karakterlerin sesbilgisel değerlerini değil bunların değerini belirlemeyi sağlayan ilksavları da veren bir dilin aracılığıyla konuşur. Gerçi sıkışınca bilinmeyen karakterlerin çözülebildiği de olur, fakat bu da her zaman daha önce edinilmiş bir bilgiyi, sözün kullanımı içinde biçimlenmiş bir düşünceyi varsayar. Demek ki tüm hipotezlere göre matematik simgesellik, önceden söylemin kullanımını ve açıklayıcı uzlaşımların tasarlanabilmesini varsayan ikincil bir geliştirmenin ürünüdür. Ancak böyle olmakla birlikte, matematik algoritma, simgeleştirmenin biçimsel yasalarını, şu ya da bu özel ifade yolundan bağımsız sözdizimsel yapıları da ifade edecektir (Derrida 10). Demek ki, bir anlam çözümlemesinden daha farklı bir işaretler teorisi olmayacaktır. Ancak, sistem işaretler teorisine, onların çözümlenmesine nazaran belli bir ayrıcalık tanımaktadır; madem ki, anlam çözümlemesi işaret edilene, işarete tanıdığından farklı bir doğa vermez, o halde anlam ancak birbirlerine bağlanarak açılan işaretlerin toplamı içinde var olabilir; kendini işaretlerin tam bir tablosu içinde açık edecektir. Eğer anlam varlığı bütünüyle işaret cephesindeyse, işleyişi de bütünüyle işaret edilen cephesindedir. İşte bu nedenle doğa tarihi kendini canlı varlıkların karakterlerinin çözümlemesi olarak sunmaktadır. Klasik çağda, saf işaretler bilimi, işaret edilenin dolaysız söylemi olarak değere sahiptir (Foucault 111).
Simgesel, her bireyi yerine, diğer bireylere kıyasla, onların birlikte oluşturduğu anlam zincirinin bir parçası olacak biçimde yerleştirir. Doğa tarihi, ancak oyunun kapalı olması halinde iyi yapılmış bir dil olacaktır. Tasvire yönelik kesinlik eğer her cümleyi, hakikinin sabit bir bölümlenmesi halinde getirebilirse (eğer temsile her zaman, orada eklemleştirilen şey yüklenebilirse) ve eğer her varlığın işareti, onun bütünün genel düzenlenişi içinde bütün haklara sahip olarak işgal ettiği yeri işaret ederse.
Cebir, geometri karşısında ne ise, dil de düşünce ve işaretler karşısında odur: kısımların (veya büyüklüklerin) eşanlı kıyaslanmasının yerine basamakların birer birer çıkılmasının gerektiği bir düzen geçirmektedir. Dil işte bu katı anlam içinde, düşüncenin çözümlenmesidir: basit bir parçalara ayırma işlemi değil de, düzenin mekân içinde derinlemesine olarak ihdas edilmesidir (Foucault 134).
Sonuç olarak Simgesel düzen, yaşadığımız çevreyle, geçmişle, gelecekle ilgili edindiğimiz yeni bilgileri işleyebilmemize izin veren, zamanın getirdiği değişimlere göre yeni konumlar alabilmemizi sağlayan bir asimilasyon düzenidir. Bu bağlamda Simgesel düzen, İmgesel tasvirleri, metafizik olanı, simgeyi, “özsel” kimlikleri, ortak ve güncel bir anlamı kurmak üzere, bilgiyi öne çıkartarak gelişimin önünü açarak, bilginin gelişimini ve zamansallığı olanaklı kılacak biçimde asimile eder. Bilinçdışını kuran da bu asimilasyondur: simgenin kendi başına taşıdığı anlam, Simgesel’in kuralları ile yüzleşildiğinde anlamsızlığa dönüşerek, dilin-dışına itilir ve bilinçdışını kurar. Herhangi bir simgenin kendi başına anlam taşıyacak biçimde bağımsızlık kazanması, bilinçdışını, ya da dilin-dışını bilince, dile taşıyacağı için, Simgesel düzeni ortadan kaldıracaktır.
KAYNAKÇA
Derrida, Jacques. Gramatoloji (Çeviren İsmet Birkan). Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2010
Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler (Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2013
SİMGESEL YAPI-SÖKÜMÜNE UĞRATILAMAZ
MUTLUHAN İZMİR
Lacan’ın Gerçek olarak adlandırdığı dönem, hiçbir imgesel ve simgesel temsile izin vermez. Çünkü bu dönemde özne ve onun eksiğini gideren “şey”, henüz kendinden farklılaşmadan bütünüyle kendisi olarak kalıp başka hiçbir şey olmadıkları için yapı-sökümünün anlamı ve yeri yoktur. Yapı-sökümüne uğratacağımız şeyin olması gerekenden ya da kendisinden farklı bir hal kazanmış olması gerekir ki yapı-sökümüne uğratılabilsin. Bu açıdan bakılınca yapı-sökümünün bugüne dek İmgesel dönem atlanarak Simgesel’e yönelmesinin bir alışkanlık haline gelmiş olmasının ne kadar doğru olduğu sorgulanmalıdır. İmgesel’i dilden bağımsız olan bir dönem olarak düşünme yanlışı belki bu hatayı perçinlemiştir. Ancak her söylem Simgesel söylem olmadığı gibi her simge de Simgesel bir gösterge değildir. Simgenin Simgesel bir simge olabilmesinin ön koşulu, onun kendi başına ifade ettiği bir anlama sahip olmamasıdır. Bu durumu Foucault, sesli işareti dolaysız ifade değerlerinden kopartarak onu çığlık ve gürültülerin üzerinde ayağa diken ve kelimeyi kelime haline getiren şey, içine gizlendiği cümledir diyerek vurgular (147-148). Demek ki bir simgeye Simgesel gösterge diyebilmemiz için, onun bağımsız anlamının, içinde bulunduğu yapının kendisine verdiği anlamın karşısında silinmiş olması gerekir.
Yapı-sökümü kavramına Derrida neden gereksinim duymuştu? Derrida, im idesinin ta kendisi olan duyulabilenle anlaşılabilen arasındaki ayrımı -imleyenle imlenen arasındaki ayrımı-, dilbiliminin kabul etmemesi gerektiğini düşünür (24). Çünkü eğer böyle bir kabulle yola çıkarsak, imlenenle imleyen arasındaki ayrılığın mutlak ve indirgenemez duruma gelmesini sağlayabilecek tek etken olarak insan kavrayışının ulaşamayacağı aşkınsal bir imlenenin var olduğunu da kabullenmemiz gerekir. Gösterene böyle bir aşkınsal değer yüklemek, hem onun Simgesel değerini silecek, hem de aşkınlığa neden olan İmgesel bir metafiziğin üretilmesine neden olacaktır. Ancak varlığın söylemini böyle bir metafiziğin üstüne kurduğumuzda, dilbilimi de her zaman metafiziğin ön kabullerini paylaşacaktır der Derrida (33-34).
Böyle bir im, dolaysızca birleşmiş olduğu mutlak bir logos’tan farklı bir anlam ifade edemeyeceği için her insansal katkı, yapı-sökümüne uğratılması gereken bir sahteliğin üretilmesi olarak görülmeye başlanır. Derrida’nın belirttiği gibi bu mutlak logos, Ortaçağ teolojisinde sonsuz bir yaratıcı öznellikti: Bu nedenle imin anlaşılabilir yüzünün hep Tanrı’dan ve onun kelâmından yana dönük kaldığı algısı ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Derrida aşkın imin ve ilahi varlığın doğum yerleri ve zamanlarının aynı olduğu saptamasını yapar. Bu noktadan yola çıkarak İm devrinin (bir aşkın gösteren olarak işlev gören bir imgenin varlığı) esas itibariyle teolojik olduğunu ve bu devrin sonunun hiç gelmeyeceğini belirtir (Derrida 24). Demek ki Derrida, yapı-sökümüne uğratma işleminin, Simgesel bir yapının içinde oldukları için kendi kendine bir anlam ifade etme yetisini yitirmiş imlerden oluşan söyleme yönelmesine karşıdır. Yapı-sökümünün, İmgesel yapının ortaya çıkarttığı aşkın im inancından kaynaklanan, zaman ve mekândan bağımsız, anlamları hiç değişmeyen imlerden oluşan söyleme yönelmesi gerektiğini düşünmektedir.
Derrida insan söylemi ve yazısının, ölümlü bir varlık tarafından dile getirilen hileli bir yapı olduğu kanısının insan zihninin en temelinde yerleşmiş olduğunu belirtir. Çünkü söylemin söyleyicisi olan bu ölümlünün eğer her şeyin “özü” olan en derin anlamı anlaması olanaksız ise (nitekim Tanrısal bir “özü” anlaması olanaksızdır), bu durumda bu varlık düşünemeden yazmakta ya da konuşmaktadır. Paradoksal biçimde bilen-öznenin temeli teolojik olduğu gibi, bilemeyen-öznenin temeli de bu nedenle teolojiktir. Bu nedenle insan yazısı ile dili, hakikat sistemi doğrultusunda “özü” bulmak yönünde çözümlenmesi gereken yapılar olarak değerlendirilmişlerdir ve bu nedenle içinde bulunduğumuz gerçekliğe anlamı katan insan yapısı Simgesellik hep bir kenara itilmiştir (Derrida 26). Bu eğilim, Simgeselin hep İmgesel yönde, ebedi hakikati dile getiren bir yönde çözümlenmesini, simgelerin İmgesel evrene kaymalarını desteklemiştir. Bu satırlardan anlaşıldığı gibi, Derrida’nın yapı-sökümü kavramı ile kastettiği şey bu tarz bir çözümleme değildir. Derrida’nın yapı-sökümü kavramı, aşkın bir “özü” aramamıza neden olan metafiziğin oluşturduğu İmgesel -bağımsız anlam içeren- imleri dilden ve yazıdan ayıklanmasına yönelik bir kavramdır.
Bu durumda Lacan’ın Simgesel olarak adlandırdığı yapının ne kadar metafizik bir yapı olup olmadığının irdelenmesi gerekir. Lacan, Le Symbolique, L’Imaginaire et Le Réel adlı seminerinde (Conférence « le symbolique, l’imaginaire et le réel » fut prononcée le 8 juillet 1953 pour ouvrir les activités de la société française de psychanalyse), tüm canlıları kapsayan bir Gerçek, İmgesel, Simgesel tanımı ortaya koyar. Gerçek, “dürtü” ile onu doyuran “şey” arasındaki dolaysız, yalın bir ilişkidir. İmgesel, “dürtü”yü doyuma ulaştıracak olan “şey”in yerine geçebilecek güçteki bir imgenin canlıyı “şey”e ulaşma hedefinden saptırmasıyla ortaya çıkar ve bu sapışı insanda güçlendiren en başta gelen İmgesel yapı, “narsisistik ego”dur. Narsisistik ego, kendi başına anlam ifade eden, otonom anlamı bir sonsuzluğa uzanan bir imgedir. Simgesel ise canlının kendi dürtü doyumunu bir kenara iterek, ait olduğu toplumun çıkarını gözeten davranışları öne çıkartmasıdır. Bu tanımda görüldüğü gibi, İmgesel dönemde anlamını bulmuş olan “ben” algısı, Simgesel dönemin etkisi altında silinecektir.
Lacan’ın İmgesel dönemi, metafiziğin var olmasına izin veren, aşkın bir İmgesel Büyük Öteki’nin karşısında, O’nun aşkın göstereninin etkisiyle biçimlenmiş bir dili kullandığımız için yapı-sökümüne izin verir. O halde yine dilimizi biçimlendiren Simgesel’in Büyük Öteki’sinin İmgesel’in Büyük Öteki’sinden farkı nedir? Lacan 1955 yılında La Lettre Volee adlı seminerinde şöyle söyler:
Kierkegaard’ın hayranlık uyandıran biçimde, insanı antik ve modern olarak iki ayrı kavram içinde ele almasının ardından, son noktada Freud’un da insan zihnini, bilinç ile eşdeğer bir yapı olarak ele almaktan uzak durması, bir zorunluluğun yineleme biçiminde kendini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Bu yineleme, Simgesel yinelemedir ve simgenin düzeninin insan yapımı olarak tasarlanamayacağının ama kendi kendisinin yapıcısı olduğunun kanıtıdır.(4)
Lacan’ın simgenin düzeninin insan yapımı olarak tasarlanamayacağını ve Simgesel’i (simge değil) kendi kendisinin yapıcısı olarak nitelendirmesi çok önemlidir. Kavrayışımızın dışında kaldığı için Gerçek dönemini dışarıda tutarsak, kendi kendisinin yapıcısı olmayan tek dönem İmgesel dönemdir ve bütünüyle insan zihninin hayal gücünden kaynak alır. Metafiziği kuran da işte budur; O’ndan ayrı kaldığında yaşamını sürdüremeyeceği bir büyük Öteki’nin (anne ya da baba) karşısında çaresiz duran bir çocuğun zihinsel algısı…
Bu çocuk, Öteki’ne olan yaşamsal bağımlılığı ve terk edilme korkusu nedeniyle kendisini Öteki’nin bir arzu nesnesi haline getirmek zorundadır ve Öteki’nin arzusuna göre bir biçim alır. Bu biçim alış bir yasayı oluşturur ve yasa bu dönemde bütünüyle somut bir Öteki’nden kaynaklanan, O’nun arzusunu dile getiren bir yasadır. Yasanın bu hali, İmgesel döneme ait bir yasadır çünkü bütünüyle kendi gücüne dayanan somut bir varlıktan kaynaklanıyormuş gibi algılanır. Simgesel dönemin yasası ise Lacan’ın belirttiği gibi, öznenin karşısında duran bir somut Büyük Öteki’den değil, “ötelerden” gelir. Kendi kendisinin yapıcısı olan Simgesel’in yasası, somut bir taşıyıcısı olmayan ve Gerçek gibi, müdahale edemediğimiz, değişime uğratamayacağımız, somut bir varlığın arzusu ile hiçbir ilgisi olmayan bir yasadır. Tıpkı “ölüm” gibi, “zaman” gibi, “yerçekimi” yasası gibi… Oysa İmgesel yasa, bizim Öteki’nin arzusunu okumamıza ve onun arzusu doğrultusunda varoluş kazanmamıza, bir söylem geliştirmemize yarar. Lacan Angiosse adlı seminerinde bu durumu şöyle anlatır:
Üç Erkek Kardeş Mağarası’nın büyücüsü olarak kendimi dua eder pozisyonda duran dev bir peygamber böceğiyle aniden yüz yüze gelmiş ve apar topar bir hayvan maskesi takmış biçimde hayal etmiştim:
Tam olarak hangi maskeyi takmış olduğumu bilmediğim için yüzümdeki maskenin peygamber böceğini kimliğimle ilgili yanıltmaya yetip yetmeyeceğinden emin olamayışım nedeniyle bu olayda kendimi çok da rahat hissetmiyordum ve eklemem gerekir ki işin daha da kötüsü böceğin göz küresinin esrarengiz aynasında kendi görüntümü tam olarak seçemiyordum.
Bugün bu eğretileme (metafor) tüm değerini korumaktadır ve onun kendisi, bu tabloda gösterdiğim göstergelerin merkezine, öznenin gösteren ile olan ilişkisini yapılandıran grafiğin iki katı arasında menteşe gibi duran, Freudyan doktrinin öznellik kavramının anahtarı olan, “Che vuoi?”, “Que veux-tu?” “Ne istiyorsun?” biçimindeki sorunun yerini doğrulamaktadır. Biraz daha ileri giderseniz, Fransızcanın me tümlecine yüklediği dolaylı ve dolaysız anlam ile birlikte şu soru ortaya çıkar: “Que me veut-il?” “Benden ne istiyor?” ya da “Beni ne kadar istiyor?”. Bu yalnızca “benimle ne yapmak istiyor?” değil ama doğrudan egoyu ilgilendiren havada asılı bir anlamı, “beni ne biçimde istiyor?” de olmayan, “egonun bulunduğu yer açısından nasıl bir şey istiyor?” anlamını içerir. Burada iki kat arasında asılı duran bir anlam var: d →S◊a ve i(a) → m, her biri karakteristik etkiyi vurgulayan iki geri dönüş noktası. İkisi arasındaki mesafe ise bir zamanlar onunla aynı ama farklı olan arzu ile narsisistik özdeşim arasındaki ilişkiyi oturtabilmemize yarayacak her şeyin kökeninde yer alan temel kavramları oturtabilmemizi sağlayacaktır.
Öteki’nin arzusu eğer bu biçimde doğrudan bir güce bakarak okunabiliyorsa bu durumda arzu, imgesel, hayali bir arzudur çünkü burada Büyük Öteki, bir metafiziğin üstüne oturan ideal ego hayalinin desteği ile üretilir. Hayal gücümüz bu alanda alabildiğine devreye girmiştir ve onun yaratacağı imgelerin gücü, hakiki dünyada bulunabilecek her şeyin gücünü aşacak güçtedir. Simgesel, ötelerden gelen yasasıyla bu hayal gücünün oluşturduğu üretime dur diyerek özneyi geride bıraktığını düşündüğü Gerçek’in yanı başına yeniden getirir. Özne engelleyemediği biçimde acıkmakta, üşümekte, yaşlanmakta ve hasta olmaktadır. Mevsimler, gece-gündüz döngüsü, kuraklık-yağış döngüsü, zaman, mesafe gibi kendisini aşan yasalarla kuşatılmıştır. Gerçek’in bize yaşattığı bu tatsız durumlardan öznenin kendisini tek koruma olanağı toplumla uzlaşmasından geçer. Toplumun her bireyinin bu acımasız kurallara tabi olduğunun özne tarafından anlaşılması, Simgesel’e giriş için çok önemli bir etkendir. Simgesel’de bu kurallardan muaf olan, ölümsüz olan, aşkın olan kişi yoktur. Ötelerden gelen yasa herkesi karşısında eşit bir yere yerleştirir. Bu durumun tek istisnası, öznenin gereksinimlerinin başkaları tarafından karşılandığı, gereksinimlerini karşılayabilmek için çalışmak zorunda kalmadığı bir ortamda bulunmasıdır. Tüketim toplumları bu nedenle metafiziğe daha yakın bir zihinsel algının içindedirler.
Simgesel, yasası ötelerden gelen, müdahale edemeyeceğimiz bir gerçeklikle bizi donatan yapısıyla, yapı-sökümüne uğratılamaz bir yapıdır. Yasası, değiştiremeyeceğimiz dışsal etkenlerden kaynaklanır. Örneğin bir adres eğer hakiki bir konumu gösteriyorsa, mekânın değişmezliği, o adresin içindeki harflerin değişmesiyle bozulmaz. Çünkü mekân, Öteki’nin arzusuna göre biçimlenmemiştir. Uzaysal konumumuz Öteki’nin arzusundan bağımsız biçimde zaten “var”dır. Dil eğer Simgesel ise, bu değişmez hakikati dile getiren bir söylemi aktardığı için yapı-sökümüne uğratılamaz. Öteki, Simgesel dönemde somut varlıklardan, iktidardan, patrondan, anneden, babadan bağımsızlaşmış ve ötelere gitmiştir. Mevsimlerin varlığı gibi, gece ile gündüzün oluşması gibi, arzuladığımız nesneye ulaşabilmek için aramızdaki mesafeyi kat etmemiz gerektiği gibi, vücudumuzun engelleyemediğimiz değişimlerine boyun eğdiğimiz gibi, ölümlü olduğumuz gibi, ötelerden gelen yasalara tabi olmanın yarattığı gerçekliği dile getiren söylem Simgesel söylemdir. Bu nedenle Simgesel söylemi yapı-sökümüne uğratmak, sadece metafiziği öne çıkartmaya ve İmgesel söylemi güçlendirmeye neden olacaktır. Amacımız metafiziği ortadan kaldırmak ise bu yaptığımıza bu durumda yapı-sökümü demenin olanağı yoktur.
Derrida, Jacques. Gramatoloji (Çeviren İsmet Birkan). Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2010
Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler (Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2013
HEGEL’İN GÖZÜYLE STOKHOLM SENDROMU
MUTLUHAN İZMİR- PSİKİYATRİST
Günümüzde bazı toplumsal ve bireysel ontolojik görünümlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, Stokholm Sendromu olarak da adlandırılan, sert otorite figürü ile sertliğe maruz kalan birey arasındaki bireyin teslimiyetçi bir tutum sergilediği ilişki biçimini, Hegel’in iki yüzyıl önce tariflediği köle-efendi diyalektiği zemininde yeniden ele almakta yarar vardır. Bireyin bilinci ile ilgili bazı yapısal özellikler, bireylerarası ilişkilerde ya da toplumsal otorite ile birey arasındaki ilişkilerde, bireyin anlaşılması zor gibi görünen bazı tepkilerini açıklayıcı nitelikler taşımakta ve bu bağlamda da gerek Stokholm Sendromu, gerekse birçok siyasi ve toplumsal fenomeni anlamamıza yardımcı olacak nitelikler taşımaktadır.
Hegel, Tinin Görüngübilimi adlı eserinin Özbilincin Bağımsızlık ve Bağımlılığı: Efendilik ve Kölelik adlı parçasında (Çev: Aziz Yardımlı, İdea İstanbul, 1986, s 124), bireyin kendi bilinci anlamında kullandığı özbilinç kavramı ile ilgili iki önemli özellikten söz etmiştir:
1-Özbilinç ancak tanınan bir şey olarak vardır,
2-Bilinçler bağımlıdır, tanınma zorunluluğu bilinçleri birbirlerine bağımlı duruma getirir.
Hegel öncelikle şunu belirtmek istemiştir; kendi bilincimiz, dünyayı anlayıp anlamlandıracak tek bilinç olmadığını anladığı anda öteki bilincin ya da bilinçlerin de farkına varmış olur. Bilinç kendi kendine varolduğunu duyumsar ancak bu his bir gerçeklik kazanmamıştır, yani toplum içinde varolduğundan ve nasıl bir varoluşa sahip olduğundan emin olamaz. Bundan emin olabilmesi için, öteki bilinçlerin de işin içine girdiği bir dizge (sistem) içinde, kendi koordinatlarını belirlediği bir gerçekliği oluşturması gerekmektedir. Kojève’in belirttiği gibi, “Kendisine atfettiği değer, hayali bir değer olabilir; kendisi hakkındaki fikri, yanlış ya da delice olabilir. Bu fikrin bir hakikat olması için, bir nesnel gerçekliği açığa-vurması, sadece kendisi için geçerli olan ve var olan bir antiteyi değil, ama kendisinden başka gerçeklikler için de geçerli olan ve var olan bir antiteyi açığa-vurması gerekir. Ele aldığımız durumda, insanın gerçekten ve tam anlamıyla ‘insan’ olabilmesi ve kendini böyle bilebilmesi için, demek ki, kendi hakkında benimsediği fikri, kendinden başkalarına kabul ettirmesi gerekir; başkaları tarafından (en ideal durumda herkes tarafından) bilinip-tanınmasını sağlaması gerekir. Başka bir deyişle, bilinip-tanınmadığı (doğal ve insansal) dünyayı, bu bilinip-tanınmanın gerçekleştirdiği bir dünyaya dönüştürmesi gerekir.” (Kojève, Alexandre. Hegel Felsefesine Giriş. (Çev. Selahattin Hilav). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996.) Bu noktada bilincimizin en önemli önceliği, kendisi gibi olan bir başka bilinçte kendisinin nasıl algılandığını bilmek durumuna gelir. Bu nedenle, öteki ile olan ilişkimizde ötekine, onun özbilinci nedir acaba diyerek bakmayız, o bizi nasıl görüyor diye bakarız. Bu bakış, bilincin kendisini tanıması için zorunlu bir aşamadır, aksi halde bilincin kendisini tanıyabileceği başka bir yol söz konusu değildir. Özbilincin kendisini tanıyabilmesi için, ötekinin bilincindeki yansımanın zorunlu bir aşama olması, bilinçlerin bağımlılığını da yaratır.
Tanınma zorunluluğu ve bağımlılık özellikleri, bilincin öteki bilinçle(rle) bir tür alma verme oyunu oynamaya başlamasına neden olur. Bilincimiz öteki bilincin karşısında önce kendisini ona verir ancak verdiği şeyi yeniden kendisine geri almak zorundadır, ötekinde kalan bilinç kendisini tanıyamaz, bu yansıma zorunludur. Böylelikle bu oyun, bilincin kendisini önce öteki haline getirdiği, sonra da ötekini ortadan kaldırarak kendisine özdeş hale geldiği sürekli bir alışveriş sürecine dönüşür. Bilinç, ötekinin zihnine göndermiş olduğu, bu nedenle de başka bir bilinçte varolan kendisinin artık özsel olmadığını bilir. Bu nedenle de, kendisine ait özsel bir kavrama sahip olabilmek için, başkasına ait olan bu özsel olmayan nesnenin başkalığı ortadan kaldırılmalıdır. Özne olarak kendinden emin olabilmesi için, bu nesnel durumu ortadan kaldırmalı, yani varlığının hiçbir dışvarlığa bağlı olmadığını görmelidir. Hegel’in belirttiği gibi, bağımsız şekiller yaşamın varlığına gömülmüş bilinçlerdir, yani yaşam denilen şey varolan nesnedir. Yaşam içinde bilincin her ötekileşmesi, bilincin kendisini kendisi olarak tanıyabilmesi için gerekli olan dizgenin kurulması için zorunlu ancak sonradan ortadan kaldırılması gereken bir nesne yaratır. Sonraki aşamada ise, başkasının ortadan kaldırılması ile bu nesne, yeniden kendi bilincine ait ve kendi bilincinin içinde bir özne haline gelir. Özbilinç bu oyunda, ötekileşme ve özdeşleşme biçimindeki iki ucun arasında bulunan oyun kurucudur. Hegel, bu oyunu oyunun içindeki her bilincin kendisi için, kendi adına oynaması gerektiğini belirtir. Bilinçler karşılıklı olarak kendilerini birbirlerine vermeli, sonra da ötekinin kendisini geri almasına izin vermelidirler. Tüm bilinçler karşılıklı olarak birbirlerini tanıyarak kendilerini tanımaktadırlar. Bu durum her bilinç için bir tanıyan ve tanınan ikileşmesinin ortaya çıkmasına neden olur. Ancak bu ikileşme ve bağımlılık durumu bilinç için çok huzursuz edici bir sıkıntı kaynağı olur. Her bilinç başkasına bağımlı olmadan ve tek bir bütünlük olarak kendisinden emin olmak ister. Bilincin bağımsız ve tek bir bütünlük olarak kendisinden emin olduğu nokta, sonsuz huzurun yakalandığı noktadır, bu nedenle her bilinç bu kesin huzur noktasına ulaşma arayışının içindedir.
Özbilinç, ötekine bağımlı olmadan bir bütünlük içinde olduğundan nasıl emin olabilir? Eğer iki özbilinç de karşılıklı olarak bilinçlerinde birbirlerini ortadan kaldırma hakkını birbirlerine tanırlarsa, her birinin kendi ortadan kaldırılışında sağ kalan bilinçler olarak bu noktaya ulaşabileceklerdir. Yani kansız bir yaşam mücadelesi gereklidir, özbilinç ancak yaşamın ortaya çıkarttığı öteki bilinci ve öteki bilinçteki kendilik nesnesini ortadan kaldırarak halen varoluyorsa kendisinden emin hale gelir. Bu süreç hiçbir zaman sona ulaşmayan, sürekli diyalektik bir devinim içinde ve değişen koşullara göre yinelenmesi gereken bir süreçtir.
Ancak Hegel bu belirsizlikten hoşlanmayan bazı bilinçlerin, bu eşit ve karşılıklı ilişkiden kaçınarak kendi hayatını tehlikeye atıp, kendini kendi bildiği gibi ortaya koymak eğiliminde olduğunu belirtir. Yani böyle bir bilinç öyle bir nokta aramaktadır ki, başkasının kendisini, kendi bildiği biçimiyle reddetmesi olasılığı ortadan kalkmış olsun ve tanıma süreci sabit bir noktada dursun. Hegel, bu cesareti gösterip de kendisini karşısındakine kabul ettiren bilincin Efendi bilinci olduğunu, korkarak geri çekilen bilincin ise Köle bilinci olduğunu belirtir. Böyle bir ilişkide Efendi salt tanıyan merci konumundadır ve Köle de salt tanınandır. Köle, korktuğundan dolayı geri çekilerek Efendisinin bu konumunu kabullendiği için, sürekli olarak Efendisi tarafından tanınmak için çabalamak durumundadır, çünkü başlangıçta belirtildiği gibi bilincin en önemli özelliği, tanınmaya bağımlı olmasıdır.
Heidegger de korkunun bireyi bir hiç haline getiren özelliğini vurgulamıştır (Metafizik Nedir? Çev. Yusuf Örnek. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 1991). Oysa Heidegger’in belirttiği gibi hiç olarak kalmak olanağı olmadığı için hiç hiçer, yani hiç olduğu noktadan başka bir noktaya bilinç itilir. Bu nedenle hiçen bilinç kendisini bir başka bilinçte tanıma çabasından kendisini alıkoyamaz, ontolojik olarak bu olanaklı değildir. Korkan bilinç, kendisini kendisi gibi ortaya koyamaz, çünkü ortaya koyacağı kendisi, bir hiç haline gelmiştir. Hiçlikten ise sadece hiçlik çıkar. Bu durumda birey, kendisini hiç olmaktan kurtaracak bir bilinci aramaya koyulur. Korkmuş bilinç, hiçlendiği için hiçen bir bilinç olarak efendisini aramaya bağımlı olmuş bilinçtir, köleleşmiş bir bilinçtir. Köleleştiği için de efendisini bulmak ve kendisini efendisinin bilincinde tanımak zorundadır. Günümüzün toplumlarında bireyler kendilerini korkutan bilinçle yüz yüze gelme olanağına da sahip değillerdir. Oysa Stokholm Sendromu’nda doğrudan bir ilişki olduğu için, Stokholm Sendromu toplumsal fenomenleri açıklamaya yeterli değildir. Günümüz insanı, hangi ülkede yaşarsa yaşasın, dolaylı tehditlere, terör eylemlerine, ekonomik krizlere, ve medya aracılığıyla gelecekle ilgili olumsuz senaryolara sıklıkla maruz kalarak korkutulmuş ve hiç noktasında zıplayan bir bireydir. Hegel’in belirttiği gibi, “bu bilinç ne bu ya da şu öğede, ne de bu ya da şu an için değil, ama bütün bir özü için korku duymuştur; çünkü ölüm korkusunu, saltık Efendi korkusunu duymuştur. Bununla içten yıkılmış, kendi içinde tepeden tırnağa titremiş, ve içinde sağlam ne varsa sarsılmıştır.” (a.g.e. s 130). Kendi geleceği, çocuklarının geleceği, içinde bulunduğu toplumun geleceği için sürekli korku içinde olan ve Kafkaesk bir toplumda yaşayan bir bilinç için artık en önemli öncelik, kendisini, nereden geldiği belli olmayan bir tehdide karşı koruyup kollayacak olduğunu düşündüğü güçlü, dövüşken, korkusuz görünen bir efendi bulmak ve onun bilincinde tanınmak için çabalamaktır. Toplumlar o efendiyi gerçekten buluyorlar mı, yoksa bulduklarına inandırılıyorlar mı, bu üzerinde durmaya değer bir konudur. Demokrasi ve özgürlük, öncelikle korkmaması için gerekli olanakların sağlanmış olduğu bireylerin gerçekleştirebilecekleri bir ütopyadır. Öncelik sıralaması yanlış olursa ütopya yerine distopya ortaya çıkar. Korkması için her şeyin hazır olduğu bir bilincin köleleşmemesi olanağı yoktur. Stokholm Sendromu’nu bir de bu gözle görmekte yarar vardır.
DSM- I, II, III, IV, IV-R, V. YETTİ ARTIK, STOP-DSM
Mutluhan İzmir
Gözümüz aydın, psikiyatri alanında dünyada yaygın olarak kullanılan tanı koyma ve tanıları sınıflandırma el kitabı olan DSM (Diagnostic and Statistical Manual), 1952 den sonra altıncı kez yenilenerek psikiyatristlerin kullanımına sunuldu. Her yeni DSM el kitabı çıktıktan sonra kitaptaki ‘yeni hastalıkları’ bir çırpıda ezberleyip, onları sorgulamadan ertesi gün karşısına her çıkana teşhis olarak koymaya can atan çok psikiyatrist olduğunu biliyoruz. Bu tür arkadaşlar için Tanrı kelamı kadar kutsal olan DSM’yi eleştirenler de var. Bu eleştirilerden bazılarını http://www.stop-dsm.org sitesinde bulabilirsiniz. STOP-DSM hareketi, bunlardan birisi. Blogdaki açıklamada şöyle deniyor:
STOP-DSM hareketi, DSM’nin yegane sınıflandırmaya dönüşmüş olmasını tartışmaya açmaktadır. Epidemiyoloji, bilimsel araştırmalar, sosyal güvenlik kurumları, tıbbi istatistikler, psikiyatri ve psikoloji eğitimi için yegane temeli oluşturan bu sınıflandırma ile ruhsallığı anlamak, tedavi etmek gittikçe zorlaşmıştır. DSM’nin yarattığı yapay psikopatolojiler içerisinde hastalar ve ruhsal acıları kaybolmuş gibidir. Özellikle çocuk ve ergenler için bu aşırı tanı koyma eğilimi ciddi risk oluşturmaktadır. Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından hazırlanan DSM 1980’lerden beri tek referans durumundadır. 1952’de yayınlanan ilk versiyonunda 108 tanı kategorisi bulunmaktayken DSM IV'te 410 tanı kategorisi bulunmaktaydı.
Bu hareketin amacı DSM’nin bilimsel değerini, metodolojisinin klinik geçerliliğini, ruh sağlığı alanına katkısını tartışmaktır. Bu sınıflama hegemonyasının anlamının kavranması ruh sağlığı alanındaki tüm klinisyenler için önemlidir.
DSM V’in hazırlanma sürecinde davranışların, duygulanımları psikiyatrikleşmesi, ilaç kullanımının yaygınlaşması ile ilgili süren tartışmalar, Patrick Landman ve meslektaşları tarafından 2011’den beri izlenmektedir. Psikiyatrinin psikanalizle bağını kesen DSM yaklaşımına karşı Fransa, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Brezilya ve Belçika’daki birçok dernek bu harekete katılmaktadır. STOP-DSM hareketi 2011’den beri her yıl Paris’te yıllık toplantılar düzenlemektedir.
Şimdi biraz bu hareketin öncülerinden Gérard Pommier’ye kulak verelim (bu metin Paris’te 22 Kasım 2014 tarihinde gerçekleştirilen « De STOP DSM à POST DSM » toplantısında sunulmuştur):
Şüphesiz ki kendi bakış açımız var, ama Allen Francis’in de hatırlattığı gibi, günlük hayatın sorunlarının hastalığa dönüşmesinin, hatta aşkın ve yasın bile hastalığa dönüşmesinin ve sadece bizi değil kamu yararını da ilgilendiren yanlış tanıların zararını göstermeyi düşündük. Freud’un fikirlerinden bu yana geniş ölçekli keşiflerde bulunan sinirbilimcileri de ilgilendiren bu zararı durdurmayı umduk.
Hiçbir bilimsel kanıt içermeyen ve gittikçe daha karmaşık ve istilacı vahşi bir ormana benzeyen bu epidemiyolojik el kitabı ile ne öğrencilerin iyi bir eğitim alabileceğine ne de eğitmenlerin iyi bir formasyon verebileceğine ikna olduk. Şehirlerdeki doktorların ilaç dağıtıcısı, ilaç temsilcisi rolüne indirgendiğini, çünkü her yerde hastalık gören bu el kitabının insanı korkuttuğunu düşündük. Ve DSM’den kaynaklanan sadece insani değil maddi sonuçların da farkında olarak, bu politikanın bitmesi gerektiğini düşündük.
Geri döndürülemez bir yıkım riskiyle karşı karşıya olduğumuzu fark etmekte geç kaldığımız bir gerçek. Önceleri epidemiyolojiye göre hazırlanmış zararsız bir sınıflandırma, sosyal güvenlik kurumlarına ve finansal tahminlere göre bir kodlama ile uğraştığımız zannettik. Ama bunun her türlü farklı düşünme, tedavi etme, tedavi eğilimi, araştırma yapma biçimini boğmak isteyen, hegemonyacı bir teşebbüs olduğunun farkına varılması gerekti; ki bunun için de her yeri kaplaması gereken bu yalan empoze edilmeliydi.
Hoşgörümüzün sadece bize karşı dönmüş olduğunu fark etmekte geç kalmış olmayıp ki bu önemli de değil, ama aynı zamanda ruhsal acıların herhangi bir daha derin anlayışına karşı da dönmüş olduğunu çok geç anlayabildik ve şimdi bu daha geniş patolojilere doğru ilerliyor.
İlaçlara karşı değiliz ve açgözlü olmasalardı laboratuvarlarla müttefik olabilirdik. Freud nöromediyatörlerin varlığından ilk bahsedenlerdendi ve bu daha keşfedilmelerinden çok önceydi. O, ruhsal ve bedensel olanın iki yönlü olarak birbirini etkilediğine asla karşı çıkmadı. Bugünkü klinik yaklaşımımız ile Freud’un zamanı arasında çok fark olduğu doğrudur, ama psikotrop ilaçlar onun döneminde henüz mevcut değildiler ve şimdi geçmişte olsa hastaneye kapatılmış olabilecek birçok hastamız var.
Ama tedaviler ne olursa olsunlar, şimdi nadiren görebildiğimiz gibi, öncelikli olan doğru bir tanıdır. Yeni yöntemler ve eğilimler ne olursa olsun, öznelliğin tanınması ve saygı duyulması gerekmektedir. Bizler makina değiliz ve bugün ruhsal acıyı açıklayan organik nedenlerin hiçbir bilimsel kanıtı yok.
Nedeni her ne olursa olsun, organik ya da psişik hiçbir ön kabul olmaksızın bilimsel kriterler üzerine kurulmuş bir sınıflandırmadan yanayız. Psikiyatr, psikolog, araştırmacı arasındaki bölünme tamamen uygunsuzdur, bizim gibi D.S.M. şirketinin ne ifade ettiğinin farkında olanlar ile birlikte, psikanalist sıfatıyla bu amaçlara bağlıyız.
Fazla söze ne gerek var? Şimdi tıpış tıpış psikiyatristlere koşup Pommier’nin içyüzünü ortaya koyduğu bu kitapçığa göre, önce teşhisimizi öğrenelim, sonra da ona uygun bir ilacı kullanmaya başlayalım mı, ne dersiniz?
NEDEN TÜKETİYORUZ?
1000 yıl, hatta 100 yıl öncesinde yaşayan insanlara kıyasla günümüz insanının bu soruya doğrudan vereceği cevaplar bulması çok güçleşmiş durumda. 1000 yıl önce yaşayan bir insana bu soru sorulduğunda, cevabı çok basitçe, “ihtiyacım var, neye ihtiyaç duyuyorsam ve bulabilirsem onu tüketirim” biçiminde olacaktı. İhtiyaç-tüketim ilişkisi bugün çok bulanık, hatta çoğu zaman ortadan kalmış denebilecek kadar zayıflamış durumda. Ancak ihtiyaç tanımını 1000 yıl öncesine göre değil de günümüze göre tekrar yaparsak, günümüz insanının tüketim yoluyla, yine de ihtiyaç denebilecek bir şeyleri gidermeye çalıştığını söylemek mümkün, ama bu ihtiyaçların 1000 yıl önceki hayati ihtiyaçlardan farkları, giderilmediklerinde yaşamı idame ettirmenin olanaksız hale gelmemesidir. Günümüzde ihtiyaç olarak tanımlanan şeyin ne olduğunu sorarsanız, bunun kişinin yenilenme ihtiyacı, acizliğinden, zayıflıklarından sıyrılmış hissetme ihtiyacı, muktedir, güçlü, beğenilen, arzulanan birisi olarak hissetme ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni de, insanların artık kendi hayatları üzerinde söz haklarını giderek yitirmelerinden kaynaklanmaktadır. İnsanlar giderek kendi hayatlarının yönünü belirleme iradesini kullanma yetisini yitiriyorlar çünkü insanlar, nasıl yaşayacağı, nasıl âşık olacağı, nasıl çalışacağı, nasıl tatil yapacağı, nasıl düşüneceği, neyi seçeceği ile ilgili hemen hemen hayatlarının her alanında giderek daha edilgen bir hale geliyorlar ve iradelerini kullanamıyorlar. Kendine saygı duymanın, kendini sevebilmenin en önemli gereği olan kendi iradesini kullanarak yaşama hakkını yitirmeye ve bundan artakalan edilgenliğe, insanın doğasının katlanması mümkün değildir. Eğer edilgenlik durumuna bir çözüm bulunamazsa o insan kendini yok etme sürecine girer istemeden, çünkü insan kendini eylem içinde var eder, bu eylemliliğin efendisi kendisi olmadığı anda insan kendi varoluşunu hissedemez, yok olmuştur. İşte mağaza raflarında bulduğumuz ve markalı olmasına özen gösterdiğimiz şeyler, bize, edilgenliği aştığımız ve satın alınacak bir şey seçerek kendi hayatımız üzerinde gerekli olan irademizi kullanabildiğimiz yanılgısını yaşatır. Markalı, pahalı, alınması zor bir şeyi raflardan seçerek almak bize güçlü, muktedir, beğenilen birisi olduğumuz hissini verir çünkü irademizi kullanmış olma yanılgısı vardır bu eylemde. İşte insanda, edilgenlikten kurtulduğu yanılgısı yaratan ve çok zor durumda bile bütçeleri zorlayarak “marka” almaya insanı iten bu yanılgıdır. Alınan yeni şey bir süre sonra sihrini yitirir. Seçim yapma ve iradeyi bu yolla gösterme gereği bu sihrin kaybolması ile birlikte yeniden ortaya çıkar. Sihri yaratacak yeni bir tüketim eylemi peşine düşülür hemen, satın alma eylemi ile birlikte yine geçici bir süre için rahatlanır, sonra tekrar aynı arayış başlar çünkü insanın içindeki iktidar duygusunu, markalı da olsa, satın alınan şeylerin hiçbiri kalıcı olarak destekleyemez.
UÇAĞINI DAĞA ÇAKAN PİLOT VE ANTİDEPRESANLAR
Bebeğini evde bırakıp tatile giden kadından sonra şimdi de uçağını dağa çakan pilot gündemde. Ortak nokta ikisinin de psikolojik sorunlar yaşadıklarının iddia edilmesi ve antidepresan ilaçları tedavi amacıyla kullanıyor olmaları. Geçen hafta Lufthansa'ya bağlı Germanwings adlı şirketin yolcu uçağını dağa çakarak 150 kişinin ölümüne neden olan pilot Andreas Lubitz için haber sitesinde şunlar yazıyor:
"Evinde çok sayıda antidepresan bulunan Lubitz'in görme sorununun da olduğu ve pilotluk kariyerini riske atan bu problemi de çalıştığı şirketten sakladığı bildirildi.
New York Times, görme probleminin ne derece ciddi olduğunun ya da Lubitz'in yaşadığı psikolojik sıkıntılara etkisinin bilinmediğini belirtti. Gazete, Lubitz'in bu sorunuyla ilgili tedavi gördüğünü bildirdi.
New York Times'a konuşan bir kaynak, olaya ilişkin soruşturmayı yürüten yetkililerin, bu rahatsızlığın psikosomatik olma ihtimalini de göz önünde bulundurduklarını söyledi."
Kaynak (erişim tarihi 29 Mart 2015 13:30):
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28588064.asp
Bebeğini evde bırakıp tatile giden ve dönüşte bebeğini ölü bulan kadının bebeğine yaklaşımı sanki oyuncak bir bebek ile kurulan ilişki gibiyse, bu pilot da sanki oyuncak bir uçağı, kızgınlıktan yere atmış gibi... Bu çocuksu davranışlar, tedavi amacıyla kullanılmakta olan antidepresan ilaçların ortaya çıkarttıkları bir yan etki olamaz mı? Antidepresanların yaygınlaşan kulanımı bir halk sağlığı sorunu haline geldi ve bu ilaçların suç işleme olasılığını arttırıp arttırmadıklarının ya da suçun bilincinde olma durumunu azaltıp azaltmadıklarının ciddi olarak araştırılması gerekiyor. Hele de ülkemizde dünyada olanın tersine bu ilaçların maliyeti, devlet (SGK) tarafından karşılanıyorsa. Psikiyatristler farkında olmadan milyonlarca kişiye, tedavi edeceği inancıyla, onları daha da sorunlu hale getirebilecek bu ilaçları aşırı biçimde reçete ediyor olabilirler. Durum vahim ve ciddi olarak üzerinde durulup araştırılmayı hak ediyor.
VARLIK VE NESNE
MUTLUHAN İZMİR
“İsteğin Beni”, içeriğe susamış bir boşluktan; dolu olanla kendini doldurmak, bu dolu olanı boşaltarak kendini doldurmak, -dolunca da- bu dolu olanın yerine kendini koymak, kendisinin doluluğu ile, kendisinin olmayan dolu olanın ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu işgal etmek isteyen bir boşluktan başka nedir ki? (Hegel, 1, s 42)
Elinize bir beyaz kağıt alıp, bir “şey”in resmini yapmaya karar verdiğinizde önünüzde iki yol vardır: Ya o “şey”i beyaz kağıdın üstüne elinizdeki kalem ile doğrudan çizersiniz, ya da kağıdı karalayıp, “şey”i yerleştireceğiniz yeri boş bırakarak o “şey”in biçiminde bir boşluk bırakırsınız.
“Ben” denilen fenomenin oluşum süreci bu iki yöntemden hangisini izlemektedir? Verili, bilen bir “ben”, dış dünyadan önce varolarak dış dünyayı ve dış dünyaya ait nesneleri resmedebilir mi? Yoksa “ben”, bilincin, Hegel’in deyimi ile, Kendininbilinci olma aşamasında, resmini çizmiş olduğu dış dünyanın ortasında bir boşluk olarak mı ortaya çıkar? Toplumun bireyden önce varolduğu gerçeğini göz önüne alırsak, beyaz kağıdın üstüne ilk olarak çizilen fenomenin birey değil toplum olduğunu fark ederiz.
İnsanın varoluşunu daha çok ikinci durumdaki gibi görmek daha akla yatkın geliyor. Bu açıdan bilincin, Kendininbilinci aşamasına geçmesi kilit bir aşama olarak ortaya çıkmaktadır. Kendininbilincini oluşturan en önemli etken ise istek duymaktır. Hegel’in belirttiği gibi istek duyan bilinç, o ana dek edilgen olarak gözlediği dünyadan, kendine çağırılır. Kendine çağırılan bilinç, dış dünyanın fenomeninin ortasında bir boşlukla karşılaşır, bu boşluk, “ben”in konumlanacağı boşluktur ve Kendininbilincinde bu boşluk tanımlandığında “ben” ortaya çıkar. Kendininbilinci “ben”i ilk olarak bir nesne olarak tanımladıktan sonra, bu nesne bir özne görevi üstlenerek Kendininbilincini sahiplenir ve özne, Kendininbilincinde dış dünyanın nesnelerinin temsilcilerini oluşturur. Dış dünyadaki nesnelerin temsilcilerinin temsil edildiği bilincin, eksiklik hissettiği anda istek duyması ile birlikte kendine çağırılması öncesinde, bilinç, bilincin biyolojik varlığının dışındadır.
Boşluk olarak kendini fark eden “ben”, kendini olumsuzlayıp (nesneleştirip), “ben” dışındaki ile kendini varettiği için, “ben”, kendisinin dışındaki varsa varolabilir. Kojéve bu açıdan Hegel’i şöyle açıklar: Olumsuzlayıcı varlık, kendisiyle özdeşliğini olumsuzlar ve kendi karşıtı haline gelir, ama yine de aynı varlık olarak kalır. Ve onun kendiyle karşıtlık içindeki bu birliği, olumsuzlamasına ya da “çözülmesine” ve hatta “dönüşüme uğramasına” rağmen yine de olumlanmasıdır (özneleşme) (1, s 208). Olumsuzlamayı doğuran şey çalışma ve mücadeledir, sadece düşünsel çaba olumsuzlama yaratmaz.
Görüldüğü gibi özne ile nesnenin sabit konumları yoktur, her ikisi de hem içeride, hem de dışarıdadır. Özne ile nesneleri tanımlamak ile yükümlü olan psikoloji, ancak özne ile nesnenin fenomenolojisini diyalektik bir zeminde, bir varlık bilimi olarak tariflemeye çalıştığı sürece bir bilimdir. Bu bilim, nesne-özne-nesne döngüsünü gözleyen ve bu eylemi tanımlayan bir bilimdir. Yani psikoloji biliminin nesnesi, zaman boyutu içindeki bir edimdir, bir eylemdir, bir varoluş-yokoluş eylemidir. Bu bilim, zaman içindeki özne-nesne hareketliliğini ölçer, zaman ve eylem durmuşsa psikoloji bilimi de yokolmuş demektir.
1) Hegel Felsefesine Giriş, Kojéve A., Çeviren: Selahattin Hilav, YKY Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul.
VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ NEDİR?
Varoluşçu psikoterapi, özneyi doğru bir gerçeklik içine oturtmaya yönelik olarak yapılan bir psikoterapi biçimidir. Varoluşçu psikoterapi yaklaşımında, öznenin, içinde bulunduğu ya da içinde bulunduğunu varsaydığı gerçekliğe göre biçimlenen bir egoya sahip olduğu gerçeği temel alınır. Varoluşçu psikoterapinin diğer psikoterapi türlerinden en önemli farkı, öznenin ego ve süperego gibi, en baştan beri var olan ve değişmez birtakım psişik acentelerle temsil edilmediği gerçeğini öne çıkartması ve psikolojik sorunların gelişiminde bireyin içyapısından çok dış gerçekliğin önem taşıdığını vurgulamasıdır.
Varoluşçu psikoterapi, öznenin dış gerçekliği ile sağlıklı bir ilişki kuramaması dolayısıyla ortaya çıkan ruhsal sorunları, dış gerçekliği doğru bir yere oturtarak çözmeyi hedefler. Bunu biraz açmak için, kendimizi tanımlamak amacıyla kullanmakta olduğumuz ego, benlik, kimlik, kendilik gibi kavramların aslında yaşamımız boyunca içinde bulunduğumuz farklı gerçekliklerin aynasında oluşmuş olan ve bu gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı yapılar olduklarını belirtmek gerekir. Yani belli bir dönemin gerçekliği içinde oluşan bir ego yapısı, kendilik ya da benlik algısı, başka bir dönem içinde, özneyi sağlıklı bir birey olarak tutabilmek açısından yeterli işlevi sergilemekten uzak olabilir. Örneğin ailesinin içinde çok sevilerek ve el üstünde tutularak yetiştirilmiş bir bireyin aşırı değerli kendilik algısı, işe girmesinden sonra değişen gerçekliğinin içinde, kendisine ailesinin verdiği karşılıksız değeri bulamadığında sorun yaratmaya başlayacaktır. Bu durumda birey ya aile içinde geliştirmiş olduğu aşırı değerli benlik algısını çevresindekilere zorla kabul ettirmeye çalışacak ya da yeterince çevresi tarafından anlaşılmadığını öne sürerek dış gerçekliği inkâr ederek kendi dünyasına kapanmaya yönelecektir. Bu örnekte olduğu gibi, değişen dış gerçeklik koşulları, daha önce oluşmuş olan ego, kendilik gibi kavramları hayali birer kavrama dönüştürür. Bu nedenle yeni bir kendilik algısı ya da ego yapısı gerekli hale gelir. Varoluşçu psikoterapi bu dönüşümün aksadığı noktalarda devreye girmektedir ve bireylere hayali kimliklere yapışarak sorun yaşayan kişiler olmaktan çıkıp, değişen dış gerçekliğin koşullarını göz önüne alarak yeni ve daha sağlıklı bir kimlik edinmeleri yönünde yardımcı olmaktadır.
Varoluşçu psikoterapi, bireyin farklı dönemlerinde edindiği kendilik yapılarının birbirlerine sağlıklı biçimde eklemlenebilmesini, yeni koşullara uygun bir kişilik yapısını oluşturabilmesini ve travmatik etkenler nedeniyle ortaya çıkan saplanmaların çözülmesini hedefler.
EVLİLİK SORUNLARI
İnsanlar, yaşamlarının belli bir döneminde edindikleri doğruları sonuna dek kullanma eğilimi gösterirler. Oysa değişen koşullar, doğruların da değişmesini gerekli kılabilmektedir. Bireylerin doğrularına sıkı sıkıya yapışmaları nedeniyle evliliklerde ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Kendi doğruları ile bir araya gelerek evlenen iki insanın doğruları, her birinin o ana dek içinde yaşamış oldukları koşulların gerektirdiği doğrulardır. Ancak evlilik, yeni bir düzen ve yeni koşullarla birlikte yeni bir gerçeklik ve yeni roller gerektirir. Eşlerin evlendikten sonra, ben buyum değişemem biçimindeki ısrarları, yaşama o ana dek oluşturmuş oldukları kimliğin gözünden bencilce bakmaları evlilik kurumunda ciddi sıkıntılara neden olacaktır. İnsanlar, yaşamlarının evlilik, işe girme, yeni toplumsal roller edinme, çocuk sahibi olma gibi değişen safhalarında farklı aidiyetler kazanacaklarını göz önüne almalıdırlar. Aksi durumda bireyin ciddi psikolojik sorunlar yaşayacak olması kaçınılmazdır. Değişen koşulların gerektirdiği değişime ayak uyduramamaktan kaynaklanan bu sorunlar, egoyu güçlendiren, bilişsel yöntemlerle var olan yapının daha da sağlamlaştırılmasını sağlayan psikoterapi yaklaşımlarıyla giderek katlanan bir biçimde çözümsüzlüğe doğru gitmekte, sürekli olarak “ben” demeye ve kendi doğrularını öne çıkarmaya eğilimli bireyler yaratmaktadır.
OBSESYON NEDİR?
Obsesyon, yaşamın belirsizliklerine karşı ve yapımızda bulunan ancak dışarıdan belli olmasını istemediğimiz özelliklerimize karşı geliştirdiğimiz bir savunmadır. Aslında Lacan’ın belirttiği gibi, bizzat kişilik dediğimiz yapının kendisi, obsesif bir savunmadır.
Her birey toplumda iyi bir konumda olmak ve saygın bir kişi olarak tanınmak ister. Ancak bu durum toplumun değer yargılarına uygun göründüğümüz oranda olanaklıdır ve çocukluğumuzdan bu yana gelen yaşam sürecimizde, toplumun pek de onaylamayacağı birçok alışkanlığı da beraberimizde bugüne taşırız. Beraberimizde taşıdığımız ancak toplum tarafından görülmesini istemediğimiz özelliklerimizi bilinçdışında tutmaya çabalarız. Onlar sanki bize, kendimize ait değilmiş gibi hem kendimizi hem de karşımızdakileri kandırırız. İşte bilinçdışında tutulması gereken ve toplumun gözlemesini istemediğimiz özelliklerimizi, bize ait değillermiş gibi o anki kendiliğimizden ayrı bir yerde tutmaya yarayan savunmalara obsesif savunmalar denir. Obsesyonlar kendimizi saf, tertemiz, tüm olumsuzluklar ve kötülüklerden, toplumun onaylamadığı tüm şeylerden arınmış gibi hissetmemize yarayan savunma biçimleridir. Bu durum bir kişilik yapısı haline de gelebilir ya da kişilik yapısı normal olan bir kişide olumsuz koşulların yarattığı geçici durumlara karşı gelişen nörotik bir tablo olarak da ortaya çıkabilir.
Obsesif kişilik bozukluğu ilaçlara pek yanıt vermez, psikoterapi ile tedavi edilmesi gerekir. Obsesif Nevroz’da ise ilaçlara daha iyi yanıt alındığı için, ilaç tedavisi daha yüz güldürücü sonuçlar verebilmektedir. Ancak yine de, obsesif-kompulsif bokuluk (OKB) durumunda, ilaçların yanında psikoterapi uygulamasının yapılması, daha kalıcı ve sağlıklı çözümler getirebilmektedir. Hatta ilaçsız çözülemez denen OKB tabloları bile, ilaçsız ve yalnızca psikoterapi ile çözülebilmektedir.
DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU NEDENLERİ
Bu bozukluk çocuklarda erken yaşlardan itibaren dikkat toplayamama sorununa bağlı bir dağınıklık, amaçsız bir aşırı etkinlik hali, sınıfta düzene uyamama, yaşıtları ile uyumsuzluk ve derslerde başarısızlık hali yaratır. Ancak dikkat eksikliği ve buna bağlı olarak ortaya çıkan hiperaktivitenin tek nedeni bu hastalık değildir. Günümüzde her evde mutlaka bulunan televizyon, tablet ve bilgisayar gibi aletler ile çay (normal ve yeşil), kahve, kolalı içecekler, enerji içecekleri gibi kafein içeren içeceklerin etkisi ile azalan ya da kalitesi düşen uyku, bu durumun en başta gelen nedenidir.
Beynimiz dikkatini toplama işlevini yerine getirebilmek için dinlenmeye gereksinim duyar. Bu açıdan en sık karşılaştığımız uyarı, dinlenmeden aralıksız olarak 5 saatten fazla ve günde 9 saatten çok araba kullanmamamız gerektiğidir. Yorulan beyin dikkati toplama işlevini yerine getiremez. Beynin dinlenebilmesini sağlayan en önemli şey derin ve sağlıklı bir uykudur. Sağlıklı bir uykuya dalabilmemiz için en önemli koşul ise ışığın miktarındaki azalmadır. Doğal koşullarda güneşin batımından 4-5 saat sonra azalan ışık nedeniyle uyku merkezimiz beynimizi derin bir uykuya geçirecek etkinliği gerçekleştirmeye hazır hale gelir. Ancak günümüzde insanların ekran ışığına doğrudan maruz kalmaları ve gecenin geç saatlerine dek bu durumun sürmesine izin vermeleri nedeniyle sağlıklı bir uykuya dalma vakti çok geç saatlere sarkmıştır. Örneğin gece 23:00-24:00’e dek televizyon, tablet ya da bilgisayar karşısında kalan bir kişinin sağlıklı bir uykuya dalma vakti, sabaha karşı en erken 03:00-04:00 gibi olacaktır. İnsanlar bu saatten önce uykuya dalsalar bile dinlendirici bir uykuya geçemezler çünkü uykuları yüzeysel biçimde gerçekleşeceği için, sabah yeterince dinlenememiş bir beyinle güne başlarlar.
Sağlıklı ve dinlendirici uykudan kasıt, uykunun bir bölümünün dördüncü faz ile REM fazında geçtiği bir uykunun uyunabilmesidir. İlk üç fazda geçen bir uyku insanlar için yeterince dinlendirici olmamaktadır. Güne yeterince dinlenememiş olarak başlayan bir beyin ise aynen yakıtı azalmış bir araba gibi bir süre sonra işlevlerini yapamayacak hale gelir. Araba ne kadar iyi olursa olsun, yakıtı bitmişse bir metre bile gidemez. Bu durumda yorgun beyin dikkat eksikliği belirtileri göstermeye, sinirlilik, aşırı tepki verme ile birlikte hiperaktivite tablosu ortaya çıkmaya başlayacaktır. Kafeinli içeceklerin tüketilmesi de bu tabloya uykuyu bozarak katkıda bulunur. Bu durumda ilaç tedavisine yönlenmek çok yanlıştır, çünkü bu hastalığın tedavisinde kullanılan ve kırmızı reçeteye tabi olan amfetamin grubu ilaçlar, gerek hızlı biçimde bağımlılık yapmaları, gerekse de beyin hücrelerine hasar verme potansiyeli taşımaları açısından çok tehlikeli ve dikkatle kullanılmaları gereken ilaçlardır. Bu nedenle ilaç tedavisinden önce yeterli düzeyde uyku uyunmasına dikkat edilmesi, ekran ışığına geç saatlere dek maruz kalınmaması, kafeinli içeceklerden uzak durulması gibi önlemlere başvurulmalıdır. Unutmamak gerekir ki ışıkla olan ilişkimiz en doğal haliyle güneşin doğuşu ile batışı arasındaki süreyle sınırlıdır. Bu basit önlemlerle bile dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunu büyük oranda ortadan kaldırabilme olanağı bulunmaktadır.
PANİK HASTALIĞI VE YAYGIN KAYGI BOZUKLUĞU
Yeterli uyku uyunamaması ve kafeinli içeceklerin sık kullanılması aynı zamanda panik bozukluğu, yaygın kaygı bozukluğu gibi anksiyete bozukluğu tablolarını da tetikleyen önemli etkenlerdendir. Yeterince dinlenemediğinde ya da kafein, antidepresanlar ve amfetaminler gibi uyarıcı maddelerin etkisi altında kaldığında, beynimizin çevresinde gelişen olayları kendisine yönelik bir tehdit gibi algılama eğilimi artmaktadır. Bu eğilimin artması nedeniyle, beynimiz kendisini korumak amacıyla korku belirtileri göstermesine neden olan bir alarm düzeneğini çalıştırmaktadır. Aslında doğada yaşayan insanı tehlikelerden koruyan bir düzenek olan bu korku belirtileri, evinde, işinde güvenli bir ortamda yaşayan insanın yaşantısı içinde ortaya çıktığında, insanın yaşamını güçleştiren bir etki yapması nedeniyle bir hastalık olarak adlandırılmaktadır.
Kaygı bozuklukları ve panik hastalığının en sık nedenlerinden birisi de insanların içinde bulundukları topluma yabancılaşmış olmaları nedeniyle, o toplumun kendilerine dayattığı kendilik algısı ile kavgalı hale gelmeleridir. İnsanlar genellikle daha önceki dönemlerde oluşmuş olan kendilik algılarını kendi özleri olarak algılama yanılgısına düşme eğilimi gösterirler. Oysa her tür kendilik algısı sonradan, içinde bulunulan toplumsal gerçekliğin etkisi ile oluşmuş bir algıdır ve temelde bir kendilik özümüz bulunmaz. Ancak özümüz sanma yanılgısına girdiğimiz yapıya sarılma çabası içine girip, toplumun aynasının yansıttığı kendiliğimizi benimsememe eğilimi gösterirsek, iki kimlik arasındaki çatışma bizde derin bir kaygı ve toplum tarafından dışlanma korkusu ortaya çıkacaktır. Korkunun bu durumda bir diğer nedeni de, hâkim güçle aramızda gerçekleşme olasılığı olan bir çatışma durumunun yarattığı derin bir cezalandırılma korkusudur. Yani ben kendimi bilmek istediğim gibi değil de benim üzerimde hâkimiyet kurmak isteyen ve beni biçimlendirmek isteyen gücün istediği biçimde icra etmek durumunda kalıyorsam ya benimsenmeme ve dışlanma kaygısı yaşayacağım ya da kendimi bildiğim gibi kabul ettirmek için o güce karşı giriştiğim savaşımda yok olma tehdidi ile yaşayacağım demektir.
Günümüzde insanların giderek artan boyutta yaşadıkları kaygı bozukluklarının en başta gelen nedeni bu çatışmadır. Varoluşçu psikoterapi bu çatışmaya sağlıklı bir çözüm getirerek kaygı ile sağlıklı biçimde baş edilebilmesini sağlar.
DEPRESYON NEDİR VE NASIL TEDAVİ EDİLMELİDİR?
İnsan yavrusunu diğer canlıların yavrularından ayıran en önemli özellik, doğduktan sonra çok uzun bir süre kendi başına yaşayamayacak durumda olmasından dolayı, yıllarca başkalarının koruması ve bakımı altında yaşamak zorunda kalmasıdır. Başka hiçbir canlıda rastlanmayacak derecede aciz bir varlık olarak dünyaya gelir insan yavrusu; ayakta duramamakta, yürüyememekte, gözleri görmemekte, kulakları iyi duymamakta, çevresinde olan biteni anlamlandıramamakta, temel gereksinimlerinden hiçbirini yerine getirememektedir. İnsan kendini ilk olarak bu büyük acizliğin içinde yakalar ve yaşamı boyunca da bu acizlik hissinden kurtulamayacaktır. Hangi konuma gelirse gelsin, ne kadar ünlü, zengin ve mevki sahibi olursa olsun, temelini oluşturan acizlik algısını hiçbir zaman tam olarak unutamayacaktır. Acizlik algısına temellenmiş bir kişilik yapısı ile yaşamını sürdürmek zorunda kalacak olan insan, her an, o anda icra ediyor olduğu kendine yeterli gibi görünen kişilik yapısının varlığı konusunda şüphe içine düşer. Bu nedenle çok alıngan ve bazen de saldırgan hale geliriz kendimizle ilgili beklemediğimiz bir şey söylendiğinde. Bu nedenle insan, güçlü ve kendine yetebilen bir varlık olduğu ile ilgili sarsılmaz bir kanıt bulma peşindedir. Bu kanıt ya kendine yönelik bir inanç olarak ortaya çıkar ya da sağlıklı bir kanıt olarak yansımalardan gelecektir. Bu yansımayı en sağlıklı biçimde yapacak olan yapı ise bireylerin ait olacağı bağımsız ve kendine yeten üretken bir toplumdur. Böyle bir toplumun kabul edilmiş bir bireyi olmak en sağlıklı biçimde bireye bu yansımayı verebilecektir. Ancak birey böyle bir toplumun içinde yaşamıyorsa, bu kanıttan mahrum kalacak ve sürekli olarak tatminsizlik, mutsuzluk duyguları yaşayacaktır.
Depresyon, yaşamın amacını yitirme, yaşam enerjisinden yoksun kalma, mücadele şevkini yitirmektir. Depresyondaki insan için her türden etkinliğin anlamsızlaşmasının yanında kendi varlığının anlamı da muallâklaşır, belirsizleşir ve depresyondaki kişi için kendisini kabullenmek olanaksız hale gelir. Çünkü etkinliği ve gücü tartışmalı bir kendilik, güç arayan, kendisini güçlü hissetmek hedefinde koşan insan için kabullenilir değildir. Güç arayışı ve kendini güçlü hissetme hedefinde koşmak, insanların vazgeçilmez ve temel bir gereksinimidir. Gücü yakalayamayan, kendisini güçlü bir konumda göremeyen insanlar ise, kimliklerini oluşturacak bir kendilik algısını geliştiremezler. Bu da depresyonun en önde gelen nedenlerindendir. Bu nedenle depresyonu iyi anlayabilmek için, bireyin içinde yaşadığı ortamdaki eylemlerinin ne derece kendisine güçlü bir kendilik algısı yaratabilmesine olanak tanıdığına ya da tanımadığına bakmak gerekir. Birey güçlü bir kendilik algısı yaratabileceği eylemleri icra edebileceği bir ortamda yaşıyorsa, içinde bulunduğu toplum ve çevresel koşullar bu olanağı ona verebiliyorsa o bireyin depresyona girme olasılığı da o derecede düşük olacaktır. Ancak bu olanağı kendisine vermeyen bir ortamda yaşayan insan için durum bunun tam tersi olacaktır.
Aslında doğal çevresi içinde yaşayan ve karşısına çıkan birçok engelle ve güçlükle mücadele etmek zorunda olan insanı depresyondan koruyan doğal düzenekler vardır. Örneğin teknolojinin ve modernleşmenin olanaklarından yararlanmadan yaşayan bir insanın yaşamını göz önüne alalım. Bu insan her gün, günlük etkinliği içinde, şimdi bizlerin hazır olarak önünde bulduğu birçok şeyi elde etmek ve sahip olmak için mücadele etmek ve belli etkinlikleri yerine getirmek durumundadır. Örneğin evinde kullanacağı suyu kendisi taşır, ısınmak için gerekli malzemeyi temin eder ya da üretir, gıdasını kendisi üretir, evini kendisi yapar, giysisini kendisi üretir. Bunların depresyon açısından önemi nedir? Şunu belirtmek gerekir ki, beynimiz evrim sürecinde belli etkinlikleri yerine getirdiği, hedefine ulaşabildiği ve engelleri aştığı durumlarda, bizi mutlu etmeye yarayacak birtakım maddelerin ve hormonların salgılanmasına yönelik olarak gelişimini sürdürmüştür. Yani sabah uyandığında evinde bulunmayan suyu evine getirmek eylemi, o insanın mutlu ve güven dolu olmasını sağlayacak serotonin, dopamin, endorfin gibi bazı maddelerin beyninde salgılanmasına ya da bu maddelerle ilgili sinir hücrelerinden oluşan devrelerin etkinlik kazanmasına neden olarak, o insanın depresyon, anlamsızlık ve güçsüzlük gibi hislerden uzak kalmasını sağlar. İnsan doğal çevresi içinde ve doğal çevresinin getirdiği koşullara göre evrimleşmiş olduğu için, henüz 60 yılı bile geçmeyen modern kentlerin yaşamına uyum sağlayacak bir değişimi sergileyememiştir. Modern kentlerin edilgen insanı aslında atalarına göre çok rahat ve lüks içinde yaşıyor gibi görünse de, kendisini mutlu edecek, güçlü hissettirecek birtakım eylemleri yapmaktan yoksun kaldığı bir yaşamı sürdürmek zorundadır. Bu yoksunluk da insanları depresyondan ve anlamsızlık hislerinden koruyacak beyin etkinliğinden yoksun bırakmaktadır.
SORUN EYLEM ÇÖZÜM MUTLULUK
Aslında beynimiz bizi depresyondan koruyacak olan düzeneklerle donanmıştır. İnsanların her birinin birer madde bağımlısı olduğu bir gerçektir ancak bu maddeler doğal koşullarda beyin tarafından temin edilirler. Beynimizin içinde üretilen ve belli koşullar altında salınan birtakım moleküller bizim kendimizi mutlu ve huzurlu hissedebilmemizi sağlarlar. Bu moleküller amin yapılı ya da endorfinler olarak adlandırılan hormonal yapılı nörotransmitterlerdir. Ancak bu moleküllerin salınabilmeleri için bazı özel koşullara gereksinim vardır. Bu özel koşullardan en önde geleni ise eylem içinde olmak ve bu eylemin belli bir hedefe yönelik biçimde gelişmesiyle hedeflenen amaca ulaşmaktır. Bu yapı, sonu gelmeyen bir yaşam mücadelesi içinde bulunan insanın bir yandan eylemsizlik içinde iken mutlu olmasını engellerken, öte yandan da amaca yönelik eylemliliğin getirdiği mutluluğa onu bağımlı kılar. Günümüzde yaşadığımız eylemsizlik bizi mutlu edecek maddelerin beyinde ortaya çıkmasından bizi mahrum bıraktığı için, bu maddelerin eksikliğini antidepresan ilaçlar alarak gidermeye çalışmaktayız. Ancak antidepresan tedaviler bizi hiçbir şey yapmasak da mutlu hissettirdikleri için, bizi daha da fazla eylemsizliğe iterler ve bu nedenle de gereksinim duyduğumuz mutluluk verici maddelerin doğal yollardan daha da az oluşturulmasına neden olarak bizi bir kısır döngüye sokarlar. Bu nedenle aslında klinik hastalık durumunda gerekliliği tartışmasız olan bu ilaçlar, yerli yersiz her sıkıntı durumunda kullanılarak insanları çok uzun dönemli bir eylemsizlik içinde yaşamaya mahkûm hale getirmektedir.
ÇAĞIMIZ İNSANINDA KİMLİK SORUNU:
Günümüzde insanlar için en başta gelen sorunlardan birisi, yaşamının anlamı konusunda içine düştüğü belirsizlik ve anlamı muallâk hale gelmiş olan yaşamında edindiği kimliğinin sürekliliğini koruyamamasıdır. İnsanların sağlıklı yaşayabilmeleri ve ruh sağlıklarını koruyabilmeleri açısından en önemli koşullardan birisi, kendilerini güçlü hissedebilecekleri bir kimlikle tanımlamaları koşuludur. İnsan, “ben güçlü, saygın ve bağımsız bir bireyim” diyebildiği oranda ruh sağlığını koruyabilir ve depresyon ile obsesyon gibi psikiyatrik sorunlara karşı korunaklı hale gelir. Bu durumu somut iki örnekle açmaya çalışalım ve bu örneklerin daha anlaşılır olabilmesi için, günümüz insanı ile 1000 yıl önce yaşayan insanı, kısaca doğa insanını, kıyaslayalım.
Doğa insanının kimliği, içinde bulunduğu doğal çevre ile baş edebilme yetisini geliştirmesi doğrultusunda biçimleniyordu. Doğa, bireyi iki şeye mahkûm etmiştir: Birincisi doğa ile mücadelenin sonu gelmeyen bir süreç olmasından dolayı tembellik ederek boş oturmanın olanaksızlığı, ikincisi de bu mücadelenin tek başına verilemeyecek kadar zor olması nedeniyle, bireyi bir topluma bağımlı kılan, yaşam mücadelesinin topluca verilmesi zorunluluğu. Bu zorunluluklar doğa insanına kimliğini oluşturma açısından çok fazla bir seçenek bırakmıyordu: Yaşamda kalabilmek için mücadele eden bir insan topluluğunun bireyleri ile birlikte üzerine düşen görevi her gün daha da ustalaşarak yerine getiren bir birey olmak. Yani doğa insanı, içinde bulunduğu zorunlulukların getirdiği koşullarla bağlanmış idi ve bu bağımlılık nedeniyle, eylemini ve kendiliğini seçerken herhangi bir kuşkuya, belirsizliğe yer kalmamakta idi. Oysa geçicilik sorunu ve ölüm korkusu, günümüz bireyinin yakasına yapışmış durumdadır. Bu nedenle doğa insanı günümüz insanına göre seçenekleri kısıtlı ve zorunluluklarla kuşatılmış bir yapı olarak görünse de bu olumsuz gibi görünen koşullar, onun bireysel kimliği ile içinde bulunduğu toplumun kimliği arasında bir bütünleşmeye neden olur. Bu durum da ona süreklilik algısı kazandırmakta ve ölüm ile birlikte yok olma korkusuna karşı daha güçlü hale gelmesini sağlamakta idi. Günümüz insanının yaşadığı sonu gelmez depresif ve obsesif yakınmaların nedeni de bu güç algısı eksikliğinde ve süreklilik algısındaki kırılmada yatmaktadır.
Günümüz insanı için durum oldukça belirsiz ve sorunlu bir biçime bürünmüştür. Öncelikle günümüzde bireylerin günlük olarak icra ettikleri etkinliklerin amacı, kimsenin belirgin olarak göremeyeceği biçimde gizlenmiş ve uzaklaşmıştır. Etkinliğin amacı ile yan yana yürüyememesi, anlam kaybına ve belirsizliğine yol açmaktadır: “Ben bu etkinliği neden yapmaktayım?” sorusunun doğrudan bir yanıtını bulmak oldukça zorlaşmıştır. İnsan eğer ki yaşamının anlamını, ürettiği ürünün işe yararlılığı vasıtası ile ya da etkinliğinin amacı dolayısı ile kuruyorsa, bu durumda günümüz insanının işinin ne kadar zor olduğu ve yaşamının anlamı ile ilgili olarak bir belirsizlik içine düşeceği açıktır. Çözüm, kanıtı olmayan bir hayali güçlü benlik algısı yaratarak ona inanmak değildir. Depresyondan kurtulabilmek için çözüm, yarattığımız bireysel hayallere kendimizi hapsetmekten kaçınarak olabildiğince toplumun aynasındaki yansımamız ile yüzleşebilmek, bu yansımayı daha olumlu bir duruma getirmeye çalışmak ve toplumla olan bağlarımızı güçlendirmektir. Varoluşçu psikoterapi insanlara bu hedefe yönelik olarak yol göstermenin yanında, kendilerini güçlü hissedebilmelerini sağlayacak sağlıklı etkinlikleri icra edebilmeleri yönünde ışık tutar. Tabii ki gereken durumlarda ve terapiye destek amaçlı olarak, zamanında son verilmek üzere ilaçla tedavi seçeneği de göz önünde bulundurulmalıdır.
YABANCILAŞMA VE....
Giriş
Gerçek doğum anımız hangisi? Anne karnından çıkıp da ilk nefesi aldığımız an mı yoksa başkalarından apayrı bir varlık olarak bireysel varlığımızın farkına vardığımız an mı? Doğar doğmaz insanın kendiliğinin ya da “ben” olarak algılayabileceği, tanımlayabileceği bir varlığın henüz farkında olmadığını söyleyebiliriz. İlk nefesimizi aldığımız an aslında bir fiziksel ayrılma anıdır, zihinsel ayrılma anı değildir. İnsanları diğer canlılardan ayıran belki en önemli farklılık, insan yavrusunun doğumdan sonra da uzun bir süre boyunca kendisini ve çevresini, bütün, tek bir varlık olarak hissetmesi ve algılamaya devam etmesidir. Bu süre yıllarla ifade edilebilecek kadar uzun olabilmektedir. Aslında kendimizi, belki de hiçbir zaman, tam olarak çevremizden kopartamıyoruz ancak başlangıçtaki yekpare bütünlüğün bütünüyle kendimiz olmadığını algılamaya başladığımız 6 ile 8. aylardan itibaren ömür boyu süren bir kopma-yeniden birleşme süreci ile yaşamımızı tamamladığımızı söylesek yanlış olmaz. Doğumdan sonraki 6.-8. aylar civarında bebek, annesinin (bakıcısının) kucağında, annesinden farklı bir varlığın bulunduğunu algılamaya başlar. İşte bebeğin kendi varlığını annesinin varlığından ayrı olarak algılamaya başladığı bu anı gerçek doğum anı olarak kabullenebiliriz. O an bebek, o ana dek yekpare bir bütünlük olarak gördüğü tüm iç ve dış varlıkların arasında ayrı olarak kendi varlığını hissetmeye başlar.
Zihinsel olarak doğma sürecimiz başlar başlamasına ancak, bu süreçte annemizin kucağındaki bakıma muhtaç ve aciz varlığın kendimiz olduğunu, başlangıçta hissettiğimiz yekpare bütünlükten ayrı bir varlık olduğumuzu kabullenmek hiç de kolay bir şey değildir ve bunları idrak etmeye başlamamızla kendimize yabancılaşma sorunumuz da gündemimize girmeye başlar. Çünkü zihinsel doğum aşaması öncesinde, algıladığımız benliğimiz herşeye yeterli olan ve tam güçlü tek bir bütünlük vardır, bu bütünlüğü yegane varlık olarak hisseder ve kendimizi de bu bütünlüğün merkezinde zannederiz. Aslında herşeye yeterli bu bütünlüğün parçası değil de onun dışında ayrı bir varlık olan bu yeni birey, bebeğe yabancı bir varlıktır. Bebeğin ilk tanıdığı, kendisini ait hissettiği varlık bütünlüktür. Lacan, ayna aşaması dediği bu aşamanın açıkça bir yabancılaşma anı olduğunu söyler. Çünkü, Lacan'a göre dışsal bir imge aracılığıyla kendini tanımak, kendine yabancılaşmak anlamına gelmektedir (S-T politics).
Öyleyse zihinsel doğumun başlamasıyla yabancılaşma süreci de başlamış olur diyebiliriz. Yani kendilik kavramımızın gelişimi yabancılaşma ile başlar. Bu konuyu açmadan önce bütünlük döneminin özelliklerine değinmekte yarar var.
NARSİSİSTİK DÖNEM - BÜTÜNLÜK
Doğar doğmaz her bebek annesinin koruyuculuğu, kollayıcılığı, kendisine bakıp beslemesi ile birlikte kendisini rahatlatan tüm bu eylemleri sever, onlar sayesinde değerli olduğunu, sevilmeye layık olduğunu hisseder ve bu eylemlerin tekrarlanmasını arzular. Bu eylemlerle birlikte, acıkması, yorulması, üşümesi gibi nahoş duyguların giderilmesi ile ulaştığı rahatlığı, rahatlığın verdiği keyfi ve bu keyfin içinde yaşamayı sever. Ancak henüz kendisi ile dış dünyayı ayıramamaktadır ve kendisi için tek gerçeklik olan ve kendisinin bir parçası, hatta kendisi ile bütünleşmiş hissettiği bu eylemleri severken aslında kendisini sevmektedir, böylelikle de kendisini değerli, güçlü hisseder. Bebek benliği bu aşamada hem bir dürtü yığınıdır, hem de dürtülerinin tatminini sağlayan şeyleri de kendi benliğinin parçası olarak hisseder, bunların hepsi birarada ve kendisini oluşturan gerçekliklerdir. Herşeyin kendisi ile bağlantılı olduğunu sandığı, herşeyin kendisine yönelik ve kendi arzularının gücü ile geliştiğini sandığı bu dönem ilkel narsisistik dönemdir. Bu dönemde bebeğin herşeyden önemli ve değerli gördüğü arzuları ile onları doyuran ve kendisinin bir parçası, uzantısı olarak hissettiği doyum yolları, bir bütün olarak algılanırlar. Yaşamın ilk aylarında bebeğin algıladığı tüm dünya doyurulma, korunma, kollanma ihtiyacı içinde olan benliği ile bu ihtiyaçları gideren bakıcıdan ibarettir. Aslında bebek, başlangıçta bakıcısını da ihtiyaçlarını giderecek bir araç olarak kendi düşünce gücü ile yarattığını sanır. Bebeğin kendi gücü ile yarattığını sandığı bakıcının, bebeğin ihtiyaçlarını giderebilme açısından yeterliliği de, aynı zamanda bebeğin iktidar gücünün yeterliliği anlamına gelir, bakıcının yetersizliği de bebeğin iktidar gücünün yetersizliği olarak algılanır kendisi tarafından. Bu gereklilik bebeğin bakıcısı ile bütünleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu bütünleşmeden dolayı bebek, bakıcısının iyi, kötü, mükemmel taraflarıyla da bütünleşmiştir. Acıktığında, üşüdüğünde, uykusu, gazı geldiğinde hızır gibi yetişip bu çok cansıkıcı sorunları büyülü biçimde halleden varlık, aslında kendisine ait bir şeydir, düşünerek onu yaratmaktadır, acıkınca bir memenin kendisini doyurmasını hayal eder ve o meme peydahlanır, korkunca hayal ettiği güçlü kollar gelir kendisini bularak kucaklar ve onu rahatlatır. Aslında tüm bu mukadder şeylerin kendisinin bir parçası olduğunu düşünür ve zihninin gücüyle oluşturduğunu sanır, çünkü eylem ve üretmekten habersiz ve acizdir, bebeğin tek gücü zihninin hayal gücünü kullanmaktır, o nedenle de zihni bebeği yanıltır.
Bebeğin algıları ilk aylarda tamamen içgüdüsel dürtüleri ile sınırlıdır. İD TANIMI EKLE. Görme yeteneği 2. aydan itibaren gelişir, ilk tanıdığı yüz yakından baktığı annesinin yüzüdür. Genellikle koku ve sesleri ile çevresindekileri ayırdeder. Burnundaki vomeronazal organ yolu ile feromonları algılar. Feromonlar, beynin gelişiminde etkili olan, memelilerin vücutlarından kaynaklanan uçucu moleküllerdir. Bebeğin bakıcısının kokusu ve sesinin yanında, kendisini rahat ve huzurlu hissedebilmesi için bebeğin alışkın olduğu feromonal uyaranın sürekliliğini koruması çok önemlidir. İlk 6-8 aylardaki bu bütünlük, yaklaşık olarak 2. aydan itibaren bebeğin zihninde dürtülerini, ihtiyaçlarını hissettiren ile bu ihtiyaçları gideren biçiminde ikiye bölünür. Sonradan bunlar da kendi içlerinde iyi-kötü olarak bölünürler ancak tüm bu bölünmeler yine tek bir bütünlüğün varlığının dışında başka bir varlık algılamasını başlatmaz. Lacan da Melanie Klein gibi çocuğun kendisi ile ilgili ilk deneyiminin fragmantasyon olduğunu söyler (S-T pol). Bebek önce bedeninin ayrı parçalardan oluştuğunu hissetmeye başlar, ancak bir bütünlük olarak “onun bedeni” biçiminde bir hisse sahiptir. M. Klein, bu ilk 6 aydaki fragmantasyon döneminde bebeğin bakıcısı ile içselleştirme, yansıtma, introjektif ve projektif özdeşim yoluyla ilişkiye girdiğini ve onunla bütünleştiğini söyler (Bil-Ütop Yabancılaşma). Yani bütünlük hissi bu özdeşim mekanizmaları yoluyla korunur.
İnsanlar eğer yaşamlarının ilk yıllarındaki gibi, kendi benliklerinin herşeyin merkezi olduğu yanılgısından kendilerini kurtaramamışlarsa tüm güzelliklerin ve iyi şeylerin de kendilerine ait olmasını isterler, bunların kendilerinden bağımsız olarak varolmasına dayanamazlar ve bu güzellikleri, benlikleri ile bütünleştirmeye çalışırlar. Ancak bu bütünleşme, bu gibi sağlıksız kişilik yapısındaki kişilerce, hayatın ilk yıllarındaki gibi olgunlaşmamış bir biçimde ve o nesneyi içe alarak gerçekleştirilmeye çalışılır, bu da aslında erişkinlerin yaşamında yoketme anlamına gelmektedir. Aşkın nefrete dönüştüğü hassas nokta burasıdır. İnsanlar imrendikleri ancak sahip olamadıkları güzel şeylerle bütünleşmeye çalışırken farkında olmadan onu yokederek benliklerine kattıkları yanılgısını yaşarlar. Bu tarz bir ilkel sevgi, oral dönem yani doğumdan sonraki ilk bir yılın sevgi tarzıdır, bebek ilk yıl sevdiği herşeyi ağız yoluyla içine alarak haz almaya çalışır, bebeğin ağzı kendisini doyuran, rahat ettiren herşeyin giriş kapısıdır sanki, aslında bebek yoketmez, ağzı yoluyla içine alarak bütünleşir “o şeyle”, memeyle bütünleşerek işe başlar, o herşeye kadir “meme”, kendisini doyuran, koruyan, kollayandır, ve onu ağzı yoluyla içine alarak aslında mukadder bir varlıkla bütünleştiğini ve güçlendiğini hisseder, buna içselleştirme denir. İçselleştirme, en ilkel biçimde bazı Afrika kabilelerinde ölen atalarının beyninin yenmesi biçiminde de görülür, hatta bu eylem nedeniyle Kuru denen yavaş virüs enfeksiyonu, ölen insanın beyninin yenmesi ile beyni yiyen insana bulaşır, bu ilkel bir oral dönem içselleştirme eylemidir. Bu örnekte görüldüğü gibi içine alma, içselleştirme bu ilkel haliyle bile saygının önde olduğu bir sevgi kümesi eylemidir. İçselleştirme biçimleri insanlar büyüdükçe, ileriki yıllarda başka ve daha sağlıklıgörünümler alarak devam eder. Sağlıklı bir erişkin, sevdiği, hayran olduğu ya da imrendiği şeylerin zihinsel temsilcilerini oluşturarak onları zihnine katarak bütünleşme eylemini gerçekleştirir. Yani ağız yoluyla gerçekleşen somut olarak içe alma eylemi, zihinsel yolla gerçekleşen soyut bir eyleme dönüşür. Bu şekilde olgunlaşmış ve soyut boyuta taşınmış içselleştirme eylemleri sayesinde, sevdiğimiz şeylere zarar vermeden onları sevmeyi ve onlarla bütünleşmeyi başarabilecek hale geliriz.
Bu bütünlük hissi yaşamımızın sonraki dönemlerinde yitirilse de ilk benliğimizin bu bütünlükten oluştuğunu ve yaşamımız boyunca bu bütünlüğe özlem duyduğumuzu söyleyebiliriz. Lacan, sonsuza dek sürecek olan bütünlükten yoksun olmamız durumunu asıl trajedi olarak niteler (s30 post yapısalcılık-post modernizm). Hepimizin bütünlüğe ihtiyacı olduğunu ve birlik durumunu özlediğimizi, ancak yekpare bir bütünlüğe (plenitude) erişmenin mantıksal bir olanaksızlık olduğunu vurgular (s.27 post yap- post mod). Ancak bütün düşlemlerimiz bütünlüğe erişme arzumuzun simgesel birer tasarımıdır (s31 post-yap post-mod).
BÜTÜNLÜĞÜN DAĞILMASI VE YABANCILAŞMANIN BAŞLAMASI
Yabancılaşmanın başladığı an, o mutlu olduğumuz bütünlükten farklı bir varlık olarak, “ben” olarak kendimizin varlığının farkına varmaya başladığımız andır. Aynada annemiz ile onun kucağında bir bebeğin olduğunu gördüğümüzde, başlangıçta o görüntünün bizimle ilgili bir şey olmadığını düşünürüz. Kucağında bebekle duran annenin aynadaki görüntüsü, bizim tüm gereksinimlerimizin kendiliğinden karşılandığı o mutlu bütünlüğün gerçekte mevcut olmadığını bize gösteren bir görüntü olması bakımından alıştığımız, var olduğunu sandığımız şeyin dışında ve yabancı bir durumun görüntüsüdür. Daha sonraki zaman dilimlerinde, bize yabancı olan bu görüntüdeki bazı unsurların kendimize ait şeyler olduğunu algılamaya başlarız. Yani aslında kendimizin, o ana dek varolduğunu zannettiğimiz bütünlüğün dışında ve yabancı bir varlık olarak farkına varmaya başlarız.
Varlığını başlangıçta bilmediğimiz, sonradan farkına varmaya başladığımız bir dış dünyaya ait bu yabancı varlığın aslında kendimiz olduğunu kabullenmek oldukça zaman isteyen, zor bir süreçtir. Çünkü bu yeni yabancı, aciz, kimlikle donatılmaya ihtiyacı olan ve bütünüyle bağımlı bir yaratıktır, o ana dek herşeye yeten bir güçle donatılmış olarak yaşadığını zanneden benliğimiz için bu gerçeklik, kabullenilmesi hiç de kolay olmayan bir durumdur. Lacan, 18 ay ile 6 yaş arasında bir yerde öznenin hem kendi benliğini, hem de “başkası”nı kavramaya başladığını ancak, kendi benliği olarak kavradığı şeyin de bir zamanlar başkası olan bir şey olduğunu, sonuçta başkası olarak, başkasının üzerinden kendisini kavramaya başladığını söyler (S-T pol). Ayna aşaması açıkça bir yabancılaşma anıdır, çünkü dışsal bir imge aracılığıyla kendini tanımak, aslında kendine yabancılaşmak anlamına gelir (S-T pol).
“Ben”in ilk hecelenişi, Lacan'ın ayna aşaması dediği aşamada ortaya çıkar. Lacan, ayna aşamasına, yabancılaşma ile öznellik arasındaki bütün diyalektiği canlandırması nedeniyle sıkça başvurur (s 19). Aynada kendini tanıma 3 aşamada olur: (s20)
1. Aynada yetişkinle birlikte kendini gören çocuk, aynadaki kendi görüntüsü ile yanındakinin görüntüsünü karşılaştırır.
2. Görüntü kavramını edinen çocuk aynadaki görüntüsünün gerçek olmadığını anlar.
3. Gerçek olmayan görüntüsünün başkasının imgesinden de ayrı olduğunu kavrar.
Bu aşama, başlangıçta “ben olarak hissettiğimiz kozadan çıkarak onun dışında bir benlik yaratma sürecinin başlangıcıdır. Başlangıçtaki bütünlük halindeki benlik bilincin dışına itilir, yeni bir bilinç oluşturulması gereği ortaya çıkmıştır, ve şimdi de bu yeni bilincin adı “ben” olacaktır. Bu nedenle bilinç dışımız ilk benliğimizin saklandığı yerdir. Freud bilinç dışını, genellikle travmatik yaşantıların anılarının gizlendiği bir yer olarak tanımlar. Benliğimizin o güçlü ve mükemmel bütünlükten oluşmadığını anlamamız da bir travmadır ve bunu anıları da bilinç dışına itilir. Mükemmel bütünlük dışında bir benlik yaratma süreci Lacan'a göre sürekli değişim gösteren ve ömür boyu bu değişimi sürdüren bir süreçtir. Bu nedenle E. Fromm ve K. Horney gibi değişmez bir ego tanımı yapan yazarlarla Lacan ters düşer (s25). Onun görüşüne göre durağan bir ego anlayışı yanılsamadan öte Bir şey değildir. Sartre'ın Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında da benzer bir görüş vardır (s26). Lacan, eğer doğruluk bireyin doğasından gelen bir özelliği ifade etmek anlamına geliyorsa, o zaman doğruluk diye bir şey yoktur, giderek özniteliklerimizden farklılaşırız der. Özne bir süreçtir, asla tanımlanamaz, tanımlandığı anda yabancılaşır der Lacan (s30).
Yani bütünlükten farklı, ayrı olduğumuzu anladığımız anda, o ana dek ortada olmayan, tanımadığımız, bilmediğimiz, yabancı bir “ben” ortaya koymanın gerekliliği ortaya çıkar. Ben, başlangıçta yabancı bir tanım olması yanında özne değil bir nesnedir, kendimizi halen bütünlüğün içinde hissederken ben'i tanımlama çabasına başlarız.
YABANCILAŞMA VE ŞİDDET İLİŞKİSİNİN PSİKODİNAMİĞİ
Dr. Mutluhan İzmir, Psikiyatrist
İnsanın doğası, kendini diğerlerinden ayrı tutmaktan ziyade onlarla içiçe olmak,
başka insanlarla bütünleşmek ve kaynaşmak eğilimi göstermektedir. Geçmişte birçok ırkın ve
kavmin birbiriyle karşılaştığında, birbirini yoketme çabasına girmektense barışçı biçimde birbiriyle
kaynaştığını, yeni bir ırk, yeni bir kültür oluşturduğunu görürüz. Binlerce yıl önce Mezopotamya'da
Asya kökenli Sümerler ile Sami kökenli Akalar karışır, Anadolu'da Asya kökenli Hattiler sonradan
gelen Kafkas ırkları ile birleşerek Hitit ırkını ve kültürünü yaratırlar. Etrüsklerle kuzeyden gelen
kavimler karışarak Roma uygarlığını kurarlar, Pelasglar, Dorlar, İyonlar karışarak antik Yunan
ırkını ve uygarlığını oluştururlar. 11. yüzyılda Orta Asya'dan Anadolu'ya yönelen göçlerle gelen
Oğuz, Türkmen boylarının Anadolu'da o tarihte meskun olan kavimler ile hiçbir ciddi sürtüşmesi
olmamıştır, bu bütünleşme Anadolu Türklüğü ve kültürünü yaratmıştır. Yine aynı dönemde
Avrupa'nın merkezinden batıya doğru göçeden bir Germen kavmi olan Franklar, o sırada Galya
olarak bilinen topraklarda Kelt asıllı Galyalılarla karşılaşmışlardır. Bu karşılaşma sonunda ortaya
çıkan yeni millete Franklar isimlerini (Fransızlar), Galyalılar da dillerini vermişlerdir. Bu
karşılaşmaların hiçbirinde bir katliam ya da bir kavmin diğerini yoketme girişimi yoktur. İnsanlar
kavgasız dövüşsüz birbirleri ile karışarak bilgilerini, topraklarını, güçlerini paylaşmışlardır. Bunun
en önemli nedenlerinden biri, o dönemlerde insanların henüz bir düşman yaratma mecburiyetinin
pençesine düşmemiş olmalarıdır, bu yazının ilerleyen bölümlerinde, insanlığın düşmansız
yaşayamayacak hale nasıl geldiği tartışılacaktır.
Anadolu'yu gezince bu kavimler karışımının izlerini gözlerinizle görürsünüz. Aynı köyde bile her çeşit göz rengini, simsiyah saçlı esmer derili insanların yanında çilli, kızıl saçlı ya da sarışın insanları, ince suratlı ya da elmacık kemikleri çıkık geniş suratlı insanları, kemerli, uzun, küçük, büyük her çeşit burun tipini, alın yapısını görmeniz mümkündür. Şolohov, Ve Durgun Akardı Don
adlı eserinde Don kıyısı Kazakları'ndaki tip zenginliğini sürekli vurgular, Kazak köylerinde mısır püsküllü saçlı mavi gözlü Kazaklar yanında Kalmuk suratlı, çekik gözlü ya da esmer, kara gözlü Kazaklar da bulunmaktadır. İskandinav masallarından Snorres Edda'da, İskandinav halklarının
ataları olarak kabul ettikleri Odin'in, Turkland'dan (dünyanın ortasındaki Türk ülkesi) ayrılarak arkasına da takılan genç, yaşlı, kadın, erkek kalabalık bir grupla kuzeye doğru yola çıktığı, bugün Almanya, Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka olarak bilinen bölgelere oğullarını kral olarak bıraktığı, Asya dilini, adaletini, gelenek ve göreneklerini de bu bölgelere taşıdığı anlatılır (1).
Tarım ve hayvancılıkla geçinen ve üretim araçları gelişmemiş ilk toplumlarda en önemli zenginlik işgücüdür. İşgücünde artış zenginleşme anlamına gelmekteydi, çünkü ne kadar işgücünüz varsa o kadar çok tarlayı ekip biçebilme ve o kadar çok hayvana bakabilme olanağı ortaya çıkıyordu. 6000 yıl önce tüm dünya nüfusunun 1 milyondan az olduğu tahmin edilmektedir. Gözalabildiğine uzanan devasa verimli toprakların bomboş durduğu ve yerleşim birimlerinin de birbirlerine yıldızlar kadar uzak olduğu o dönemlerde şu ya da bu nedenle karşılaşan insan toplulukları, üzerinde yaşadıkları dünyanın kendilerine sunduğu devasa zenginliği algıladıkları için birbirlerini tehdit olarak algılamamışlar, mantıklarını kullanarak işgüçlerini, deneyimlerini, dillerini, bilgilerini paylaşma ve birleştirme yoluna gitmişlerdir. Durkheim bu dönemi toplum kimliğinin birey kimliğinden önce geldiği, mekanik dayanışmanın egemen olduğu, bireylerin birbirlerine benzediği ve kendilerini henüz bütünden farklılaştıramadıkları toplumların olduğu dönem olarak tanımlar (2).
Şehirleşme ile birlikte sosyal sınıfların belirginleşmesi, ayrışması ve bu sınıflardan emeği ile geçinmeyip diğer insanların yarattığı artı değeri kullanarak geçinen nüfusun kalabalıklaşmaya başlaması ile birlikte insanlar birbirleri ile sürekli mücadele eder hale gelmişlerdir. Bu sınıf mücadelesi ne ırk, ne de kültür temellidir, sadece ve sadece yaşamını sürdürebilmek için başkasının
emeğine ne kadar ihtiyaç duyulduğu ile ilgilidir. Bu yapılaşmanın ilk örneğini Roma'da görmekteyiz. Roma öncesinde kurulmuş olan diğer şehirlerin nüfuslarının büyük çoğunluğu
Roma'dan farklı olarak tarımla geçindiği için, Roma öncesinde başka hiçbir şehirde tarım dışı faaliyetle emeği ile geçinmeyen nüfus, bu derecede artmamıştır. Nüfusu 1 milyona yaklaşan Roma'da, tarım dışı faaliyetle emeğini kullanmadan geçinen nüfus, varlığını sürdürebilmek için orduyu ve devlet kurumlarını kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir doğrultuda yapılandırarak kullanmaya başlamıştır. Ordunun ve devletin bu derece açık biçimde kentli- ayrıcalıklı kalabalık bir nüfusun çıkarlarını korumak ve onların refahını sürdürmek için kullanıldığı başka bir örnek Roma öncesinde yoktur. Örneğin Hititlerde, Sümerlerde, eski Mısır, Çin, Maya, Hint, Yunan uygarlıklarında kentli ya da diğer nüfusun büyük çoğunluğu tarımla uğraştığı için başkasının emeğini kullanmaya ihtiyaç duyan, kalabalık, egemen bir sınıf ortaya çıkmamıştır.
İnsanların birbiriyle dayanışma içinde üreterek yaşamaktan çıkarak birbirinin emeğini kullanarak yaşamaya başlamasının önemi, birbirlerine yabancılaşma, düşmanlaşma gibi etkenleri toplumların yaşamına sokmasından ileri gelmektedir. Her ne kadar Durkheim, birlikte yaşayan bireyler çoğaldıkça yaşama mücadelesi de o ölçüde yoğunlaşır ve bu durumda oluşan toplumsal farklılaşma, bu mücadelenin barışçı yollarla çözümü anlamına gelmektedir dese de, kollektif bilincin varlığını idame ettiremediği bireyci toplumların sonunda çözülmeye gideceğini belirtir (3).
Hegel, insanın birey olabilmesi için, özde farklı olmadığı ve geçmişte birleşik olduğu, tümel, içinde bulunduğu çevreye, topluma ait şeylerden ayrılmasının zorunlu olduğunu belirtir, yani
insan bireyselleşme sürecinde özüne ait bazı şeyleri, ki bunlar günümüz psikiyatrisinde nesne reprezantasyonları (temsilcileri) olarak adlandırılır, dışsallaştırmak durumundadır. Hegel bu durumu yabancılaşma olarak tanımlar (4). Feuerbach da yabancılaşma sürecinde insanın özünü dışına yansıttığını yani özünü dışsallaştırdığını belirtir (5). Marx ise kapitalizmin insanı kendi emeğine yabancılaştırdığını, insanın emeğinin ürününün insanı köleleştiren yabancı bir güç olarak karşısına
dikildiğini belirtir (6). Marx'ın yabancılaşma tanımında da bireyin özde farklı olmadığı ve geçmişte birleşik olduğu bir şeyden ayrılması sürecin önemli bir parçasıdır. Hegel ve Feuerbach, yabancılaşma sürecini Hristiyan ve kentsoylu toplumlar temelinde incelemişler ve inancı tam, örnek
bir Hristiyan batı toplumunun yabancılaşarak çözülme gibi bir sorun yaşamasını kabullenemeyen Hegel, romantik bir yaklaşımla, yabancılaşmanın insanın gerçek Hristiyan özünü bulması için onu tekamül ettirici bir araç olduğunu öne sürerek sonunda kendi tanımladığı bir olguyu inkar etme noktasına gelmiştir. Burada yabancılaşma tanımları birbirleri ile kıyaslandığında, Hegel ve Feuerbach'ın burjuvazi ya da sermayedar komprador sınıf için yabancılaşma tanımı yaptıkları, Marx'ın ise sanayi toplumlarında emeği ile geçinen sınıf için bir yabancılaşma tanımı yaptığı görülmektedir, yani Hegel ve Feuerbach sömürenler, Marx ise sömürülenler (sanayileşmiş ülkeler tarafından sömürülen sanayileşmemiş toplumların emekçilerini kastetmez) için yabancılaşma tanımları yapmışlardır. Görüldüğü gibi sömüren de sömürülen gibi yabancılaşma kabusundan kaçamamaktadır. Bu açıdan her ne kadar Marx tarafından eleştirilse de Hegel ve Feuerbach'ın tanımlamalarının önemi büyüktür. Bu üç yabancılaşma tanımında da ortaklaşa vurgulanan önemli nokta, bireyin bir dönemde özüne ait olarak hissettiği şeyleri bir noktadan sonra zorunlu olarak dışsallaştırma sürecine girmesidir.
Feodal toplumun çözülmesi aile ilişkilerinde, komşuluk ve yardımlaşma ilişkilerinde, iş ve
özellikle feodal toplum biçiminin geleneksel üretim ilişkilerinde, değer sistemlerinin çeşitli öğelerinde belirgin biçimde gözlenebilmektedir(7). Hızlı değişen toplumlarda kişi parçalanmış, çeşitli değer ve eylemlerinde kendisini farklı kişiliklerin güdüsüne terketmiş, yani kimliğini yitirmiştir. Değerleri ve eylemleri tutarsızlaşan bu kişinin artık kendi özüne de yabancılaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Yabancılaşmanın bir başka boyutu da tarımsal üretimden tarım dışı üretime geçişte kendini gösterecektir. Tarımsal üretimde kuşkusuz, üretici ve ürünün bütünlüğü, tarım dışı üretime oranla çok daha büyüktür ve insanın emeğine ve emeğinin ürününe yabancılaşması, henüz meta fetişizminin tam olarak egemenlik kuramadığı yarı kapalı öztüketim toplumlarında çok daha
düşük bir düzeydedir. Tarım dışı modern faaliyetlerin ani bir biçimde ve kuşak farkı bile olmaksızın gelişmesi, bireysel düzeydeki yabancılaşma olgusunun daha da şiddetli ve dramatik bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmaktadır (8). Bu durum hem kapitalist düzende yaşayan toplumları hem
de sosyalist düzende yaşayan toplumları etkilemiş ve bu toplumların bireylerinin yabancılaşmasına neden olmuştur. Kapitalist toplumların rekabete açık olması, kapitalist düzen içinde yaşayan toplumların bireylerinin sosyalist düzende yaşayan toplumların bireylerine göre yabancılaşmayı daha ağır yaşamalarına neden olmuştur. Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde Richard Easterlin adlı araştırmacının “Lost in Transition” adlı araştırmasında, eski doğu bloğu ülkelerinde 1989-2005 yılları arasındaki memnunluk-rahatlık durumu incelenmiş ve demokratik gelişmelerle kişisel hoşnutluk arasında ters ilişkinin olduğu, ekonomik durum ve aile yaşantısındaki bozulmadan dolayı insanların daha mutsuz olduğu saptanmış. Sosyalizmden kapitalizme geçişte çalışma hayatı, ve çocuk yetiştirmeden memnun olanların sayısı düşerken sosyal stres semptomlarında, boşanmalarda, aile içi şiddette, alkol ve uyuşturucu kullanımında artış yaşanmış. Easterlin'e göre kişi başına artan gelir, tüketim mallarına daha kolay ulaşabilmek, ve yaşam standartının yükselmesi gibi faktörler toplumdaki sosyal güvensizliği dengeleyemiyor (9). Fromm'un belirttiği gibi, akıl sağlığı bireyin topluma uyum sağlamasından değil, toplumun bireyin temel gereksinimlerini karşılayacak biçimde örgütlenmesinden geçmektedir. Yani sağlıklı bireyler yetişmesi için toplumun yaratıcı üretkenlik içinde olmasının önemi büyüktür.
Üretim biçiminin değişmesi ve yaratıcı üretkenlik olmadan yaşamak gibi toplumu ve bireyi olumsuz etkileyen bu etkenlerin yanında, son yüzyılda evrim teorisinin yanlış yorumlanmasıyla,
kapitalist toplumlarda rekabetin toplum hayatına sokulması, yabancılaşmayı yoğunlaştıran önemli etkenlerden biri olmuştur. Evrim teorisi tabii ki çok doğru ve gerçek bir durumu tanımlar, bu teorinin en önemli ayağı da doğal seleksiyondur: doğada o anki zorlu şartlara uyum sağlayacak en
iyi donanıma o anda sahip olan tür hayatta kalır kuralı, doğa, doğal seleksiyon yoluyla en doğru seçimi yapar biçiminde saptırılarak yorumlanmıştır. Oysa doğa, çoğu zaman, bir türün hayatta
kalabilmesi için bizim toplum yaşamında olumsuz saydığımız bazı özelliklerin varlığını arar. Milyonlarca yıl önce bizim atamız olan insansılardan daha zeki, daha duyarlı, daha paylaşımcı
başka insansıların olduğunu düşünün, ama bu insansılar yeterince saldırgan olmadıkları için
yokolmuş olabilirler, ya da toplumda olumsuz özellikler olarak gördüğümüz başkalarını kandırma, aldatma, dolandırma, çapkınlık gibi özellikler bir insanın hayatta kalmasını veya genlerini daha çok aktarmasını sağlayabilir. Soğuk, sıcak ya da kurak ortamlar, sadece bu şartlara uyamadığı için diğerlerinden daha zeki olsa da bir türü yokedebilir, zekası daha düşük olduğu halde bu şartlarla başedebilen türler hayatta kalırlar. Yani doğal seleksiyon bir bakımdan daha güçlü olanı ayırdedebilir ama bu gücü oluşturan özellikler toplumun olumlu varsaydığı özellikler olmayabilir, çünkü insan toplulukları için artık öncelik hayatta kalmak değil, mutlu olmak, sağlıklı bir toplumda yaşamak olmuştur. Bunun için de birbirine yabancılaşmadan, paylaşımcı, dayanışma içinde olan bireylerden oluşan bir toplumun oluşturulması gereklidir. Evrimin kutsallaştırılarak sosyal modelleri bu yönde oluşturma gayreti, doğal seleksiyonu sağlıklı bir toplumun gereği sayıp, toplumda rekabeti körükleyen “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı üstüne kurulmuş olan rekabetçi serbest piyasa ekonomisini yaratarak son yüzyılda kapitalist toplumlarda yabancılaşmayı körükleyen en önemli etkenlerden birisini ortaya çıkartmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi insan için doğal olan, insanın yapısına uygun olan rekabet değil dayanışmadır. Oysa bazıları tarafından rekabetçi ortamın, ekonomide, sosyal yaşamda doğal seleksiyon benzeri bir işlev görerek en iyiyi bulmaya yardımcı olacağı iddia edilmektedir. Ama maalesef rekabetçi ortam ve serbest piyasa ekonomisi en düzenbazın, en kötü niyetlinin, en açgözlü ve hasis olanın ayakta kalmasına yardımcı oluyor gibi görünmektedir. Rekabetçi toplumlarda bireyin kendini topluma ait hissetmesinin önüne geçilir, birey, toplumun diğer fertlerini rakibi olarak algıladığı için onlardan uzaklaşır. “Diğerleri” kötü, yokedilmesi gereken rakiplerdir, kendisi ise iyi ve varolmayı hakedendir, böylece bireyin bilinci bölünür, iyi-kötü ayırımı hayat algısının temeline oturur, bu tür bir algı yabancılaşmayı körükler, kişilik yapısı da aşağıda anlatılan gelişimin daha erken
dönemlerindeki ilkel-hastalıklı narsisistik özellikler kazanarak sağlıksızlaşır.
Bu bilgiler ışığında mülkiyetin gelişmediği, emeği ile geçinen nüfusun ağırlıklı çoğunluğu
oluşturduğu, toplumun bireyden önce geldiği mekanik dayanışma toplumlarında yaşayan insanların
iyi-kötü ayırımının pençesine düşmemeleri, bu nedenle de dışsallaştırma zorunluluklarının az olması ya da hiç olmamasından dolayı yabancılaşma sürecine girmediklerini söyleyebiliriz. Bu noktada, bu toplumlarda insanlarda iyi-kötü ayırımının neden az olduğunu ya da hiç olmadığını sorabiliriz. Bu sorunun cevabı, sınıfsal ayrışmanın olmadığı ve başkasının emeğini kullanma ihtiyacı içinde olmayan toplumların bireylerine, sağlıklı ruhsal gelişimleri için gereken olanakları sağlamasında yatmaktadır. Bu toplumlarda, ruh sağlığının gereği olan bütünleşmiş nesne içselleştirmelerinin tüm zenginliği ile yapılabilmesi ve bu içselleştirmeler yoluyla oluşan bütünleşmiş ve zengin bir kendiliğin oluşmasının önünde bir engel bulunmamaktadır. İçselleştirme, en ilkel biçimde bazı Afrika kabilelerinde ölen atalarının beyninin yenmesi biçiminde görülür, hatta bu eylem nedeniyle Kuru denen yavaş virüs enfeksiyonu, ölen insanın beyninin yenmesi ile beyni yiyen insana bulaşır, bu ilkel bir oral dönem içselleştirme eylemidir. Daha sağlıklı içselleştirme eylemlerinde bireyin kimliği, içinde bulunduğu toplumun diğer bireyleriyle, değerleriyle, gelenek ve görenekleriyle bütünleşmiştir, hatta bulunduğu coğrafya, tabiat, varsa yapılarla bir bütünleşme gözlenir, ama bu bütünleşme kendilik farkındalılığını engelleyecek derecede iç-dış dünya sınırlarında silikleşmeye neden olmaz. Yani Durkheim'ın tanımladığı gibi mekanik dayanışmanın
egemen olduğu toplumlarda kollektif bilinç bireysel bilincin çok büyük bir bölümünü kapsar (10).
Yabancılaşmanın başlaması bireyde, kişilik gelişimiyle ilgili en önemli mekanizma olan narsisistik süreçlerde, yani tasdik edilme ihtiyacının giderilmesinde aksamalara yolaçar (11). Kohut'un vurguladığı gibi narsisistik bütünlük, yani takdir edilme gereksiniminin sağlıklı toplumsal ilişkilerle giderilmesi, bütünleşmiş bir kendilik yaratılabilmesinin en önemli şartıdır (11). Bireyin kendi yeteneklerini ve gücünü algılayıp onlarla özdeşleşebilmesi için, önce bu yeteneklerin ve gücün toplumsal takdirinin gerçekleşmesi gereklidir. 2004 yılında Ehrenberg'in araştırmasında,
işgücünün sömürü aracı olarak kullanıldığı durumlarda, aşırı talebin, gerçek kendiliğimizin sergilenmesinin yolu olarak kullanılmasının bireylerde narsisistik sorunları arttırdığı vurgulanmıştır. Toplumsal ilişkilerin çözüldüğü bir ortamda yaşayan bireylerin tasdik edilme ihtiyaçları, alışveriş
yapmak gibi belli bir tür eyleme indirgenmiştir. Kendilikte bütünleşme zaafı arttıkça tasdik merciine ulaşamamaya tahammülsüzlük de artar. Bu durum bağımsız olma çabasını doğurur çünkü özne diğerinden (tasdik eden merciden) ayrı kalmaya, onun kaypaklığına, ve öznel simbiyotik gereksinimleri açısından itaatsizliğe katlanamaz. Bu sonu gelmez tasdik ihtiyacı bireyi küçük bir çocuğa dönüştürür. Bu durumdan bıkan küçük çocuğun, tasdik merciine (egemen güçler ya da yönetici elit) karşı ayaklanma tehlikesi bertaraf edilmeye çalışılmaktadır. Postmodernizm, talebin arzı geçmesi ya da tüketimin yeterli etkiyi göstermemesi durumlarında, toplumda yöneticilere karşı ortaya çıkacak olan hoşnutsuzluk durumunu gidermek için tasdik merciini dinsel boyuta taşımış, soyut kutsal kavramlar yaratarak, bireylere tasdik edilme sorunlarınız için bana (yönetici seçkinlere) gelmeyin, başvuracağınız merci inandığınız kutsal güçtür, ona başvurun demektedir. Bu amaçla geleneksel dinler, mantar gibi türeyen ve hangi odaktan yönetildiği belli olmayan tarikatların, tarikat liderlerinin eline bırakılarak yeniden yapılandırılmış, günlük hayatta her alana müdahale edecek biçimde operasyonel hale getirilmiş, ya da yeni inanç sistemleri (kuantum fiziği bile bu amaç doğrultusunda kullanılmıştır) yaratılarak insanları akılcılıktan uzak, inançla yaşayan sürülere dönüştürmek amaçlanmıştır. Burada öncelikli amaç yabancılaşmış bireye, kaderin güçlü akıntısında sürüklendiğini ve kaderini değiştirmek gibi bir beyhude çabaya girişmemesi gerektiğini kabul ettirmektir. Kaderinden hoşnut olmayan bireye üç seçenek sunulmaktadır: 1- birey iyi bir kul olamadığı için başına bunlar gelmiştir, bundan sonra daha iyi bir kul olmak için çabalamalı ve biat etmelidir, isyan olasılığı böylelikle sıfırlanır, 2- birey illa da isyan edecekse, ona sorununun kaynağının kendisini ya da toplumu yoldan çıkartan kötülerden (bireyler, inançlar, medeniyetler,
ırklar, ülkeler, milletler) kaynaklandığı empoze edilir ve onu iyi bir kul olmaktan alıkoyan kötüleri bulup inandığı şey adına onları yoketmelidir, bu amaçla üretilmiş tonlarca komplo teorisi, hatta çok
tutulan dizi filmler vardır, isyan enerjisi böylelikle ilgisiz bir hedefe yöneltilmiş, saptırılmış olur, 3- bunları yapamayan bireylere de nihilizm ikram edilir, intihar et çünkü yaşam zaten anlamsız ve absürddür, yaşasan ne olur yaşamasan ne olur sarmalına birey sokulunca zaten isyan öznesi,
dolayısı ile isyan olasılığı yokolacaktır. Yüzlerce yıl sonra Haçlı Seferleri ya da Cihat söylemlerinin canlanmasının nedeni budur. Yani postmodernizm, bana (hakim sınıflara) saldırma, Tanrı (ya da neye inanıyorsan, bu serbest piyasa ekonomisi bile olabilir) adına iyi kul ol, kötü olana (kendi içindeki zayıflıkları başkalarına yansıtarak onları kötü yap) saldır, yoket, bunu beceremiyorsan da (zaten o zaman Tanrı'nın iyi kulu değilsindir) kendini yoket şiarını yaratmıştır. Fransız kraliyet ailesinin giyotine gitmesi, Sovyet devriminde Rus kraliyet ailesinin yokedilmesi hakim sınıfları alarma geçirmiş ve bir daha bu olayların tekrarlamaması için toplumun felsefesini kontrol altına almaya karar vermişlerdir.
Klein'a göre ilk 6 ayda bebek, bakıcısı ile içselleştirme, yansıtma, introjektif ve projektif özdeşim yoluyla ilişkiye girer, yani onunla bütünleşir. Sonraki dönemlerde zihinde içselleştirilmiş bu nesne temsilcileri iyi, idealize ve kötü nesne temsilcileri olarak bölünürler, bu bölünme çocuğun
kendi bilinç dışı yıkıcı fantazilerinden korunması için gereklidir. Winnicott bu aşamadan sonra çevresince benimsenip tasdik edilen çocuğun sağlıklı bir kendilik geliştirmeye devam edeceğini, koruyucu ve benimseyici bir çevreden yoksun kalan çocuğun herşeye kadir olma içerikli fantazilere sığınarak güvensiz bir kendilik geliştirdiğini söyler. Kohut, sağlıklı bir kendilik geliştirememe durumunda bireyin idealize edilmiş nesne temsilcileri yaratarak onlarla bütünleşme ihtiyacının arttığını ve düşük kendilik değerinin de dışarıdaki nesnelere yansıtılarak “kötü olan bana ait değil diğerine ait” kavramının geliştirildiğini belirtir. Sağlıksız bir gelişim durumunda, bütünleşemeyen kendilik nedeniyle içgüdüsel dürtü dışavurumları cinselleştirme veya saldırganlık yoluyla gerçekleştirilir. (12).
Psikolojik gelişimin doğal seyrini sürdürdüğü durumda, insan doğumundan itibaren çevresinde duyumsadığı nesneleri içselleştirir ve onların birer zihinsel temsilcisini (mental
reprezantasyon) zihninde oluşturur Bu zihinsel temsilciler bireyi rahatsız edecek zayıflıklar ve
çatışmalar barındırmıyorsa, birleşerek bireyin “ben” algısını oluştururlar. Teorik olarak en güçlü ve sağlıklı ben kavramı, bireyin çevresinde duyumsadığı canlı- cansız herşeyin temsilcisini çatışmasız
olarak içselleştirebilmesiyle olur, bu çeşitlilikte fakirleşme, insanın fiziksel varlığının içine hapsolmasına ve yokolouş korkusunun büyümesine neden olur. Yine bu fakirleşme nedeniyle ölüm
korkusu büyür çünkü içselleştirilen şeylerde zenginleşme, fiziken yokolsak da benliğimizle bütünleştirdiğimiz ama fiziken bizden ayrı olan şeyler vasıtası ile varolmayı sürdüreceğimiz algısını yaratır, bu da varoluşun kalıcı hissedilmesine neden olur. Yabancılaşma, narsisizm sürecinin sağlıklı işleyerek olgun bir narsisizm geliştirilmesini, dolayısıyla sağlıklı bir kendilik geliştirilmesini engeller, çünkü yabancılaşma bireyi, kendisinin ve çevresindekilerin yaratıcı emeğinin oluşturduğu gücü duyumsamaktan alıkoyar ve zayıf nesne temsilcilerinin içselleştirilmesi, bütünleşmiş, sağlıklı bir “ben” kavramının ortaya çıkmasına engel olur. Çünkü insanda güç, yaratıcı üretim yetisinin artışı ile hissedilebilir.
Zihinsel zayıf nesne temsilcileri zihinsel bütünleşmeyi engellerler ve bu aşamada olumsuz, zayıf özellikleri barındıran nesne temsilcilerinin dışsallaştırılması gereksinimi
başlar. Zayıf nesne temsilcileri ile dolmuş bir zihin güçlü bir kendilik kavramı oluşturamayacağı için birey, hem zayıf kendilik parçalarını dışına yansıtmaya/dışsallaştırmaya çabalayarak daha güçlü ve mükemmel bir kendilik oluşturma çabasına girme mecburiyetinde kalır, hem de kendi dışında olan ve kutsallaştırılmış, idealize edilmiş bir varlıkla bütünleşme çabasına girer. Yani başkasının emeğini kullanarak yaşamını idame ettirme aşamasına gelen insan sağlıksız narsisistik kişilik özellikleri kazanarak Hegel, Feuerbach ve Marx'ın bahsettikleri dışsallaştırma mecburiyetine mahkum hale gelir. Bu duruma bir de rekabetçi ortamın yarattığı korku, yalnızlık hissi gibi duygusal etkilenmeleri de eklerseniz sağlıklı bir insanın bile erken gelişme dönemlerine gerileyeceği (regrese olacağı) bir tabloyla karşı karşıya kalırız. İşte bu noktada kendi dışındaki nesnelere de yabancılaşan birey, onları yoketme çabasına girişir ve şiddet eğilimi başgösterir. Bu noktada dostluk-kardeşliğin yerini düşmanlık alır.
Bu nedenlerle yabancılaşma sadece sömürülenin sorunu değildir, sömüren de aynı kuyuya
düşer, hatta komünist toplumlarda bile ciddi bir sorun olmuştur. Bundan dolayı yabancılaşma,
günümüz refah toplumlarında yaygın bir psikiyatrik sorun olarak yabancılaşma nevrozuna
dönüşmüştür (13). Eski dönem nevrozlarının ana özelliğ olan represyon, konversiyon ya da içgörü
ksikliği yerini amaçsızlık ve hayatın anlamsızlığına bırakmıştır. Refah toplumları derin bir anlamsızlık hissiyatı sorunu ile boğuşmaktadır. İnsanoğlunun bir anlam bulmaya ihtiyacı vardır. İnsanların sağlıklı olabilmeleri için gereken anlamı yakalamalarına yardımcı olacak altruizm, fedakarlık, kendini bir amaca adama, yaratıcılık, keyfalma, kendini gerçekleştirme gibi mekanizmaları hayata geçirme sıkıntıları vardır.
Yaratıcı üretkenlikten çok uzaklaşmış olan günümüz toplumlarında yukarıda belirtilen sebepler dolayısıyla kendine ve çevresine yabancılaşan insanı şiddet sarmalı beklemektedir. Hepimizi dehşete düşüren saldırganlık, cinayet, toplu tecavüz eylemleri, hatta katliam haberlerine maalesef artık çok sık rastlıyoruz. Bu korkunç yoketme eylemlerinde saldırganın aslında saldırdığı nesneyi değil de, farkında olmadan kendi içinde benliği ile bütünleştiremediği için zihninde sürekli
rahatsızlık yaratan benlik parçasını yansıtarak yoketmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Saldırganların çoğu yabancılaşma sorunu nedeniyle saldırı anında karşısındakini nesnel olarak değerlendirme yetisini yitirmiş bireylerdir. Saldırgan aslında, içindeki şeytanı yani, yaratıcı üretkenlikten kopmuş, zayıf, ne kadar güçlü, zengin ve geniş olanaklar içinde görünse de aslında zayıf, çaresiz, başkasının
emeğine ve gücüne muhtaç, kendisine yetemeyen zavallı yaratığı yoketmeye çabalamaktadır. 1099'da Tanrı adına Haçlı seferine çıkan Haçlıların Kudüs'ü ele geçirdiklerinde 70.000 Müslüman ve Museviyi katletmelerini Tanrı mı emretmişti? Fransa'da 1572'de Paris ve civarında birkaç gün içinde 40.000 Protestanı katleden Katolikleri Tanrı mı yönetiyordu? Batılı egemenlerin Yugoslavya'yı parçalama savaşında, sosyalist sistemde yetişmiş insanlar, hatta komşuluk yapmış
olanlar bile insanlık tarihinde eşine az az rastlanır bir biçimde birbirlerini topluca yoketme, topluca tecavüz etme eylemlerine giriştiler. 21. yüzyılın başında uzay çağını yaşayan gelişmiş batılı ülkeler, petrolüne göz diktikleri Irak halkına gıda ve ilaç ambargosu uygulayarak 10 yılda Irak'ta 1 milyon
çocuğun açlık ve hastalıktan ölmesini seyrettiler. Sayısı arttırılabilecek tüm bu acı örneklerde
yaşanan soğukkanlı saldırganlıkların kökünde, insanın kendisine ve dış dünyaya yabancılaşmasının
sonucunda içinde büyüyen şeytanı dışsallaştırma ve bu şeytanı yoketme yanılgısı yatmaktadır.
Saldırganlar içlerindeki kötüyü yokettiklerini sanırlar, bu yanılgı, yabancılaşma zemininde
insanların usta birer kaatil olmasına yolaçmaktadır. Yakın bir zamanda Kosova'da Arnavutların bulunduğu yerlere Sırp kılığına girerek saldırıda bulunup Arnavutları Sırplara karşı kışkırtma çabasında iken yakalanan Alman gizli servis elemanları, Basra'da El-Kaideci kılığında sivil halka saldırırken suçüstü yakalanıp sonra İngiliz ordusuna teslim edilen İngiliz gizli servis elemanları ya da 12 Eylül öncesinde bir solcu kahvesi, bir sağcı kahvesi tarayıp halkı birbirine düşürmeye çalışan kimbilir hangi gizli servisin elemanları, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamlarının uygulayıcıları , keskin yabancılaşma sürecine sokuldukları bir eğitimden geçmiş olan insanlardır. Evet yabancılaşma şiddeti olağanlaştırır ve kendi hayatına yabancılaşan bir insan için başkasının hayatının zerre kadar önemi yoktur, bu nedenle de yoketme eylemi sıradan bir işleme dönüşür.
Yüce değerlerin peşinde koşarak toplumu peşinden sürükleyen kahramanların kalmadığı, yabancılaşmanın pençesine düşerek birbirinin üstüne basıp yükseleceği yanılgısına kapılmış, başkalarına uyguladığı eziyeti, üretilen yapay binbir kutsal kavram yoluyla kendi vicdanında akladığı yanılgısı ile yaşayan insanlarla dolu günümüz dünyasında şiddet, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar artmış ve yaygınlaşmış durumdadır. Bu sorunun çözümü de yabancılaşmaya çözüm bulunması ile mümkün olacaktır.
KAYNAKLAR:
1-İsveççenin Türkçe İle Benzerlikleri; İsveçlilerin Türk ataları. Sven Lagerbring. Hazırlayan:
Abdullah Gürgün, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2008, İstanbul
2-Çağdaş Toplumun Bunalımı; anomi ve yabancılaşma. Barlas Tolan. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, s:12-13:1980 Ankara)
3- Çağdaş Toplumun Bunalımı; anomi ve yabancılaşma. Barlas Tolan. Ankara İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları, s:17-18:1980 Ankara
4-Yabancılaşma ve... Özbudun S., Markus G., Demirer T., s 17-18, Ütopya yayınları 2007, Ankara
5- Yabancılaşma ve... Özbudun S., Markus G., Demirer T., s 20, Ütopya yayınları 2007, Ankara
6-Yabancılaşma ve... Özbudun S., Markus G., Demirer T., s 21, Ütopya yayınları 2007, Ankara
7- Çağdaş Toplumun Bunalımı; anomi ve yabancılaşma. Barlas Tolan. Ankara İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları, s:219:1980 Ankara
8- Çağdaş Toplumun Bunalımı; anomi ve yabancılaşma. Barlas Tolan. Ankara İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları, s:220:1980 Ankara
9-Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 3 Temmuz 2009,23:1163
10-Çağdaş Toplumun Bunalımı; anomi ve yabancılaşma. Barlas Tolan. Ankara İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları, s:12:1980 Ankara
11-Hartmann HP: Psychoanalytic Self Psychology and Its Conceptual Developement in Light of Developmental Psychology, Attachement Theory, and Neuroscience, Self and Systems: Ann. N.Y. Acad Sci. 1159: 86-105 ,2009
12-Fenichel O. Nevrozların Psikoanalitik Teorisi, Ege Üniversitesi Matbaası, 1974, İzmir:s 29-93
13-Existential Psychotherapy, Irvin D.Yalom,s 421:Basic Books 1980,ABD
YARATICILIK, DEHA VE DELİLİK
Mutluhan İzmir
Hegel, insanın varoluş çabasını, “ne ise o olmamak, ne değilse o olmak” olarak tanımlamıştır. Bu çabalamayı yaratan şey, insan zihninin ilk algıladığı haliyle, varlığını, sonsuz, sınırsız ve her şeyi içeren bir bütünlük olarak algılamasıdır. Bu nedenle insan, tikel, yani sınırlı, doğal ve özdeş halini aşma isteği duyarak, verilmiş, doğal halini olumsuzlayıp, başlangıçtaki sonsuz bütünlüğe ulaşma çabasına girer. Her insanın, gizli ya da açık, nihai amacı, gerçeğin bütünselliğini yani tümelliği yakalamak ve indirgendiği tikelliğinden kurtulmaktır. Deha ve deliliği ayıran çizgi, bu çabanın veriliş biçimindedir, çünkü ikisinde de insan, verilmiş varlığını sıra dışı bir tarzda aşmaya çabalar.
İnsan tümelliği bir anda ve bir bütün olarak kavrayamaz. Tümelliğin kurucu unsurlarını insan ayrı ayrı, birer birer anlamaya başlar, bunu yapabilmek için de bu öğeleri, önce bütünsellikten ayırır. Ayrı ayrı kavradığı bu öğeleri sonradan tekrar zihninde birleştirdiğinde ise tümelliği zihniyle kavramış olur. Düşünce gücü, aslında fiziksel evrende bir bütünün birbirinden ayrılması olanaksız olan parçalarını, soyut düzeyde birbirinden ayırmayı ve bu parçaları tamamen farklı zaman ve mekanlarda var etmeyi, başka bütünlüğün parçalarıyla bir araya getirmeyi ve yeni sentezler yapabilmeyi sağlar. İşte insan bu güce sahip bir varlık olarak, doğanın tüm fizik yasalarını zihniyle aşabilme becerisine sahiptir. Bu nedenle ayırma gücü, yaratıcılığın kökeninde yer almaktadır.
Yaratıcılık, ortada bulunmayan bir şeyin ortaya çıkartılmasıdır. İnsan zihni, doğal halleriyle şeyleri, önce totolojik olarak kavrar, örneğin ağaç ağaçtır, kuş kuştur gibi. Yaratıcılık, bu totolojinin ötesine geçebilmekle, yani doğada verilmiş haliyle kavranan şeyin, zihinde özgürleştirilerek, özdeş ve verilmiş halinden başka bir hale getirilebilmesiyle olanaklı duruma gelir. Şeyin parçalarının, zihinde birbirinden ayrılabilmesi, bu parçaların, başka bir şeyin parçaları ile bir araya getirilebilmesi, şeylerin ve onların parçalarının zaman ve mekandan bağımsızlaştırılarak, düşüncenin gücü ile, farklı zaman ve mekanlara taşınabilmesi yaratıcılığın temel koşullarıdır. Ancak, zihinde şeylere yaptırılan bu yolculuğun belli bir dizge (sistem) içinde yaptırılması gerekir. Dizge, zihinde parçalarına ayrılan, verilmiş ilişkilerinin bağlarından kopartılarak özgürleştirilen, başka mekana ve zaman boyutlarına taşınan şeyin, son noktada yeniden başlangıçtaki tümelliğine ulaştırılmasını sağlayan bir dizge olmalıdır. Bu dizgeye sahip olmayan bir zihinsel etkinlik yaratıcı olmaz. Deha ile deliliğin farkı bu tür bir dizgeye sahip olup olmamakta yatar. Çünkü dizge, doğanın tümelliğinden alarak tikelliğe taşıdığı şeyi yeniden bir tümelliğe taşımazsa, şey ya anlamsızlaşacak, ya da doğanın tümelliğindeki tikel varlığın aynısı elde kalacaktır, dolayısı ile de yeni bir şey yaratılmamış olacaktır.
Dahiler zaman zaman çevrelerinin anlamakta zorlanabileceği ama doğruluğu geç anlaşılabilen buluşlar ve sentezler yaparlar. Dahiler bilinen gerçeklerin ve içinde bulunulan zamanın ötesini görebilen, anlayabilen zihinlere sahip oldukları için alışılmış şeylerin dışında şeyler söyleyebilir, olayları alışılmışın dışında yorumlayabilirler. Bu, onların anlaşılmasını başlangıçta zorlaştırabilir. Deliliğin en önemli özelliği, bireyi gerçeklerden kopartmasıdır. Eğer bir bireyde gerçeği değerlendirme yetisi bozulmuşsa, olumlu, yararlı bir sonuca ulaşma şansı ortadan kalkmıştır, çünkü tümele ulaştıracak dizgeyi kuramaz. Gerçeği değerlendirme yetisinin sağlıklı olabilmesi için bireyin kendisini, içinde bulunduğu koşulları ve çevresindeki diğer bireyleri olabildiğince nesnel, duygularından ve iç dünyasının etkilerinden arındırarak değerlendirebilmesi gerekmektedir. Örneğin bir kişi, kendisini tümelliğe ulaştıracak bir yol olarak, kendisinin her açıdan çevresindeki tüm insanlardan daha değerli olduğuna inanıyor olabilir, bu inancının kendisi ve diğer insanların tartışılmaz bir gerçeği olduğuna da inanıyor olabilir. Bu kanaatin, başkaları tarafından aynı derinlikte paylaşılamadığı durumda, o bireyle içinde bulunduğu toplum arasında ciddi çatışmalar ortaya çıkacaktır ve birey tikelliğinde hapsolacaktır. Toplum, bir bireyin değerinin kabulü için o bireye ait eylemlerin somut, gözle görülür ve herkesin tartışmasız kabullendiği yararlı sonuçlarını görmek isteyecektir. Bu yönde bir eylem ve sonuç ortada yoksa, bireyin kendi içinde yaşadığı değerlilik duygusunu aynı yoğunlukta başkalarına onaylatmak için şiddete başvurmak dışında bir yolu kalmayacaktır. Ya da o birey kendi içine kapanarak, bu kanaatinin başkaları tarafından paylaşılmamasını kendine göre birtakım nedenlere bağlamaya çalışacaktır. Deliliğin başladığı nokta burasıdır; eğer bir birey, toplumun paylaşmadığı ve yalnız kendisine ait olan sarsılmaz bir kanaati zorla başkalarına benimsetmeye yeltenir ya da diğerlerinin bu kanaati reddini bir varlık nedeni yaparsa delilik sınırına girmiş demektir.
Dahiler yaşadıkları zaman diliminin ve içinde yaşadıkları toplumların bilinen gerçekliklerinin ötesine geçebilen, yeni gerçekliklerin herkesten önce farkına varabilen, olaylar arasındaki somut bağlantıları önceden kurabilen kişilerdir. Bunları yaparken hiçbir zaman gerçeklerden kopmazlar ve kendi iç gerçekliklerini dış dünyanın gerçekliklerinin önüne geçirmezler. Dahinin kullandığı dizge, tümel gerçeklik yaratan dizgedir. Dahiler, sezgi ve duygularını da kullansalar bile onların önde gelen özellikleri, her zaman akıl ve bilimin ışığında somut kanıtlara dayanarak sonuca ulaşmalarıdır. Dahilerin bu özelliklerinden dolayı içinde bulundukları toplumların genel kabulleri ve inançları ile zıt düşmeleri bilinen bir durumdur, örneğin dünyanın düz olduğuna herkesin inandığı bir toplumda bir dahi çıkıp da dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ettiğinde ona nasıl bakıldığını tahmin etmek zor değildir. Belki de bu nedenle delilik ile deha arasında bağlantı olduğu safsatası ortaya çıkmıştır. Ancak, toplumun bilinen gerçeklerine ters düşme durumu bir dahi için geçici, bir deli için ise kalıcı bir durumdur.
YENİ HAYAT SÖYLEMİ VE YENİ STOACILIK
MUTLUHAN İZMİR
Sihirli kelime “değişim-change”, fareli köyün kavalcısı gibi insanları peşine takmış sürüklüyor kitle olarak. Aynen 1989’da Moskova’da Scorpions’dan “Winds of Changes” (Değişim Rüzgarları) parçasını dinleyen gençlerin “Change-Değişim” haykırışları gibi. Bu konser sanki Sovyet sisteminin bitişini vurgulayan nokta gibiydi. O günden bu yana tüm dünyada değişim rüzgarları olanca gücüyle esmeyi sürdürüyor. Aslında, insanın doğasında bulunan, kendi varlığını olumsuzlayarak yarattığı, bütünleşmeye yönelik değişim süreci, diyalektik biçimde geçmiş tüm görünümleri içinde koruyan bir sentez olarak çok sağlıklı bir süreçtir. Ancak değişim, insanı geçmiş görünümlerinden kopartacak bir sıçramayı hedefliyorsa, bu sıçrama ardından boşlukta yüzen bir insan ve toplum kalacak demektir. Yeni bir ev, yeni bir araba, yeni bir çevre, yeni bir şehir, yeni bir aşk, yani kısacası yeni bir hayat. Hayatından sıkılanlara geçmişi tamamen silerek, geçmişin unutulmak istenen izlerini temizleyerek, yeni bir hayat vermek mümkün, ancak bu sıçrama işleminden sonra yeni insanın yeni hayatına tutunuşu ilginç bir biçim kazanmaktadır. Bütün bu değişim istekleri bireysel özgürlükler bağlamında değerlendirilebilir ancak bireyi toplumdan sıyırıp, özgür olmayan toplumun özgür bireyi olmanın mümkün olup olamayacağını sorgulamak gerekir.
Özgürlük ancak zorunluluk var ise vardır, özgürlük ve zorunluluk birbirlerini doğuran koşullardır. Bireysel özgürlüğün bulunması için, bireyin, zorunluluklarını doğuran özgür bir toplumun bireyi olması gerekir. Hegel’e göre, doğuştan gelen özgürlük, doğal ve hayvansal bir özelliktir ve bu sözde özgürlüğün, mücadele ya da çalışma ile etkin olarak edinilmiş, gerçek insansal özgürlükle hiçbir ilgisi yoktur. Hegel, “insanın gerçek varlığı, daha çok onun edimidir” (1, s 202) der. Kojeve, “ Bedenin bu yanıyla İnsan, sabit özellikleri olan bir doğal varlıktır, özgül olarak belirlenmiş bir hayvandır ve Doğanın bağrında yaşamaktadır ve Doğada bir doğal yere sahiptir. Ama İnsandaki Özdeşlik ya da Kendindevarlık sadece onun bedeni değildir; aynı zamanda, genel olarak onun doğuştanlığıdır, yani Onu-yapmamışlığıdır. Köle olarak ya da özgür olarak doğmuş olmak da insanın doğuştanlığıdır; yani onun yapmamışlığıdır” biçiminde açar (2, s 228). Kojeve, Hegel’e göre doğuştan gelen özgürlüğün, doğal ve hayvansal bir özellik olduğunu, ve Hegel’in, bu sözde özgürlüğün, mücadele ya da çalışma ile etkin olarak edinilmiş gerçek insansal özgürlükle hiçbir ilgisinin olmadığını saptadığını belirtir. Bu mücadele ve çalışma, özdeşliğin, yani verilmiş olanın olumsuzlanmasıdır ve bunun olabilmesi için insanın doğalın içinde konuşlanması gerekir, kendini doğalın dışında konuşlandıran insan olumsuzlayamaz, bu nedenle de varolamaz, hiçliğe dönüşür. Bu nedenlerle “geçmişten kopmak”, “yeni bir hayat” söylemleri diyalektik değildir ve hiçleştirici, nihilist söylemlerdir. Sorun, verilmiş varlığı hiçliğe düşmeden olumsuzlamak, yeni bir varlığı, verilmiş varlığı olumsuzlayarak üretebilmek, yaratabilmektir. Kojeve, “dünyada yeniye yer yoktur, eylem olarak kendini gösteren olumsuzluk, ya da özgürlük, insandır, doğal dünya içinde yaşayarak kendisi olarak kalan, ama her zaman kendisiyle özdeş olmayan varlıktır” (2 s,232-3) der.
Kölenin de efendi gibi değişmez kaldığını savunan Aristo’dan farklı olarak Hegel, kölenin de değişebileceğini, ancak kölenin sadece efendiyi yok etme eylemi ile kölelikten çıkamayacağını belirtir. Köle, kölelikten çıkabilmek için, bilinip-tanınma için eyleme girmelidir, bunun için de “toplumun kabullenilmiş değerlerine” karşı çıkması gerekir. Uğrunda eylemde bulunulan değerler topluma kabul ettirilirse toplum dönüşüme uğratılabilir, gerçek anlamda değişim budur. Köle de dönüşüme uğrattığı topluma uyum sağlayabilmek için kendisini değiştirmek zorunda kalır. Bu tür bir eylemi dışlayan bir değişim söylemini Hegel yeni-Stoacılık olarak mahkum etmiştir: “Bu modern Stoacılıkta, özgürlük, düşünce özgürlüğüyle özdeşleştirilmiştir; bir devlette özgürce konuşulabiliyorsa, bu devletin özgür olduğu söylenir ve bu özgürlük korunduğu sürece, bu devlette değişikliğe uğratılması gereken hiçbir şey yoktur- hiçbir şey olmadığı düşünülür. Stoacı köle, bu yolla nihilist-şüpheci köle haline gelir” (2, s 59-60).
Sonuç olarak, değişim ve yenilik, insanları sağlıklı kalabilmeleri ve kendilerini bulabilmeleri için gerekli olan geçmiş deneyimlerinden kopartmayacak bir bütünsellik yaratan bir süreç içinde yaşanmalıdır. Geçmişle insanı kopartacak sıçramalar, insanları havada uçuşan, şeffaf varlıklar haline getirerek, o insanın varoluş mücadelesini yalnızca hedonist ve söylemde kalan bir mücadeleye indirgemektedir. Özgür olmayan toplumun bireyine ise yalnızca hedonist ve söylemde kalan bir özgürlük biçimi reva görülmektedir.
1) Tinin Görüngübilimi, G.W.F. Hegel, Çev: Aziz Yardımlı,İdea Yayınları, 1986, İstanbul.
2) Hegel Felsefesine Giriş, Kojéve A., Çeviren: Selahattin Hilav, YKY Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul.
YİNE BİR AİLE FACİASI VE YİNE ANTİDEPRESANLAR
Mutluhan İzmir
Gün geçtikçe feci haberleri birine diğeri ekleniyor. Birkaç gün önce Türkiye yine bir aile faciasına şahit oldu; ekonomik zorluklardan bunalan bir baba önce evde eşini ve 1 ile 6 yaş arasındaki 3 çocuğunu keserle öldürdükten sonra okula giderek aldığı dördüncü çocuğunu yüksek bir yerden atarak öldürdükten sonra intihar etti. Bu korkunç olayın gerçekleşmesinde tabii ki toplumsal ve ekonomik yapıdaki bozuklukların etkisi var, belki büyük oranda bu etkenleri sorumlu tutmalıyız. Ancak psikiyatri de bu gibi facialarda son noktayı koyucu bir işlev mi görüyor diye sormadan geçemeyeceğim. Çünkü eşini ve dört çocuğunu öldürdükten sonra intihar eden kişinin, psikolojisinin bozuk olduğunu ve bu nedenle ilaç tedavisi gördüğünü yazıyor basın:
Kayseri'de cinnet getirerek, eşini ve çocuklarını öldürdükten sonra intihar eden Nuri Duran'ın, 7 yaşındaki oğlunu yalvarmalarına ve komşusunun ikna çabalarına rağmen 15. katta yangın merdiveninden attığı ortaya çıktı.
Duran'ın ismini vermeyen komşusu, "Çocuk adama 'Baba ne olursun beni anneme götür, beni aşağıya atmayacaksın değil mi?' diye yalvarıyordu. Beni rahat bırakın' dedi ve sonra çocuğu kucağına alarak aşağıya attı. Çocuğu attıktan sonra gülümsedi" dedi.
Komşusu çocuk ağlama sesleri gelmesi üzerine dışarı çıktığını ve ekmek sofrasını çırpma bahanesiyle yangın merdivenine geçmek istediğinde Nuri Duran'ın kapıya ayağıyla basarak kendisinin içeri girmesine müsaade etmediğini söyledi.
Kapıyı biraz aralandığında çocuğu yerde yatmış ve korkudan titrer halde gördüğünü anlatan Duran'ın komşusu, "Çocuk adama 'Baba ne olursun beni anneme götür, beni aşağıya atmayacaksın değil mi?' diye yalvarıyordu. Adam çocukla konuşuyordu ama ne söylediği anlaşılmıyordu. Ben hemen yan taraftaki komşumun balkonuna geçtim ve adamla çocuğu atmaması için konuşmaya çalıştım. Adam bizi duymuyordu, dinlemiyordu. Sadece 'Beni rahat bırakın' dedi ve sonra çocuğu kucağına alarak aşağıya attı. Çocuğu attıktan sonra gülümsedi. O an adamın kendinde olmadığını hissettim.
http://www.aksam.com.tr/guncel/cocugunu-atarken-gulumsedi/haber-289487
Gazi Köyündeki Duran ailesinin yakınlarından bazıları, "Karısı ve çocuklarına kıyan Nuri, babası Kemal’i genç yaşta kaybetmişti. Karısı Özlem’i kaçırmış, 7 ay imam nikahı ile yaşadıktan sonra oğulları Kemal’in doğumundan 2 ay önce, yani 8 yıl önce resmi nikah kıydırmışlardı. Karısıyla severek evlenen Nuri, çocuklarına da çok düşkündü. Karısından sonra çocuklarını öksüz kalmasınlar diye öldürmüş olabilir’’ değerlendirmesinde bulundular.
Duran ailesinin yakınları Nuri Duran’ın yaklaşık 4 yıldır psikolojik sorunları nedeniyle tedavi gördüğünü söylediler. Cinayet Bürosu dedektifleri, eczane kayıtlarından eşi ve çocuklarıyla kendi canına kıyan babanın son 4 yıldır yeşil reçete ile satılan ağır depresyon ilaçları aldığı, madde bağımlılığı tedavisi gördüğü bilgisine ulaştı. Eşi ve çocuklarına kıydıktan sonra intihar eden babanın en son bu ayın başında doktora muayene olduğu ifade edildi.
Nuri Duran’ın babası Kemal’in 1955 yılında İstanbul’da askerliğini yaparken, bir kişiyi, geçirdiği cinnet sonucu bıçaklayıp öldürdüğü, daha sonra 1974 yılında genel afla salıverildiği iddia edildi.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25938379.asp
Yeşil reçeteye tabi ağır psikiyatrik ilaçları kullandığı yazılmış haberlerde ancak yeşil reçeteye tabi ilaçlar bağımlılık yapma risklerinin olmasına karşın, halk arasında cinnet durumu olarak tabir edilen hipomani ve maniyi tetiklememeleri açısından güvenli ilaçlar. Böyle bir cinnet durumunu tetikleyebilecek olan psikiyatrik ilaçlar, antidepresanlar ve kırmızı reçeteye tabi olan psikostimülan ilaçlardır.
Kullandığı ilaçların arasında büyük olasılıkla antidepresanların bulunduğunu söylemek hiç de zor değil. Antidepresanların bu gibi durumlarda cinneti (hipomani ve mani) tetiklediği bilinen bir gerçek. Üstelik failin genetik yüklülüğü de var; babası da daha önce cinnet geçirme nedeniyle bir kişiyi öldürmüş ve psikiyatrik tedavi görmüş. Antidepresanları çok kolay mı yazıyoruz, olası yan etkilerini hiç düşünmeden diye sormadan edemiyor insan. Eğer bu kişi, antidepresan tedavi almasaydı, acaba bu kadar soğukkanlı olarak, böyle feci bir olayı gerçekleştirir miydi? Bence yeni yeni olumsuzluklarla karşılaşmadan bu soruyu sıkça sormamızda yarar var. Özellikle de antidepresan ve psikostimülan ilaç kullanımı 50 milyon kutuyu aşmış, nüfusu 70 milyonluk bir ülkede yaşıyorsanız.
YIPRATICI ŞEHİR KOŞULLARINA KARŞI PSİKOLOJİK AÇIDAN NASIL DAHA DİRENÇLİ OLABİLİRİZ?
Şehir, bize hayalini kurduğumuz, açlığını hissettiğimiz birçok şeyi sunan, göreceli olarak daha özgür olmamızı sağlayan bir mekân olmasının yanında, bizi yalnızlaştıran ve bize ne kadar çok şey sunarsa gelecekte o kadar yoksunluk içinde kalma kaygıları yaşamamıza neden olan bir mekândır. Doğa ve köy yaşamı göreceli olarak bir süreklilik, birliktelik ve ortak üretim olanağı sunarken, şehir yaşantısı göreceli olarak değişkenlik, bireysellik ve tekil tüketim olanağı sunmaktadır. Köyün sabit ve kuralları belli bir düzen içindeki yaşantısının karşısında şehir bireye her şey olabilme olanağı sağlayarak adeta bir karnaval ortamı sunar. Şehirdeki geçicilik ve değişkenliğin önde olduğu haz odaklı bu yaşam biçimi, bireyin önce kendisine sunulan nesneleri sonra da kendisini tüketmesine yol açan bir sürecin içine sürüklenmesine neden olabilmektedir. Günümüzde yaşanan psikolojik sorunların altında yatan en önde gelen etken budur.
Şehrin bireye çok çeşitli ve renkli tüketim nesneleri sunan özgür karnaval ortamı, bireylerin birbirlerini de birer tüketim nesnesi gibi görerek birbirlerini nesneleştirmelerine neden olur. Bireylerin ne başkalarını nesneleştirerek kendilerine doyum sağlamaları ne de başkalarının tüketim nesnesi haline gelmeleri, onlara mutluluk getirmeyecektir. Tüketmek ya da tüketilmek, adı üstünde, bir şeyin sonunun geldiğini vurgular. Oysa insanın mutluluğu süreklilik ve kalıcılık hislerinin varlığına bağlıdır. Çocukların mutlu dünyalarının temelinde yaşamlarının sabit ve kalıcı olduğu hissi yatar. Çocuklar anne ve babalarına şu soruyu sıklıkla sorarlar; siz benim annem ve babam olmasanız kimler benim annem ve babam olacaklardı? Çocuğun sonradan yok olan kalıcılık ve süreklilik hissi, mutlulukların en derini olan çocuksu mutluluğun temelini oluşturmaktadır. Sevdiklerinin hiçbir zaman yok olmayacaklarını, onların kendisinin varlığı sürdüğü sürece var olacaklarını zannetme yanılgısı büyük bir mutluluğun kapısını aralar. Büyüyünce bu yanılgıları aşarız ama yine de mutluluk, çocuksu bir yanılgıyı yeniden yaratabilmekten geçmektedir. Birbirimizi tüketmeden, kendimizi tükettirmeden, başkalarını tüketirken kendimizi de tüketeceğimizin bilincinde olarak ilişkilerimizi birbirimize kalıcılık ve süreklilik hissi verecek biçimde kurabilirsek çocukların mutluluğuna biz de yaklaşabileceğiz demektir. Bu algı, şehrin bireye yaşattığı geçicilik, yalnızlık, tüketerek yok etme algısının yarattığı mutsuzluk, kaygı, gelecek endişesi gibi olumsuz duygulanımlardan uzak kalabilmemizi sağlayacaktır.
Bu noktada başkasının ya da kendisinin nesneleştirilerek tüketilmesinin hazzını yaşama özgürlüğü ile karşı karşıya olan bireyler, bu özgürlüğün yaşatacağı hazza karşı durabilmek, dürtülerini kontrol etmek ödeviyle yüzleşeceklerdir. Kendi hazzını unutarak başkasının mutluluğu için kendisinden vazgeçebilmek, bir yoksunluk ve kısıtlanma durumu yaratarak mutsuzluğa neden olacak gibi dursa da, yeri geldiğinde başkalarının mutluluğu ve huzuru için kendisinden vazgeçebilen bireylerin oluşturduğu toplumun bireyleri için mutlu ve kaygısız bir yaşam yaşayabilmek daha olasıdır. Çocuk nasıl ki kendisine olan sevgisi nedeniyle annesinin ve babasının uykusundan, keyfinden feragat edeceğini bilmenin güveni ile kendisini mutlu hissediyorsa, bizi değerli bulduklarından dolayı bizim için kendi çıkarlarını yeri geldiğinde göz ardı edebilecek bireylerin arasında olduğunu hisseden bir erişkin de kendisini mutlu hissedecektir.
Remzi Oğuz Arık Mahallesi Tunalı Hilmi Caddesi No:50/16 Çankaya/Ankara
Son Düzenlenme Tarihi : 07.08.2023
Editör : Mutluhan İzmir
Telefon : +90 532 417 09 77